Mustafa Kemal’e göre 27 Ekim 1924’te Kazım Karabekir’in, 30 Ekimde ise Ali Fuat Cebesoy’un ordu müfettişliğinden istifa edip milletvekili olarak Meclis’e dönmek istemeleri ‘Bir yıldan beri hazırlanan bir komplo’ydu.
Buna karşılık, bu istifalar öncesi Rauf Orbay ve Kazım Karabekir ile İzmir’de bir toplantı yapıp ortak hareket etme kararı verdiklerini yazan Ali Fuat Cebesoy’a göre ortada bir komplo yoktu. Cebesoy, İzmir’deki görüşmenin ardından bir kez de İstanbul’da benzer bir toplantı daha yaptıklarını da yazıyor.
Mustafa Kemal, 30 Ekim günü Ali Fuat Cebesoy’u Çankaya’ya yemeğe davet ettiğini ama onun gelmediğini söylüyor. Cebesoy ise davetin kendisine hiç ulaşmadığını öne sürüyor.
Bugün bütün bu olayları bir kez de Ali Fuat Cebesoy’un kaleminden aktarıyoruz:
İstanbul’da bulunduğum sırada Rauf Bey’in Şişli’deki apartmanında, Kâzım Karabekir Paşa’nın da iştirakiyle görüştük. İzmir’de vardığımız neticeler daha ziyade şiddetlendi. Kararlar şunlardı:
Şüphe altında Ordu Müfettişi kalamazdık. Herhangi bir düşünce ile mebusluktan istifa etmek doğru değildir. (Rauf Bey, Refet Paşa’nın Meclis reisliğine verdiği istifanamesini daha evvel geriye aldırmıştı.)
İnkılâpların hepsine taraftar olmakla beraber, bunların her hangi bir şahsa veya zümreye imtiyaz vermek için değil, bütün memlekete ve halkımıza mal edilmek emeliyle yapılmış olduğu hakkında müttefik kalmıştık. Bu münasebetle 10 Eylül’de Bursa’nın kurtuluş şenliklerin de, Gazi’nin verdiği nutuktaki şu sözleri hatırlamıştık:
‘Yaptığımız inkılâplar, Türkiye’nin asırlarca refahına, saadetine kâfidir. Bize düşen, bunu takdir ederek muhafaza için çalışmaktır.’
Devlet şeklimiz olan Cumhuriyetin bir şahıs veya zümrenin idaresine âlet olmasına mânî olmağa elimizden geldiği kadar çalışacaktık.
Ve nihayet Mecliste toplanmanın ve orada memleketin nef’ine bütün kaabiliyetimizle çalışmanın, içinde bulunduğumuz vaziyetin en münasip bir hâl çaresi olacağında mutabık kalmıştık. Mecliste bizimle aynı fikirde olacak arkadaşlarla, sözlerimizi işittireceğimize kaani olmuştuk. Bir ay kadar İstanbul’da istirahatten sonra, İzmir’de henüz bitiremediğim tetkik ve teftişlerimi ikmâl etmek üzere, Ekimin onuna doğru vapurla İzmir’e dönmüş ve orada işimi bitirince de 10 Ekim 1924 sabahı Ankara’ya gitmiştim. (Cebesoy yanlış hatırlıyor, tarih 30 Ekim olmalı.) Aynı gün öğleden sonra Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Müşir Fevzi Paşa tarafından kabul edildim.
Niçin evvelâ Gazi’yi ziyaret etmedin? Sualinin cevabı basittir. Çünkü askerî bir sıfatım vardı. Ordu Müfettişi idim. Ve Ankara’ya, böyle jumacılarla muhât (kuşatılmış) ve kontrol altında Ordu Müfettişliği yapamayacağımı anlayıp, bu mahzurların giderilmesi için, bir çare bulunmasını istemeğe gitmiştim. Pek tabiî olarak bu şikâyetimi ve isteğimi evvelâ mâfevkim olan makâma bildirmem lâzımdı. Cumhurreisini, ancak ondan sonra ziyaret etmem gerekirdi.
