Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ve yapan kadro içinde Mustafa Kemal’in iki çok eski arkadaşı da var.
Bunlardan birincisi, Ali Fethi Okyar. Defalarca başbakanlık bakanlık yapmış, Paris’e büyükelçi olarak gitmiş, Atatürk’ün isteğiyle liberal Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurmuş. Fethi Okyar ile Mustafa Kemal, ta Manastır Askeri Lisesi günlerinden arkadaşlar.
İkincisi ise Ali Fuat Cebesoy. Onunla arkadaşlığı ise 1899 yılında, İstanbul’da Harbiye sıralarında başlıyor. Cebesoy, askeri liseden değil Fransız St. Joseph Lisesi’nden mezun. Buna rağmen Mustafa Kemal’in Fransızcası ondan iyi. Harbiye’de bu konuda aralarında tatlı bir rekabet var.
Cebesoy’un aile geçmişi de Mustafa Kemal’den çok farklı. Cebesoy’un dedesi, aslen Alman olan ama Osmanlı’ya sığınıp ‘Mehmet Ali’ adını alan meşhur Müşir Mehmet Ali Paşa.
Müşir, yani mareşal Mehmet Ali Paşa’nın bir başka paşanın kızı olan Ayşe Sıdıka hanım ile evliliğinden 4 kızı oluyor. Büyük kızı Hayriye Hanım, daha sonra 31 Mart isyanını bastıracak olan Hareket Ordusu’nun komutanlarından Hüseyin Hüsnü Paşa ile evleniyor. Bu evlilikten doğan çocuklarından biri Albay Tahsin bey, Türkiye İşçi Partisi’nin efsanevi genel başkanı Mehmet Ali Aybar’ın babası.
Müşir Mehmet Ali Paşa’nın ikinci kızı Leyla Hanım, Hasan Enver Paşa ile evleniyor. Bu evlilikten doğan kızlardan Celile Hanım hem ünlü ve önemli bir ressam hem de Nazım Hikmet’in annesi. Aynı evlilikten doğan bir başka kızı Nünevver Hanım ise şair Oktay Rifat’ın annesi. Yani Nazım Hikmet ile Oktay Rifat teyze çocukları.
Müşir Mehmet Ali Paşa’nın üçüncü kızları Zekiye Hanım ise İsmail Fazıl Paşa ile evleniyor. Ali Fuat Cebesoy işte bu evlilikten doğuyor. Nazım Hikmet ile akrabalıkları da buradan geliyor. Ali Fuat Cebesoy ile Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım teyze çocukları; yani Nazım Hikmet, Ali Fuat Paşa’nın ikinci dereceden kuzeni.
Cebesoy, kendi Moskova Büyükelçiliği döneminde de, daha sonra Ankara günlerinde de kuzenine hep sahip çıkıyor.
Ali Fuat Cebesoy, bir Amerikalı araştırmacı olan Frederick Latimer ile çok uzun bir söyleşi yapmış. Latimer bir çeşit sözlü tarih projesi kapsamında konuşmuş Cebesoy’la.
Bu konuşma sırasında Mustafa Kemal’in karakteri hakkında sohbet edilirken Atatürk döneminde Osmanlı tarihinin ders kitaplarında ne kadar az yer edindiğini anlatıyor Cebesoy ve sonra bir çeşit bilinç akışıyla Atatürk’ün Türklüğü yüceltmesine sıçrıyor ve derken laf büyük şair Yahya Kemal’e geliyor.
Buradan sonrasını bu söyleşiden izleyelim:
Mesela en meşhur, Yahya Kemal, şair bizim. O Osmanlı, halis Osmanlı. Çok Osmanlı o. (Atatürk) Onu çağırır, ‘Bu dönmez’ der. ‘Bu’ der, ‘Türk olmaya kalktı mı’, der, ‘Osmanlı, olamaz’ der. ‘Bunun elindeki bütün sanatı gider’ der. ‘Bu Türk oldu mu’ der ‘Ne edebiyatı kalır der, ne şiiri kalır, ne bir şeysi. Bu böyle, Osmanlılıktan doğmuş, Osmanlı şairi olmuş, Osmanlı edibi olmuş’ der. ‘Başka şeysi olmaz.’
