Bu ülkeye matbaanın 200 yıl gecikmeli geldiğini ve bunun nelere mal olduğunu konuşur dururuz.
Burada genel argüman şudur: Eğer matbaaya Batı ile eş zamanlı ulaşmış olsaydık, geri kalmazdık ve belki de Osmanlı İmparatorluğu o kadar zayıf düşmezdi.
Peki aynısını internet ve sosyal medya için söyleyebilir miyiz? Açıkçası hayır, bu teknolojilerin üreticisi olmasak da neredeyse hepsine eş zamanlı olarak ulaşabiliyoruz ama ne kadar sindirebiliyoruz? Etkilerini ne kadar tartışabiliyoruz ve ne kadar anlayabiliyoruz?
Bugünlerde sosyal medya fenomenleri üzerinden kara para aklama organizasyonlarının çeşitli versiyonları gündemde. Bu, konunun ekonomik boyutu ama bir de konunun sosyolojik ve psikolojik etkileri var. Bunlar üzerine çok az konuşuyoruz.
Maalesef ülkemizde sosyal medya düzenlemesi denince; “iktidar yeni bir sansür mü getiriyor, muhalefet bu sansüre nasıl itiraz ediyor” başlığından başka hiçbir şey manşet olmuyor. Teknoloji üretimi konusunda treni kaçırmama üzerine sık sık konuşuyoruz ama bu teknolojilerin etkileri konusunda neredeyse hiç düşünmüyoruz.
Geçen ay Harvard Üniversitesi’nde yeni bir laboratuvarın lansmanı vardı. Uygulamalı Sosyal Medya Laboratuvarı adı verilen bir laboratuvar bu.
Temel bir dert üzerine kurulmuş. O da kendi cümleleriyle şu: “Sosyal medya platformları, topluluklar oluşturmanın ve bizi bölen ayrımları aşmanın çığır açıcı bir yolu olarak başladı. Zamanla bu platformlar, gerçek dünyaya yayılan, tehlikeli derecede bozuk bir çevrimiçi değişimi başlattı.”
İşte bu laboratuvarı kuranlar ise sosyal medyanın ve bana kalırsa internetin kalbinde yatan başka bir olasılığın peşindeydi: Anlamlı insani bağlar kurmak.
1990’ların sonunda internetin ilk yaygınlaştığı yıllardaki iyimserliği hatırlayın. Artık bilgi özgürleşmişti, ifade özgürlüğü de daha önce hiç olmadığı bir seviyeye ulaşacak ve sonunda küresel boyutta demokrasiler kazanacaktı.
Bugünden bakınca, bu iyimserlik çok komik görünüyor. Ancak o günlerde en saygın kürsülerde bile konuşulan, yazılan, çizilen bir olasılıktı.
Sonra yaşayıp gördük. Bilgiyle birlikte yanlış bilgi de değerli fikirlerle birlikte tehlikeli fikirler de özgürleşmişti.
Demokrasilerin kazanması bir tarafa, demokrasi fikrinin bile sorgulandığı bir hakikat sonrası çağa ulaştık.
O nedenle, artık teknolojiyle birlikte, onun düzenlenmesi de eş zamanlı tartışılıyor.
Türkiye maalesef bu dönemeçte, kutuplaşma reflekslerinin ötesine geçemiyor. Düzenleme deyince, “acaba neyi nasıl yasaklayıp bunu kendilerine yontacaklar” konusundan öteye geçemiyoruz.
Bahsettiğim laboratuvarın açılışındaki konuşmacılardan biri Stanford ve son olarak Harvard Üniversitesi’nin internet politikaları konusunda uzmanlaşmış efsane hukuk profesörü Lawrence Lessig’ti.
Hemen ardından The Verge’den Nilay Patel’in Decoder isimli podcast serisine konuk olan Lessig, bu sohbette oldukça ilginç bir perspektif sundu. Burada benim en çok dikkatimi çeken konu TikTok ile ilgili bir yorumuydu.