Evet Müşiri ziyaret ettim. Görüşmemiz bir saattan fazla sürdü. Memleket müdafaası bakımından ordularımızın üzerlerine alacakları muhtelif vazifelere göre nasıl tahaşşüt edecekleri ve tahaşşüt bölgelerinin nasıl örtüleceği ve bunların nasıl mukabil hareketlere geçeceği konusunda bir hayli konuştuktan sonra, beni memnunlukla dinlediğini izhar eden Fevzi Paşa’ya mevzuu değiştirerek, dedim ki: ‘Fakat maatteessüf, sizin memnun kaldığınızı birçok vesilelerle izhar buyurduğunuz Ali Fuat’tan hükümet ve Millî Müdafaa Vekâleti o kadar şüphe ediyordu ki, mektuplarını açtırmak suretiyle muhaberelerini kontrol ettiriyor ve nihayet kimlerle münasebetlerde bulunduğunu araştırmaya dahi başlamış bulunuyorlar.’
Müşir, birden bire tehevvürle ayağa kalkarak:
‘Ne diyorsun Paşa?’ diye ses yükseltti, ‘Yeni Türk Cumhuriyetinin temellerinden biri olan sizden, hükümet nasıl şüphe edebilir? Anlı- yamıyorum, bu nasıl olur?’
Üzüntü ve merak içinde her hâlile inanmadığını belirttiği olayı, anlatmamı istiyordu, anlattım:
‘Takip edildiğimi duyduğum vakit, ben de, itiraf ederim ki, evvelâ inanmamıştım. Fakat maiyetimdeki bazı sadık arkadaşlarım bunu maalesef deliller ile isbat ettiler. Öyle ki, artık, doğruluğunda tereddüt edilir bir tarafı kalmadı. Bu vaziyette takdir buyurursunuz ki, benim şüphe altında Ordu Müfettişliği yapmama imkân yoktur. Siz, âmirimsiniz. Derhâl müdahale buyurup, bu şüpheyi esasından üzerimden kaldırmadıkça, askerî vazifeme devam edemiyeceğim pek tabiîdir. O zaman Büyük Millet Meclisindeki teşri’i vazifeme dönerek, Mecliste, kimlerin ne hakla, benden şüphe ettiklerini bulmağa çalışırım. Bu sayede, Cumhuriyetimizin daha ilk yılında, kimlerin idaremizi ifsada teşebbüs ettikleri de, bütün milletçe bilinmiş olur.’
Sözlerimi sonuna kadar üzüntü içinde dinleyen Fevzi Paşa yazık ki; ‘Çok esef edilecek şeyler anlatıyorsunuz… Fakat ben ne yapabilirim?’ tarzında bir cevapla, hiç bir şey yapmak kudretinde olmadığını açıkladı.
Müşir Paşa ile konuşacak başka bir şey kalmamıştı. Yanından ayrılırken ‘Bu vaziyette, siz de, istifanızı vermekten başka bir çare görmüyorsunuz değil mi?’ demiş ve onun büyük bir teessürle ‘Evet…’ cevabını verişi üzerine, resmî makamından çıkıp, Yaverinin odasında yazarak imzaladığım istifanâmemi, tekrar yanma giderek bizzat eline vermiştim.
Bu iş bitince, yaverim Yüzbaşı Ali Rıza Bey’le beraber misafir olduğum, Hacıbayram civarındaki Saffet Bey’in evine gittik. Ben evvelce Ankara’da iken bu evde otururdum. Benden sonra Saffet Bey buraya geçmişti. Moskova Sefareti Ataşemiliterliğinden Erzincan Mebusluğuna seçilen Saffet (Ankan) o günlerde Halk Fırkası Umumî Kâtibi idi.
İşte ben, onun evinde misafir bulunduğum sırada, o gece, Gazi, beni aratıyor. Bulduramıyor. Halbuki o esnada Saffet de Çankaya’da Gazi’nin yanında bulunuyor. Dikkat buyurun; bu durumda Gazi, Ankara’da beni aratır da, bulamaz, kâbil mi? Ve işte bu bir muammâdır. Beni, o gece Gazi namına kim veya kimler aradılar da bulamadılar?
