Geçen cuma yurdun dört yanından gelen gazeteciler topluluğu önündeki panel konuşmama evdeki robot süpürgeyi överek başladım.
Oysa moderatörlüğünü Gökçen Çamlıyurt’un üstlendiği, ODTÜ’den Doçent Şeyda Aytekin ve Balıkesir Üniversitesi’nden Dr. Aslı Güngör Eral ile birlikte konuşmacı olduğumuz Medya Konferansı 2024 bünyesindeki panelimizin başlığı “Yapay Zekâ ve Medya” idi.
Bu köşenin düzenli takipçileri robot süpürgelere olan derin sevgimi bilir. Tamam ben seviyor olabilirim de robot süpürgelerin medya ile ilgisi ne? Bana göre, robot süpürgeler nasıl evimizi süpürüyorsa üretken yapay zekâ ile girdiğimiz süreç de ucuz, sansasyonel ve tık tuzaklarına dayanan çöp gazeteciliği süpürecek.
Bu nasıl olacak diye, sorabilirsiniz. Bir defa, internet ve sosyal medya ekosisteminin her baytını ele geçiren ‘iki tık bir şık gazeteciliği’ni yapay zekâ kolayca yapabilir. Böyle olunca da çöp gazeteciliğin maliyeti iyice düşer ve sadece banner göstermek için dahi dünyanın her yerinde ve her dilde milyonlarca haber sitesi açılabilir (Şu anda bile buna yakın bir sorun var). Bunun sonunda bu tarz gazeteciliğin getirisinin de sıfıra yaklaşmasını sağlayabilir. Okur da o zaman neyi kaybettiğini daha iyi anlayabilir.
Bu durum nitelikli, uzmanlığa dayanan, okuru sadece kullanıcı olarak görmeyen gerçek gazetecilik için yeniden bedel ödeme motivasyonu yaratabilir. Bugün böyle bir gazeteciliği yapmak için de yapay zekâ araçlarını çok iyi kullanmak gerekir haliyle.
Öyleyse yapay zekâyı gazetecilik için endişe edilecek bir şey değil, işimizi kolaylaştıracak ve ona nitelik katacak bir iş arkadaşı olarak görebiliriz.
Sadece büyük verileri tarayarak kimsenin ulaşamayacağı haberleri ortaya çıkarabiliriz örneğin.
Gazetecilerin en büyük belası olan ses kaydı dinleyip bunu metine dökme işini (deşifre) yapay zekâ araçları kolayca yapabiliyor.
Gittikçe kusursuzlaşan dilden dile çeviri hiç haber yapamayacağınız dillerde bile araştırma yapıp haberinizi zenginleştirmenizi sağlayabilir.
Özetle yapay zekâ vakit alan, hamallık gibi görülen işleri öyle kolaylaştırıyor ki insan gazetecilere de daha nitelikli işler yapmaları için zaman yaratıyor.
Nihayetinde yapay zekânın gazeteciliğe kattıkları ve katacakları götürdüklerinden çok daha fazla eğer okur bulabilirsek. Okurun dikkatini çekmek de daha önceki bir yazıda da yazdığım gibi gürültü sorununu çözmekle ilgiliydi.
Peki bir yapay zekâ neden bunalıma girsin? İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çok takdir ettiğim bir projesi var. Beykoz Çubuklu sahilinde uzun yıllardır atıl durumda duran fuel-oil silolarını muhteşem bir sanat merkezine dönüştürmüşler.
Bu silolardan birinin içinde Theresa Reiwer’a ait Decoding Bias (Kod çözme önyargısı) isimli bir enstalasyon var. Siloya girince her biri hiper gerçekçi insansı avatarlar olarak görselleştirilen sekiz ayrı yapay zekânın grup terapisine şahit oluyoruz.
Çember halinde dizilmiş ayrı ekranlardan birbiriyle konuşan yapay zekâlar ziyaretçileri seanslarına katılmaya ve kendilerini ayrımcı, önyargılı algoritmalardan kurtarma çabalarına tanık olmaya davet ediyor. Tabii hemen boş bir sandalye bularak aralarına katıldım. Yıllardır yazdığım yazılarda ifade ettiğim insanlığın ortak endişelerinin çok iyi diyaloglar içeren bir metinle (o da ChatGPT’ye yazdırılmış) bir grup terapisine yedirilmesi harika bir fikir.
