Kant’ın dört ana sorusu vardır. “Ne bilebilirim, ne yapabilirim ve ne umabilirim?” ilk üç sorusudur ve üç kritiği bu üç soruya yanıt arar. Bana kalırsa son sorusu olmasa ilk üç sorusunun pek de bir anlamı kalmaz. O da “ İ n s a n n e d i r ? ” sorusudur. Bu soru felsefenin kadim sorusu t i e s t i , nedir sorusunun başka bir halidir elbette. İnsanı bilgiye yönelten m e r a k ı d ı r ve bu merak bir çocuğun bitmek bilmez sorularının da kaynağıdır ve her filozof, her bilim insanı o meraklı, yaramaz çocuktur bir bakıma, arar durur. Bazan Thales gibi gök cisimlerine baka baka agoraya doğru giderken bir çukura düşer de güzel bir Trakyalı köle kızın maskarası oluverir.
İnsan neden i d e a l olanın peşinden koşar? Var olandan memnun olmadığı için mi, yoksa kendi içindeki başka türlü memnuniyetsizlikler mi koşturur insanı idealin ardından? Bir insanın günlük hayatında yüksek standartlara sahip olması, moda deyişle mükemmeliyetçi olması belli açılardan anlaşılabilir bir durum elbette. Herkes kendisini oldukça y e t e r s i z , b a ş a r ı s ı z , b e c e r i k s i z , d e ğ e r s i z vb. hissediyor çünkü. Kötü bir tat bırakır insanın ağzında elbette kendini böyle hissetmek. Zamanımızın en büyük gerçekliklerinden biri olan, artık hiç kimsenin kendini yukarıdaki olumsuz tanımlamaların dışında hissedebilir durumda olmadığı gerçeği, bir tokat gibi çarpıyor herkesin yüzüne.
Adler’in insan tanımlarının Freud’un tanımlarından daha önemli olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz artık, bilmem ruh sağlığı profesyonelleri farkında mı bunun? Adler’in, ‘ a ş a ğ ı l ı k k o m p l e k s i ’ , ‘ g ü ç p e ş i n d e k o ş m a ’ , ‘ t o p l u m s a l l ı k d u y g u s u ’ gibi tanımları günümüz insanının kendisiyle ve toplumla ilişkisini belirleyen önemli kavramlar oldu epey bir zamandır.
Aslında ben Platon’un idealar öğretisi üzerinden t r a n s h u m a n i z m kıyılarına çıkmak istiyordum bugün. Söz beni başka yerlere doğru sürükledi. Elbette olmadık ve ilgisiz kıyılar değil sözün gittiği yerler. Platon’un hayatıyla paralel düşünmeye çalışıyordum idealar öğretisini, sonra aklıma Dostoyevski ve Adler geldi. Adler’in bireysel olarak tanımladığı aşağılık kompleksinin, Dostoyevski kahramanlarının t o p l u m s a l b i r , a ş a ğ ı l a n m ı ş ve e z i l m i ş hissetme haline işaret ettiğini düşündüm. Peki sadece antik Yunanın değil, bütün felsefe tarihinin en büyük filozofu olarak görülen Platon neden çok ama çok az ölümlünün anlayabileceği kadar yukarılarda konumladığı ideaların peşinde koşar ve biz sıradan insanları idealden pay bile alamaz bir halde ortada bırakır?
Platon’un MÖ 427 yılında Atina ya da yakınlarındaki bir adada doğduğu söylenir. İlk gençliğinde şair olmak ve politikayla uğraşmak istiyordu. Zeki ve iyi eğitimli bir genç için anlaşılabilir bir durumdur bu. Gençliği Atina’nın kültürel açıdan en yüksek dönemlerine rastlamış olduğu ve aristokrat bir aileden de geldiği için, o zamanın koşullarında ideale yakın bir hayat sürebiliyordu. İnsanların çok büyük bir kısmının köle olduğu düşünüldüğünde, ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir.
Edebiyatın çeşitli alanlarında bir şeyler yazması ve bunları bir türlü beğenmemesi mükemmeliyetçiliğinin sınırlarını anlatmak için yeterlidir sanırım. Bunu neye dayanarak söylediğimi sorarsanız, size yazdığı diyalogların edebi bir eser olarak da okunabileceğini ve diğer filozoflardan en önemli farklarından birinin de bu olduğunu söyleyebilirim. Hiçbir zaman Aristoteles gibi kuru ve can sıkıcı bir şekilde yazmamıştır. Her zaman merak uyandıran, eğlendiren bir yanı da vardır diyaloglarının.
