Özel günleri hiç sevmem. Nedeni biraz kişisel. Çünkü uzun yıllardır reklam ve iletişim sektöründe çalışıyorum. Bu da her özel günde ilginç ve daha önce yapılmamış bir reklam fikri bulmaya çalışmak veya bunun için çalışan bir ekibi yönetmek demek.
Üstelik özellikle sosyal medyadan sonra bu özel gün kutlama işi iyice bıktırıcı hale geldi. Bir de prodüksiyona süre kalsın diye, reklamcı her özel günü o günün çok öncesinde yaşayıp bitirir ve o gün gerçekten geldiğinde tek bir cümle kurmak istemez.
Yani her özel günde olduğu gibi bu 10 Kasım’da da paylaşım yapmak mesai dışı çalışmak gibi geliyordu bana. O nedenle gelgitler yaşıyordum. Nihayetinde bir kurum değildim. Yani Atatürk’e sevgi ve saygımı göstermek için kendimi illa paylaşım yapmak zorunda hissetmemeliydim.
Bu gelgitleri yaşarken ilkokul ikinci sınıfa devam eden kızımı da okulundaki 10 Kasım anmasına götürmek üzere hazırlıyordum. Kızımın aniden tuhaf bir talebi oldu. Okul üniforması yerine, bu özel günde daha renkli ve daha süslü bir şeyler giymek istediğini söyledi. 10 Kasım’ın kutlama değil anma olduğunu ve bu nedenle öyle renkli giyinmesinin uygun olmayacağını anlattık. Fazla ısrar etmeden ikna oldu.
Kızım ikna oldu olmasına da bu durum benim aklıma evvelce okuduğum başka bir anekdotu düşürdü. Böyle bir günde neşeli kıyafet giymesini engellemiştik ama belki de hakkı vardı. 86 yıl sonraki bu anma neden matem havasında geçsindi ki?
Nihayetinde anılan ulusunun mutluluğu için çalışmış bir kurucu önderdi. Öyle ya, 1937 yılında Mark Twain Derneği Atatürk’e ödül vermişti. Gerekçesi çok ilginçti:
“Türk ulusuna neşe içinde yaşama yolunu açtığı ve rehberlik ettiği için Mark Twain Ödülü kendisine verilmiştir.”
Atatürk ödülü kabul ederken “bu hayatımda aldığım en büyük iltifat” diyecekti. Derneğin ödül verme gerekçesi olarak kurduğu cümle de, Atatürk’ün kabul etme şekli de çok güzeldi.
Böylece paylaşım yapmam için sahici bir neden bulmuştum. Bu ödülü anlatan bir sosyal medya paylaşımı yaptım. Paylaşım hem Twitter’da hem Instagram’da büyük ilgi gördü. Bolca etkileşim aldı, konuşuldu.
Kızımın kıyafet krizinden aklıma düşen çelişki pek çok kişinin daha önce hiç bilmediğini söylediği bu ödülden haberdar olmasını sağlamıştı (Ben daha çok ödülün verilme gerekçesi için kurulan cümleyle ilgiliyim. Ancak sanat tarihçisi Osman Erden’in bir hatırlatmasını eklemem gerekir. Bu ödül günümüzde sadece komedyenlere verilen Mark Twain ödülüyle aynı ödül değil, o dönem daha çok devrin devlet adamlarına veriliyor).
Benim ödülle ilgili paylaşımıma gelen cevaplardan birinde Selçuk Salih Caydı, Bhutan Krallığı’nın başlattığı Gayri Safi Milli Mutluluk endeksinden söz ediyordu.
Bence fikir olarak harikaydı. O anda aklıma gelmedi ama sonradan bu uygulamaya geçen aylarda okuduğum Slavoj Zizek kitabındaki (Adını Söylemeye Cesaret Eden Bir Sol, Ayrıntı Yayınları 2021) makalelerden birinde rastladığımı hatırladım. Bu fikir Bhutan’ın Oxford eğitimli eski genç kralı Jigme Sngye Wangchuk’a aitti. 2008 yılında mutluluğu ölçmeyi denemiş ve tüm dünyada ses getirmişlerdi.
Kendi belirledikleri kriterlere göre Bhutan halkının %68’inin mutlu kabul edilebileceğini de iddia ediyorlardı. Zizek makalesinde bu girişimi naif buluyor ve bunun kültürel emperyalizmden başka bir şey olarak okunamayacağını savunuyor. Zaten onun mutluluğa ilişkin perspektifi farklı.