Nazım Hikmet’i çok istedi, yani onda çok büyük istidat gördü. Onun, böyle, filmlerini getirtti. Afet Hanım çalar, bilir Afet Hanım onun şeyini. Atatürk onu çağırmak istedi. Nazım çok rica etti ‘Beni çağırmasın’ dedi. ‘Belki bir kusur işlerim, bir terbiyesizlik yaparım, bana çıkışır, gözünden düşerim’ dedi. Çünkü Nazım gayet dik kafalı bir adam. Yani kumanda altına girmeyen bir adam. Atatürk isterdi ki kendi kalıbına girsin herkes, Türklüğe girsin. Herkes bu Türklüğün içinde. Ondan sonra, ‘Kalk sen bir şey söyle, anlat der, filan’ der. Bu da der ki ‘Ben emir yapamam’ der, ‘O vakit bir kusur yaparım, beni huzuruna çağırmasın’ derdi. Ama (Atatürk) bunun şiirlerini okuturdu, gramafonda filan da dinlerdi. Çok isterdi bu adamla…
Frederik P. Latimer – İstiklal harbi hakkında çok şiir yazdı değil mi?
Ali Fuat Cebesoy – Yazdı. Ama (Atatürk) öldükten sonra yazdı, öldükten sonra yazdı.
Frederik P. Latimer – Öyle mi?
Ali Fuat Cebesoy – Ölmeden evvel pek fazla bir şeyi yoktu. Ölmeden
evvel garip bir şeydi bu çocuk. Ben, biz, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını yaptığım zaman, bu benim teyzemin torunudur, annemin ablasının kızının kızı, yani biz ona büyük dayı gibi oluruz, bana koştu geldi. ‘Mecliste murakabe heyeti olmaktan bu millete ne çıkar’ dedi. ‘Bizim’ dedi ‘Bütün gayretimiz’ dedi ‘Atatürk’ün etrafına Türklüğü koyalım, Türklük yerleşsin, Türklük, Türkçülük yerleşsin, inkılâplar yerleşsin, bunlarla beraber, ondan sonra her şey kolaydır’ derdi.
Frederik P. Latimer – Nazım Hikmet?
Ali Fuat Cebesoy – Nazım Hikmet söyledi. Bana söyledi. ‘Bana müsaade et’ dedi, ‘Kabahat işletirsin’ dedi. Bunu söylediği zaman da 23, 24, 25 yaşındaydı. Zeki bir çocuktu, o da zeki bir çocuktu. Kabiliyetli bir çocuktu.
Frederik P. Latimer – (Atatürk) Daha çok sağ olsaydı belki firar etmeyecekti.
Ali Fuat Cebesoy – Yoo. Onun hastalığı zamanında, efendim, Şükrü Kaya, herkesin kendine göre bir düşünüşü var, konsepsiyon, bilmem İngilizce ne derler, konsepsiyon.
Frederik P. Latimer – Conception.
Ali Fuat Cebesoy – Bu Napolyonu, şey, Atatürk’ü bunlar Napolyon haline koyarlardı. Yani bunların kafası. Yoksa Şükrü Kaya iyi yetişmiş bir adamdı yani, güzel tahsil görmüş ve yetişmiş bir adam Kendini de polis umum müdürü Fuşe yerine koyardı. Bu Bonapart’a bu bakımdan hizmet edecek, yani ideali bu. Ee şimdi bunlar, her gün bir vaka ihdas edecek ki, bir iş olacak ki eseri meydana çıksın. Eee yok. Bizim memlekette mesela, evet, Nazım Hikmet komünist mezhebini kabul etmiş, ama milliyetperver bir adamdı. Türktü, halis Türktü. Milliyetperver bir adamdı, hiçbir vakit de Rus olmadı. Binaenaleyh o burada bütün mezhebi namına çalıştı, Türk sosyolojisi namına çalıştı, yani Türkiye’de fakir az olsun, bir sosyalizm teessüs etsin ki servet taksim olsun. Yani bu kendi doktrinini, kendine mal ettiği doktirini yaymak istiyordu. Ama hiçbir vakit de Rusya’ya alet olmak istemiyordu. Hatta bu olamadı diye, vaktiyle o üniversiteye gitti, Rusya’da üniversite okudu iki buçuk üç sene. Olamadı diye, orda Rus ajanı olmadı diye bizim memleketimizde öldürmeye kalktılar. Ve bizim polisin malumatı altında aylarca kundura boyacılığı yaptı, bu işi atlatsın diye, anlatabildim mi? Binaenaleyh, bu kadar vatanperver bir adamdı.