Ne zaman ki bol, pis ve şarap lekeli harmanisiyle S o k r a t e s ’ l e tanışır, hayatı da değişir Platon’un. Edebiyatı da politikayı da bir kenara bırakır ve Sokrates’in sadık bir öğrencisi olur. Bir Sokratesçi olarak sadece bilgi ve erdem sorunları ilgilendirir Platon’u başlangıçta. B i l g i en büyük e r d e m d i r Sokrates’e göre ve bilgi sahibi olan hiç kimse kötü olamaz. Bilgi iyiyi zorunlu olarak beraberinde getirir Sokrates’e göre.
Ne kadar n a i f bir düşünce! Dostoyevski sekiz yıl suçlularla birlikte yaşadığı sürgün yıllarında suçluların nasıl iyi olabildiklerini, k ö t ü n ü n ve i y i n i n her şeyden bağımsız bir şekilde insanın ruhunda hiçbir çelişkiye mahal vermeden yan yana nasıl var olabildiklerini gözlemleme fırsatı bulmuştur.
Platon’un tanık olduğu en büyük kötülükse, uyuz bir ata benzettiği Atina’yı biraz olsun harekete geçirmek için bir at sineği gibi onu rahatsız eden Sokrates’in idama mahkûm edilmesi ve baldıran zehri içerek hayata gözlerini kapamasıdır. Bu büyük haksızlık karşısında müthiş bir hayal kırıklığına uğrayan Platon, bir süre Atina’dan uzaklaşır.
Sokrates’in hayatta kalması için bilginin ve iyinin yeterli olmaması gerçeği karşısında ne yapabilirdi büyük filozof? Elinde yalnızca felsefe vardı ve o da yavaş yavaş idealar teorisini geliştirdi. Bu teoriyi geliştirirken yazdığı diyaloglarının baş kahramanı hep Sokrates oldu. Hocasına olan gönül borcunu böyle ödedi. Tek bir satır bile yazmamış olan Sokrates’in, felsefe tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olmasına vesile oldu.
Peki Platon neden ideal peşinde koştu? Var olan gerçeklik neden yeterli gelmedi ona da ancak ve ancak filozofların ulaşabileceği bir erdem olarak, göklerdeki bulutların arasına yerleştirdi ideaları? Sanırım bu kadar sevdiği birinin bir daha böyle bir haksızlığa uğramasını kaldırabilecek durumda değildi. Kralların filozof olması gerekliliği de hayatı kontrol etme arzusundan doğdu kanımca.
Platon’un idealarıyla, y e n i i n s a n ı n t r a n s m ı o l d u ğ u y l a ilgili başlıktaki sorunun ne ilişkisi var diye sorabilirsiniz ki haklı olursunuz bu durumda. Sanal gerçeklik, chat GPT, posttruth, posthumanizm filan derken başımıza bir de transhumanizm çıktı biliyorsunuz. Sophokles Antigone adlı tragedyada, “Ne çok şey korkunç ama hiçbir şey insandan daha korkunç değil,” der. İnsan ruhundaki en büyük çelişkilerden biri büyüklük arzusuyla sefalet korkusunun bir arada olmasıdır. Ö l ü m s ü z olmak ister insan, g e ç i c i olduğu gerçeğinden dehşete düştüğü için. Transhumanizm insanın tanrıya denk olma arzusudur bir bakıma. İnsanın trans olabilmesidir bu isteğin varıp varacağı yer.
Bilgiyle mümkün olabilecektir bu dönüşüm, bilimsel bilgiyle ve yeni teknolojiyle. Bütün insanlar için olan bir iyi olarak hayal ediyoruz bu dönüşümü. Oysa bu büyük bir yanılgıdır kanımca, Nietzsche’nin de başka benzer nedenlerle eleştirdiği Sokrates’in, istemeden de olsa yolumuza kurduğu bir t u z a k . Gerçekten bilgiye ulaşanın kötü olamayacağı, iyi olmaktan başka bir seçeneğinin olmadığı illüzyonudur bu tuzak. Oysa biliyoruz ki en yeni teknolojiler dünyayı ellerine geçirmiş olanların kendi güçlerini daha da arttırmaları dışında hiçbir şey için kullanılmamaktadır. Transhumanizm denen şey de dünyanın yeni sahipleri ve onların seçtiği küçük bir azınlık için var olacaktır.
Biz sıradan insanlar ö l ü m l ü olmaya devam edeceğiz.
Ve elbette, i y i k i !