Ben bulunamayınca, (!) Gazi’ye ‘dâvetinize icabet etmedi’ şeklinde aksettirilmiş olmalı ki, bundan ‘O hâlde bir hareket var’ mânasını çıkaran Gazi, ertesi günü bütün mebus kumandanları, mebusluktan istifaya dâvet ederek, politikadan uzaklaştırmak istiyor.
Mesele, kısaca şudur: Biz ne kadar dürüst hareket ederek, iptidadan beri büyük bir itimat ve samimiyetle bağlandığımız Atatürk’ten hiçbir veçhile ayrılmadıksa, bizim yeni arkadaşlarını seçmekte kendisini serbest bırakışımızdan istifade ile iltihak edenlerden bir kısmı maalesef bu hüsnü niyetimizi su’i istimal ettiler, mânalandırdılar. Ve bizi akıl ve hayalimizden geçmeyen Padişahçılık, Halifecilik gibi gericiliklerle malûl göstermekteki gayretleriyle -bir zaman için de olsa- Atatürk’ün hakkımızdaki hislerini dahi başka istikâmete çevirdiler.
Görüldüğü gibi, anlaşmazlığın doğuşu, daha ziyade ahvalin ilcaatıyla olmuştur. Düşünülürse, tarihte bu hâlin misalleri çoktur. Yeniler, dâima eskileri yadırgarlar, istemezler.
Biz diyorduk ki; Cumhuriyet ilân edildi. Memleket, adı konan rejimin normal hayatına girdi. Fakat, bunca fedakârlıklarla bu memleket kurtarılıp, bu mesut neticeye varıldıktan sonra, şimdi bu hale mi gele cektik? Mecliste bile kalkıp hükümetin herhangi bir hareketini tenkit mahiyetinde, bir söz söyleyemiyoruz.
Halk Partisi Mecliste tamamen murakabesizdir. Ve bu partinin başında Mustafa Kemal bulunduğu için, onun iktidarı karşısında hiç kimse muhalefet yapmak cesaretini kendinde bulamaz. Mustafa Kemal’in haberi olmasa bile, biri onun adına çıkıyor, şöyle veya böyle yapacağız veya yaptık deyip, şahsen verilmiş kararlarla hepimizi emri vâ ki’ler karşısında bulunduruyor.
İşte böyle Gazi’nin, hattâ Millî Mücadele sözünü onunla beraber ilk defa telâffuz etmiş ve o günden sonuna kadar sürmüş candan bir bağlılıkla bu ölüm kalım savaşını el ele yapıp zafere ulaştırmış olan eski arkadaşları şimdi, gördükleri hatâları tashih için tenkit dahi edemez hale gelince, pek tabiî olarak, ‘Bu Cumhuriyet idâresi bu tarzda devam edebilir mi?’ suali kendiliğinden zihinlerde yer bulmuş oldu. Gazi’nin Millî Mücadele arkadaşları, elbette Cumhuriyeti arzu etmişlerdir. Esasen 23 Nisan 1920’de açılmasını olanca güçleriyle çalışarak temin ettikleri Büyük Millet Meclisi ile, Cumhuriyetin temelini kimler atmıştı? Gazi ile etrafındaki bu arkadaşları değil mi? O hâlde, bu arkadaşların Cumhuriyet taraftan olup olmadıklarını düşünmek dahi abesti. Hiç kimse bizzat temelini attığı şeyin aleyhtarı olamaz. Bunu akıl kabul etmez. Fakat biz, Karabekir, Rauf, Doktor Adnan, Refet ve diğer eski arkadaşlar, Cumhuriyet dediğimiz bu rejimin, gerçek bir Cumhuriyet yâni Demokrasi ve Partiler Cumhuriyeti olması lâzım geldiği kanaatinde idik. Yeniler ise, bizim bu kanaatimize karşı, ‘Hayır’ diyorlardı. ‘Cumhuriyet ilân edildi. Şimdi yapacağımız inkılâp var. Partiler birden fazla olursa, parti kavgalarıyla inkılâplar kolay yapılamaz. Onun için, Gazi’nin etrafında temel parti halinde toplanıp, bu rejimi devam ettirmek lâzımdır.’