Epeydir dalga konusu olan bir plaza dili ve edebiyatı konusu var. Hani şu yarı İngilizce yarı Türkçe kelimelerle iletişim kurduğunu sanma sorunu. Yıllar önce Güldür Güldür Show’da güzelce hicvedilmişti. Sonra benzer programlarda defalarca işlendi.
Herkes şikâyet ediyor ve dalga geçiyor ama bu durum bir şekilde var olmaya da devam ediyor. Handiyse eleştirmek bile klişe oldu diye düşünüyordum ki sosyal medyada hızla yayılan Eczacıbaşı Topluluğu farkındalık filmlerine rastladım. Sonuncusu geçen hafta yayına girmiş. Eczacıbaşı Topluluğu’nun bu soruna 10 yılı aşkındır dikkat çekmeye çalıştığını biliyoruz. Öyle ki Bülent Eczacıbaşı’nın konuşmalarında dahi karşımıza çıkıyor.
Bu konuda bir kurumun sosyal sorumluluk hissederek kampanya yapması elbette takdire şayan bir durum. Doğru yere kazma vurduklarını düşünüyorum. Ancak sorunun sadece bir dil kullanım sorunu olduğunu düşünmek bence eksik bir yaklaşım olur. Bu dil kullanım sorunundan öte bir “tavır” sorunu ve çok boyutlu bir durum. Dille ilgili kısmını halletsek de başka şekillerde kendini belli eder.
Bir defa bu sorun yeni bir sorun değil. Önce geçmişine bakalım. Çünkü 19. yüzyılın sonlarına kadar uzanıyor.
Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanı aslında bu konudaki ilk ‘farkındalık’ hareketi sayılabilir. Çünkü Recaizade Mahmut Ekrem bu romanı sınavlarda karşımıza ‘edebiyatımızda ilk gerçekçi roman’ sorusunun cevabı olsun diye değil tam da bu tipe dikkat çekmek için yazmıştı.
Romanın baş karakteri Bihruz Bey plazalarda İngilizce üstünden yeşeren uydurukça dilini dönemin şartları gereği Fransızca üstünden yaşıyordu. Batılılaşma özentisi Osmanlı aydınının kafa karışıklığı böylece edebiyat düzleminde temsil edilmişti.
Bir de tabii Bihruz Bey’in arabası vardı ki, üstünden neredeyse bir asır geçtikten sonra Mustafa Sandal’ın pop şarkısında bile karşımıza çıktı. Maalesef ruhu yoktu. Ruhu da olmayıversin, herhangi bir konuda “concern”leri varsa hepimize yeter zaten.
Plazalarda bu dilin yaygınlaşmasının bir başka nedeni de özgüven problemi. Geçmişte yabancı dil konusunda öyle şartlanmışız ki onun üstünden kimlik inşası Bihruz Bey’in yaylı arabası gibi bir donanım haline gelmiş.
Hatta eğitim sistemimizi iyice dil öğretimi üstüne yığmış ve dil dersleri haricinde diğer derslerin bile yabancı dilde verilmesi gibi bir saçmalığı yaşamışız. Bu da insanların üstünde gereksiz bir yabancı dil bildiğini vurgulama baskısı yaratıyor.
İşte nerede başladı bilmiyoruz ama birileri bu düğmeye basınca diğerleri de “benim de senden altta kalır yabancı dilim yok” gibi bir baskıyla bu dilin inşasına gönüllü yazılmış olmalı. “Ben sadece İngilizce konuşmuyorum, aynı zamanda İngilizce düşünüyorum, İngilizce yaşıyorum, o nedenle bu kavramın Türkçesini bulduramıyorum” gibi bir gösteri bu.
Belki istisnaları vardır ama “toplantı set etmek” düzeyine kadar istisna olabileceklerini sanmıyorum. Ayrıca insanın iyi yabancı dil öğrenmek için de ana dilini çok iyi biliyor olması gerek. O yüzden kelimenin Türkçesini bulduramamak aslında yabancı dil hakimiyetini de şüpheli duruma düşüren bir çelişki.