Lawrence Lessig, TikTok’un ABD sürümü ile Çin sürümü arasındaki farklara dikkat çekmişti. Anavatanı Çin’de kullanılan TikTok’ta, belirli saatlerde kullanımı engellenmeden tutun çevrimiçi olduğunuz süreyi sınırlamaya kadar bir yığın farklı düzenleme var çünkü.
Lessig bu parantezi çarpıcı bir örnekle kapatmıştı: “Bugün ABD’de çocuklara hayallerini sorun sosyal etki sahibi (Influencer) olmayı isterler, aynı sorunun Çin’deki cevabı astronot olmak”.
Lessig bu sonuçlardan yola çıkarak ABD’de bu platformların kontrolsüzlüğüne değiniyor.
Kuşkusuz bu sadece TikTok için geçerli değil, ABD menşeili olanlar dahil tüm sosyal medya platformları, artık ciddi bir düzenleme ve sınırlandırma çabasının muhatabı.
Aynı şekilde üretken yapay zekâ da hukuki çerçevesinden bağımsız konuşulmuyor. Örneğin; ABD’de devlet çalışanlarının TikTok kullanması ulusal güvenlik nedeniyle yasak. Çünkü TikTok bir Çin şirketi. Şimdi, durup Türkiye’de herhangi bir sosyal medya platformunun devlet görevlilerine veya başka bir gruba yasaklanması ve sonrasında çıkacak tartışmayı düşünelim.
Acı olan bu tartışma sırasında gündeme gelecek endişelerin de hiç yersiz olmayacak olması.
Bu yazıyı, “zaten medya ve sosyal medya üzerinde bu kadar baskı varken, her açıdan bu kadar eşitsiz bir medya ortamı varken, RTÜK baskısı ortadayken yeni bir yasak mı çağırıyorsun?” şeklinde son derece çarpık bir şekilde okunması riskini göze alarak yazıyorum.
Temel olarak siyahla beyaz arasında ara renkler de olduğunu anlatma motivasyonuyla yazarlık yaptığım için bu riski çok umursamıyorum. Çünkü şunu kabul etmemiz gerek. Son zamanların en dönüştürücü teknolojisi üretken yapay zekâ da dahil, yeni medya teknolojilerinin üreticisi olmamak birinci büyük riskse, ikincisi bunlarla ilgili tartışma ve yasal düzenlemelerin gecikmesi olur.
Nasıl bugün matbaanın 200 yıl gecikmeli gelmesini bir geri kalma argümanı olarak konuşuyorsak, bu teknoloji ve yeni medya platformlarını hakkıyla tartışıp düzenleyemedik de konusu da geleceğin geri kalma argümanı olur.
Çünkü düzenleme demek o teknolojiyi anlamak ve anlamlı kullanacak şekilde sindirmek demektir.
Yasaklayarak anlayamazsın ama sınırlayarak anlamlı hale getirebilirsin. Zaten insanlık ve hukuk tarihi de hep böyle ilerledi.
Açıkçası, Türkiye’deki muhalefetten umutlanmak için de ezbere karşı çıkışlar yerine, bu konular ve düzenlemeler üzerine öncü tartışmalar açmasını beklemeliyiz.
Alıştığımız işleyiş ne? “İktidar meseleyi biraz kendine de yontan bir düzenleme önersin, sen o saatten sonra akıl edip itiraz et.” Bu doğru bir işleyiş değil? Neden düzenlemeyi önce muhalefet önermesin?
Ana muhalefet partisi CHP’nin yeni yönetimindeki gölge kabine bu işleyişi değiştirecekse, hep birlikte umutlanabiliriz. Yoksa etki üzerine tepki ezberi, geçmişten farklı sonuçlar vermeyecektir.
Hani bugünlerde bazı ABD markaları çok da anlamadığım bir şekilde boykot ediliyor ve sonra bu boykotun şovu yine ABD şirketlerine ait sosyal medya mecralarından yapılıyor ya, buradaki kafa karışıklığını alın, sosyal medya ve yeni teknolojiler konusundaki düzenleme yaptırmama direncine vurun.
Konu bu kadar trajik.