Şimdi çıkıyor bir dahiliye vekili, bir dahiliye vekili çıkıyor, iş kalmıyor, eee kendisini, Mustafa Kemal’e kendisini işgüzar bir adam gibi göstermek istiyor, tutmuyor bizim memlekette, mesela komünizm falan tutmuyor, böyle bir kadro olamıyor, ondan sonra, bu çıkartıyor bunların başı Nazım diyor mesela. Tabii Atatürk itiraz ediyor, ‘Böyle bir şey ben zannetmiyorum’ diyor. ‘Bu kadar Türk ruhunu duyan bir adam, bu kadar milliyetçi ruhu duyan bir adam enternasyonal olamaz’ diyor. ‘Buna imkan yok’ diyor. ‘Hayır var’ diyor, bu sefer gidiyor Mareşale. Atatürk’e kabul ettiremeyince Mareşale (Fevzi Çakmak’a) gidiyor. Mareşal askerlikten başka o kadar çok malumatı olmayan bir adamdı. Biraz da fazla şarkçıydı. Daha fazla şarkçı bir adamdı. Bu böyle Atatürk inkılâplarını Atatürk’ü sevdiğinden dolayı kabul ederdi, yoksa kafaca kabul etmiş değildi. Ve o da kadere inanır bir adamdı yani. Gidiyor onu kandırıyor…
Şükrü Kaya gidiyor onu fitliyor, bazı adamlar buluyor Nazım Hikmet’in şiirini kopya ettiriyor. Orduya dağıtıyor. Ondan sonra, müşir tabii, mareşal kuşkulanıyor, bunu tevkife karar veriyor. Bir taraftan da geliyor, (Atatürk’e) ‘Yazık oluyor bu çocuğa, müdahale etseniz de bıraksalar.’ Gazi ‘Dikkat et’ diyor, ‘Bu senin işindir’ diyor, Şükrü Kaya’ya. ‘Bana kurtar diyorsun, gidiyorsun, Mareşala da yakala diyorsun bu adamı.’ Nihayet, hastalandı Gazi. Onun hastalığından istifade ettiler, onu divan-ı harp kararıyla onbeş seneye mahkum ettiler. Garip bir şey diyeyim, yalnız onbeş sene değil, iki divan-ı harp aynı vakadan dolayı onbeşer seneye mahkum ettiler, otuz sene. Yani Ceza Kanununda böyle bir şey yok. Sonra şahitler geldi. Gelen şahitler assubaylar, küçük zabitler. Bunlar dediler ki ‘Evet biz Nazım Hikmet’e hayranız, onun şiirine hayranız, kendisiyle de görüştük, ama bize derdi ki benim şiirimden öteye gitmeyin. Çünkü her mezhepte, her iktisadi mezhepte olan milletlerde de, ordu siyasetle meşgul olmaz. Onun için siz böyle şeylere girmeyin, karışmayın, orduda hizmetinizi görün, en büyük hizmet odur. Bize böyle söylerdi’ dediler. Bunlar geldiler söylediler yani divanı harpte. Buna rağmen müşirin vehmi artmış, işte divan-ı harp erkânı üzerine tesiri ziyade olmuş. Onlar işte onbeş sene, öbürü de onbeş sene, tamam, otuz sene garanti. Bunu koydular, komünistlerle, diğer komünistlerle beraber, Çankırı’da hapse. Bu şikayet etti. ‘Benim yok bunlarla bir münasebetim.’ Nihayet Bursa’ya kaldırdılar. Bursa’da yalnız başına kaldı. Hakikaten büyük bir metanet gösterdi. Ondört sene benim elbiselerimden başka hiçbir şey almadı. Kendi dokuma yapardı Bursa’da, satarlardı, onunla yemeğini, istediği şeyi dışardan aldırtır getirtirdi. Ondört sene onbeş sene böyle çalıştı. İşte af oldu, olacaktı da, oldu filan, nihayet af olduktan sonra, çünkü o vakit Mareşal ölmüştü galiba, öyle ya Mareşal ölmüştü, ona rağmen orduda bu zihniyet var, Mareşalin zihniyeti var. Mareşal öldükten sonra yine bunu korkuttular. Askerlik şubeleri çağırdı, çağırınca bu dedi ki beni gönderecekler. Halbuki askerlikten bir münasebeti kalmamıştı. Kendisi bahriye subayı çıkacağı zaman hasta oldu, muayene ettiler, çürüktür dediler, askerlikten çıkardılar. Eee o vakit de yaşı elli yaşını geçmiş, yani hiçbir askerlikte münasebeti yok. Onun için korkutmak istediler. Bunu çağırdılar burda Fatih şubesine. Korktu bu, ‘Beni’ dedi ‘İhtimal Erzurum’a gönderecekler, yolda vuracaklar’ dedi. ‘Benden kurtulmak için.’ Onun üzerine kaçtı gitti. Hayatını kurtardı. İnsanların kabul etmek lazım gelir ki demir bile paslanıyor. İnsanda ne kadar kuvvet, kudret olursa olsun, onbeş sene yirmi sene insanı zaafa [düşürtüyor].