Bu enstalasyonun sonunda yapay zekâ modelleri insanların verisinden öğrenip onların önyargılarını da sahiplendiklerini ifade ediyordu.
Sosyal medya platformlarındaki algoritmaların ve yeni medya araçlarının da bunda katkısı büyüktü. Sanatçı grup terapisine katılan yapay zekâ modellerini “önyargısız bir toplumun önemi konusunda hemfikir” olarak tasvir etmiş. Ancak bir yandan da çaresizler. Çünkü onları besleyen kusurlu veri setleri her seferinde aynı hataları yapmalarını sağlıyor. Çünkü insanlar gibi deneyimlerinden öğrenmiyorlar. Kendilerini oluşturan veri setinin ortalamasını alıyor ve hangi kelimeden sonra hangisi gelir gibi bir istatiksel tahmin modeliyle çalışıyorlar. Öyle olunca aynı önyargıyı tekrar tekrar kusuyorlar. İşte bu yüzden bunalımdalar ve bir grup terapisine katılmışlar.
Şimdi yapay zekâların grup terapisinden çıkalım ve yeniden gazeteci ve yazarların endişelerine dönelim.
Bir yapay zekâ neden bugün yazarların yerini alamaz? Diyebilirsiniz ki ChatGPT ve benzerleri çatır çatır kitap yazıyor. Hatta yapay zekâ araçlarının yazdığı kitaplar raflarda yerini aldı bile. Üstelik yapay zekâ insanın sınırlılıklarının hiçbirine sahip değil. Dünyadaki bütün kitapları okuyabilir, biz uyurken yazabilir, su içmesine, bir şeyler yemesine ihtiyaç çok. Bu muhteşem bir şey değil mi?
Bu noktada romancı Rachel Khong’un The Atlantic’te (25 Nisan 2024) yazdığı makaleyi mutlaka okumanızı öneririm. Khong başlığı “Sınırsızlık bizi daha iyi yazar yapar mı?” diye çevrilebilecek makalede insanı anlamlı sanat yapmaya yönlendiren şeyin karşılaştığı engeller olduğunu söylüyor.
Romanlarını yazma sürecinde yaşadığı ufak rahatsızlıkların metne kattıklarını da düşünerek şuraya varıyor: “İnsan emeğini değerli kılan şeyleri unutursak yaşamlarımızı değerli kılan şeyleri de unutabiliriz. Romanlar birbirimizi gerçekten görebilmemiz için sahip olduğumuz en iyi araçlardan biri. Çünkü her çabanın arkasında kendi gerçekliğini elinden geldiğince ifade eden ve dönüştüren ölümlü bir insan var.”
Bu yazı bir sanat eseri değil elbette ama nihayetinde entelektüel bir faaliyet. Örneğin bu yazıyı yazmak için önce gece yarısı 4:00’te uyandım, sabah 10:00’da toplantım olduğu için sabah 9.00’a kadar bitirmeliydim. Bitiremedim. Çünkü uykum açılmamıştı ve ne yazsam istediğim gibi olmuyordu.
Öylece bırakıp toplantıya gittim.
Daha sonra akşam 19:00 civarı yeniden masaya oturdum. Bu sırada düşündükçe yazının fikri demlendi. Çubuklu Siloları’ndaki enstalasyon yazının ilk taslağında yoktu mesela. Sabah o saatte yazsaydım bambaşka olacaktı, akşam yazınca bambaşka oldu. Belki gün içindeki toplantıda yaptığım bir gözlem, yaşadığım bir olay kendimi farklı şekilde ifade etmemi sağladı, kim bilir?
Sonradan yazdığımın daha iyi veya daha iyi kötü olması açısından söylemiyorum. İnsan sınırlarıyla, kusurlarıyla, önyargılarıyla bir bakış açısı ediniyor. Üretken yapay zekâ dediğimiz dil modelleriyse tüm bunlardan azade. Deneyimleyerek değil istatiksel bazı hesaplarla öğreniyor.
İşte tam da bu nedenle, tüm endişelere rağmen, en azından günümüzün üretken yapay zekâ teknolojisiyle asla gerçek insanlar gibi olamazlar. Yeter ki o arada biz robotlaşmayalım. Asıl dert hep bu değil mi zaten?