Mustafa Kemal, daha Anadoluya geçer geçmez, Haziran 1919’da Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Kazım Karabekir’in de imzaladığı Amasya Genelgesi ile ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesini duyurmuştu.
Bu ilke, Kurtuluş Savaşı’nın hem halk hem de bütün dünya nezdindeki meşruiyetini sağlıyordu. Nitekim 23 Nisan 1920’de toplanan ve Kurtuluş Savaşı’nı yöneten Meclis’in de temel ilkesi ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesiydi.
Egemenlik padişahın değildi, milletindi. O Meclis, 1 Kasım 1922’de saltanatı da kaldırarak ‘Yeni Türkiye devleti’ni ilan etti. Türkiye, aslında o andan itibaren adı konmamış bir Cumhuriyet’ti.
Bu yeni Türkiye’nin meşruiyeti, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile o sırada dünyanın en önemli bütün büyük güçleri tarafından da tanındı ve tescil edildi.
Lozan’dan dönen İsmet Paşa, ‘Yeni Türkiye devleti’nin rejiminin adının konmamış olmasından şikayetçiydi.
Anılarında aynen şöyle yazıyor:
Devletin şekli açıktaydı. Gerçi, iç ve dış âlem, bugünkü hal devam edecekse, bunun manasının ne olduğunu pek güzel biliyordu. Fakat, cumhuriyetin kurulmasını bir ihtiyaç olarak görenlerin kudretinin, adını söyleyerek onu ilan etmeye kafi gelmediği zannolunuyordu. Mesele bu. Tabii böyle bir telakkinin (anlayışın) başlıca hedefi de Atatürk oluyordu. Demek bütün bu işleri idare edip neticeye götürmüş olan insan, fiilen idarenin başında bulunduğu halde, o idareyi cumhuriyet şeklinde ilan etmeye kudretli değildir. Bu görünüş devlete zayıflık veriyordu. Benim dışarıda Hariciye Vekili sıfatıyla yabancılara karşı kendimizde gördüğüm başlıca zayıf nokta bu idi. Herkesin gözünde ve anlayışında, devletin şekli ne zaman kararlaştırılacak istihfamını sezerdim. Lozan dönüşü, ben, meseleyi bu görüşten ortaya kordum. Bu bir eksiklikti. Devletimize karşı yapılması lazım olan bir vazifeyi yapmamış durumdayız. İstediğimiz halde, aklımız yettiği halde, yapmaya kudretimiz olmadığından dolayı yapamıyoruz tefsiriyle zayıf görünüyorduk. Lozan Muahedesi’ni imzalayan devletler, bu zanla bizimle münasebet kurmak için bekler vaziyetti idiler. Yani devlet ve o devletin başında bulunan bizler, zaafla karşılanıyorduk. Bu zaaf telakkisinin mutlaka düzeltilmesi lazımdı. Benim kanaatim buydu. Atatürk ile mutabıktık.
Bizim bu kanaatimiz arkadaşların birçoğu tarafından biliniyordu. Şimdi, her biri ile nasıl görüştüğümü bilemem. Onu hatırlamama imkân yoktur. Fakat benim, Lozan’dan hangi telakkilerle geldiğimi biliyorlar. O günler için aramızda başlıca ihtilaf, bu telakkiler sayılıyordu ve beraber çalışamaz halde görünüyorduk.