Plaza uydurukçasına yetişemese de Cemal Süreya ‘Yabancı Dil’ isimli şiirinde bu çelişkiyi harika tarif etmiş: “Beş dil biliyormuş ünlü kişi / ünlü ve saygıdeğer / bir de Türkçe öğrense / altı eder.” Kimi iğnelemiş bilmiyoruz tabii, onu da edebiyat tarihçisi bulsun.
Herkesin işi, mesleği, alanı kendine göre önemli. Ona bir diyeceğim yok. Ancak benim plaza mesailerimde ve toplantılarımda gözlemlediğim başka bir şey de yapılan işi daha önemli gösterme gayreti. Bazı şeyler İngilizce ifade edilince sanki daha önemliymiş gibi duruyor.
Böyle mutlu oluyorlarsa ve bu bir güdülenme sağlıyorsa varsın öyle olsun, ne yapalım? Ama bence olay bununla kalmıyor. Aynı zamanda bir yabancılaşma, bir kendini ötekinden üstün sayma edimi de başlıyor.
Bir plaza beyaz yakalısının bir musluk tamircisinden, bir garsondan, yani genel olarak mavi yakalıdan kendini daha önemli sanması, öyle hissetmesi bence büyük bir sorun. Nihayetinde herkes işini yapıyor. Biri sözgelimi ilaç sektöründe önemli bir ilacın ruhsat sürecini iyi yönetiyor olabilir, ama bir sıhhi tesisatçı da işini iyi yaptığı için evimizi su veya lağım basmıyor.
Burada ben daha önemli bir iş yapıyorum, diye havaya girmenin hiç alemi yok. Avrupa’da yaşayanların da gözlemleyip aktaracağı gibi bu durum orada bizdeki gibi değil. Kimse mesleği üstünden kendiliğinden kimlik veya üstünlük kazanmıyor. Öyle bir üstünlük olmadığı için de bunu diliyle, tavrıyla açıkça ortaya koymaya çalışmıyor. Bence bu uydurukça biraz da bu çarpık kültürün üstünde gelişiyor.
Bilindiği gibi hemen her mesleğin bir jargonu var. Öte yanda da aslen 1990’ların sonuyla birlikte filizlenen plaza kültürünün mesleklerin de ötesinde başka bir kimlik olarak belirmesi var.
Sözgelimi kişi enerji sektöründeyse, sektöre ait bir jargonu zaten vardır, ama bir de plaza çalışanı üst kimliği var. Plaza çalışanı iş hanında çalışanla aynı dili konuşmama ihtiyacı hissediyorsa burada yukarıda bahsettiklerimin de içinde olduğu başka dinamikler olmalı. İşte oradan da böyle uydurukça bir dil çıkmış olabilir.
Bu konudaki kısa taramamda birkaç akademik çalışmaya ulaştım. Ama sadece teknik ve teknolojik terimlerin yabancı kaynaklı olması ve plaza çalışanlarının çok iyi İngilizce bilmesiyle açıklanacak bir durum değil bu bence. Ulaşamadığım akademik çalışmalar varsa affola, ama akademide bence üstünde biraz daha çalışılması gereken bir başlık bu.
Tekrarlamam gerekirse, Eczacıbaşı Topluluğu’nun konunun görünen yüzüne dair farkındalık yaratma çabasına bir diyeceğim yok. Tabii bu konu sadece bir dil kullanım sorunu olarak ele alınmadığı sürece. Çünkü bu aynı zamanda kültürel bir sorun. Batılılaşma tarihimizden genel eğitim sistemimize kadar çok boyutlu ele alınmalı.
Ocak ayında bu köşede yazdığım bir yazıda üstünde hep birlikte düşünelim istemiştim: Özellikle yapay zekânın da dil öğrenimini giderek önemsizleştirdiği çağda odağımızı daha çağcıl alanlara mı çevirsek acaba? Yabancı dil öğrenimine hiç karşı değilim ama yabancı dil öğrenim dersleri haricinde mesleki ve kültürel derslerin bile yabancı dilde verilmesi bence ‘ulus’ kavramının bile mantığına aykırı. İşte eğitim sistemindeki o aşırı güdülenme de bu gibi tuhaflıklara giden yolu açıyor olabilir.
Yoksa dil zaten farklı dilden kelimelerle sürekli zenginleşen bir yapı, ama böyle ‘yapalım ortaya karışık bir şeyler canım abim’ usulü değil yani.