Tarihçi Bilal Şimşir, Ankara’nın başkent olmasını anlattığı bir makalesinde, Ankara için, ‘Keçisi, kedisi ve armudu dışında bir özelliği olmayan yer’ diyor.
Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara kaçınılmaz olarak baş roldeydi ama savaş ve ardından da barış da kazanıldıktan sonra bozkırın ortasındaki bu çamurlu şehirde, imkansızlık içinde durmaya devam etmek gerekli miydi?
Sözü bugün İsmet Paşa’ya bırakıyoruz, bakın o nasıl anlatıyor:
Bir defa Boğazlar askeri bakımdan tamamıyla açık, tamamıyla emniyetsiz. Bu vaziyetteyiz. Lozan Muahedesi ile elde edebildiğimiz neticeler ve tarihi şartlar bizi endişeye sevk ediyor. Ayrıca Anadolu’nun ortasında bulunarak ve bir Anadolu Hükümeti olarak yeni devleti çalıştırmak istiyoruz. Buna karşılık, İstanbul entellekti, tabii olarak İstanbul etrafında bir Türkiye Devleti’nin kurulmasını istiyor. Gerçi bunun kötü niyetle hiçbir münasebeti yoktur. Görünürdeki bütün tabii hayat şartları, hükümet merkezinin İstanbul olmasını zorluyordu. O zamanki Ankara’yı hatırlamak lazım. Biz evimize ata binip geliyorduk. Atatürk devlet reisi olarak Çankaya’da oturuyor. Buraya gelmek için doğru dürüst ne yol var, ne imkân var. Fakat biz diyorduk ki, yollar yapılacak, her şey olacak. Haydi efendim sende, yapılacakmış, olacakmış! Gördüğümüz karşılık bu. O şartlar hâkim. İleride şartlar daha müsait olacaktır diye yakın atiden bir ümit beslemeye imkân yok. Ankara’da herkes perişan bir halde. Hâkimdüşünce şöyle: Milli Mücadele bitti, her tarafta kurtulduk, genişliğe kavuştuk. Fakat soruyorlar: Siz bu darlıkta, bu sıkıntı içinde ne kadar yaşayacaksınız, çalışacaksınız ve bu ne kadar sürecek? Belli değil. Bunu kabul ettirmek her gün bir idmana, her gün yeni bir tertibe ve gayrete ihtiyaç gösteren bir durum. Mebusları, memurları, idare eden herkesi düşünüyoruz. Mahkemeler kurmuşuz, yüksek mahkemeyi Eskişehir’den buraya getiremiyoruz. Bu şartlar altında Ankara’nın bir an evvel devlet merkezi olarak hazırlanıp, içinde çalışılır olduğunun kabul edilmesi, ancak onun başka bir ihtimali bulunmayan kesin bir karara dayandığının ispat edilmesine bağlı idi. Bütün şartlar Ankara için aleyhte görünüyor. Fakat biz vaziyete tamamıyla hâkim bulunuyoruz. İstanbul’un hükümet merkezi olması halinde Babıâli kadrosu diye muayyen bir şeyden ürktüğümüz yok. Yalnız Babıâli insanlarının değil, istanbul entellektinin, geçmiş devrin tanınmış simalarının bütün hayatları İstanbul’da geçmiş. Bizim düşüncelerimizi anlamalarına ihtimal yok. Lozan Konferansı’ndan önce Poincaré ile görüşmek üzere Paris’e gittiğim zaman, Franklin Bouillon ile bir yemek yemiştim. Fransız diplomasi ricali ile yaptığım görüşmelerde uğradığım güçlüklerden, kendimizi ve davamızı anlatamadığımdan şikâyet ettiğim zaman, hep hatırlarım, bana şunu söylemişti: Bunların büyük isimleri vardır. Fakat cahildirler, birçok şeyi bilmezler. Buna hayret etme. Daha önce söyledim mi, bilmiyorum. Hatta bana şöyle söyledi. Ben bu konferansı bir haftada bitiririm dedim de, sakın yapmayasın, dedi. Ama asıl tabiri yıprat, konferansı yıprat. Konferansta tecrübe ettim bunu. Büyük siyasi mücadelelerde kuvvetli silahım olarak kullanırım onu ben. Büyük bir güçlük karşısında kaldığım zaman, hiç yılmadan yıpratmaya karar veririm. Bizimkiler de işte böyle şöhretlerdi. Bunlarla bir araya gelip anlaşmamız mümkün olmadığı gibi, Ankara’nın neden hükümet merkezi olması gerektiğini de kavrayamazlardı. İstanbul basını kıyameti koparıyor. Acele ediyorlar, kendi aralarında bile konuşmuyorlar, diye neşriyat yapıyor. Şahıslara girmek istemiyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki, Atatürk’ün kanaatince Refet Paşa da Ankara’nın hükümet merkezi olması fikrinin kesin olarak karşısındaydı. O, bu esnada İstanbul’da oturuyor ve her gün, herkese bunu söylüyordu. Bizim yakında yapmayı tasavvur ettiğimiz inkılaplar, bilhassa hilafet üzerindeki görüşümüz ve hissolunan siyasetimiz, İstanbul’u ve büyük ölçüde İstanbul entellektini telaşa sevk ediyordu. İşte bütün bu faktörler de ayrıca, hükümet merkezi meselesinin bir an evvel halli için bizi aceleye zorluyordu.