Slavoj Zizek’e göre mutluluk biraz belirsiz bir kavram. İlla bir mutluluktan söz edeceksek aşırı tüketimden uzak bir ülkeyi baz alabileceğimizi söylüyor.
Bunun için verdiği örnek de 1970’lerin sonunda ve 1980’lerin başında Çekoslovakya. Zizek’e göre o ülkede mutluluğun üç temel koşulu sağlanmıştı. Birincisi, maddi ihtiyaçlar temel olarak karşılanmıştı ve aşırı tüketim bizzat mutsuzluk getirdiği için tamamen karşılanmamış olması da doğruydu. Hatta piyasadaki kimi ürünlerin temininde kısa süreli sıkıntılar yaşamak yeniden temin edildiğinde daha büyük mutluluk yaşatıyordu. Çünkü her şeyin her zaman bulunması değerinin anlaşılmasını zorlaştıracaktı.
Zizek’e göre ikinci önemli koşul ters giden her şey için suçlanacak bir Öteki’nin (Parti’nin) bulunmasıydı. Dolayısıyla kimse kötü giden şeylerden ötürü gerçek sorumluluk hissetmiyordu.
Ve en önemli koşul da sonuncusuydu. O da Öteki Yer’in (Tüketici Batı’nın) hayaliydi. Orayı kimi zaman ziyaret etmek de mümkündü ve ne çok uzak ne çok yakındı. Bir arzu olarak Çekoslovakya halkının içindeydi. Arzu olarak durması iyiydi, çünkü o arzuya varıldığında her zaman daha az mutlu olunacaktı.
Bu örnekle birlikte Zizek mutluluğun kendi içinde karışık, belirsiz ve tutarsız olduğunu söylüyor. Ona göre “mutluluk öznenin arzusunun sonuçlarıyla tamamen yüzleşememesine ya da bu konudaki hazırlıksızlığına” dayanıyor.
Özetle, mutluluk aslında epey iki yüzlü bir kavram. Öyle ki biraz manipülasyon bile gerektiriyor. Zizek’in de altını çizdiği gibi “hakikat ve mutluluk birlikte ilerlemez; hakikat acı verir.”
Zaman zaman hepimizin aklına gelir. Hatta romantik paylaşımlar yaparız. Benim 10 Kasım paylaşımımda olduğu gibi bu “ülke neşesini yitirdi” deyiveririz.
Oysa yitirilen şey neşe değil belki de. Yitirilen, neşeli günlerin ileride olduğuna dair inanç.
O umut bir zamanlar hepimize öyle hissettiriyordu. İçimizdeki mutluluğa varma hayali ya da ihtiyaçlarımızın karşılanma arzusu bizi diri tutuyordu. Belki de daha genç olduğumuz için öyle düşünüyorduk.
Ayrıca Atatürk’ün neşe içinde yaşama yolunu açtığı ve rehberlik ettiği gerekçesiyle ödüllendirildiği yıllar ülkenin büyük bir savaştan çıktığı, yaralarını sarmaya çalıştığı değişim ve dönüşüm yıllarıydı. Mutluluk ilerideydi.
Öyleyse bugünkü mutsuzluğumuzun nedeni kimsenin ileride mutlu olacağımıza ikna edilememesi belki sadece. Mutsuzluğumuzun nedeni olarak sadece iktidarı gösteriyoruz belki ama muhalefetin bir türlü toparlanıp umut olamaması da bizi sorumlu hissettiriyor.
Bu nedenle diyorum ki çoğumuzu gerçekten mutsuz eden şey en az iktidar kadar muhalefetin de yaratamadığı hava belki.
Hayal kurduramaması, inandıramaması ve bir türlü kendi içindeki sorunları aşıp umut olamaması…
“Neşe içinde yaşama yolunu açmak” belki tam öyle bir şey. Yol açmakla oraya ulaştırmak aynı şey değil.
Hani diyor ya Pinhani şarkısında “bir yer bulalım, dünyadan uzak” diye; ne kadar uzak o kadar iyi çünkü. Uzaksa bir yol var demek.
Bir yolun olduğunu bilmek oraya varmış olmaktan bile daha iyi hissettirir insanı.