Cumhuriyet’in daha birinci yılının yeni dolduğu günlerde çıkan ilk kriz komutanların istifasıydı. Mustafa Kemal burada orduyu yanına almaya çalışan bir muhalefet komplosu sezdi, buna sert cevap verip ordu komuta kademesinin siyasetle olan bağını kopardı.
Ama hemen ardından siyasi muhalefetin İsmet Paşa hükümetine karşı verdiği gensoru geldi. İki gün önce bu gensoruyla ilgili görüşmeleri ve Atatürk’ün buna tepkisini burada yayınladık. Gensoru sonunda hükümet yeniden güvenoyu aldı ama bu durum CHP’de istifalara ve giderek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasına giden yolu açtı.
İsmet Paşa gensoruda güven oyu alsa bile birkaç gün sonra sağlık gerekçesiyle Başbakanlık görevini bıraktı.
İsmet Paşa’nın 1960’ların ikinci yarısında kaleme aldığı anılarında konuya ta CHP’nin kuruluşundan giriyor ve muhalefet hareketlerinin temelini anlatıyor:
Herkesin bildiği gibi Cumhuriyet Halk Partisi, Milli Mücadele dediğimiz büyük kurtuluş çabasının siyasi temeli olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin devamı olmuştur. Daha, Büyük Millet Meclisi idaresi devrinde yani 1920’den 1923’e kadar geçen zamanda, memleket idaresi Büyük Millet Meclisi’nin yalnız murakabesi (denetimi) değil, hatta fiilen idaresi altında geçmiştir. Bu devirde Büyük Millet Meclisi yalnız memleketi idare etmiyor, memleket idaresinde çoklukla hükümette bulunanlara karşı teşkilatlı bir grupla sert ve ciddi bir murakabe yürütüyordu. Hepsi Müdafaa-i Hukuk’tan gelmiş olan milletvekilleri, Birinci ve İkinci Grup adları ile birbirinin karşısında vazife görüyorlardı. İkinci Grup, bugün anladığımız manası ile, Atatürk idaresine karşı muhalefeti teşkil ediyordu. Milli Mücadele böyle bir siyasi yürütme ve denetleme kuruluşu içinde geçmiştir. Grupların Büyük Millet Meclisi’nde birbirleriyle geçinmeleri vakit vakit insanı meyus edecek (üzecek) gerginlikler gösterdiği halde idarecilerin sabrı ve vatanseverliği büyük sefer esnasında bir bölünmeyi önlemiştir. 1923’te yapılan Meclis seçiminde millet huzuruna yine siyasi teşekkül olarak Müdafaa-i Hukuk çıktı. Netice Müdafaa-i Hukuk milletvekillerinden kurulu bir tek parti meclisi idi. Şu farkla ki, geçen İkinci Grup’un uzlaşmaz ve Atatürk idaresi karşısında sanılan üyelerinden hemen hiç kimse Meclis’e gelmemişti.
Ben Lozan’dan döndüğüm zaman, burada parti teşkilini olgun bir karar olarak buldum. Devletin kurulması için girişilen her türlü faaliyetler arasında, şimdi Atatürk’ün kimlerle ve nasıl çalışacağının tayin edilmesi gerekiyor. Atatürk bununla meşgul. Daha evvel temas ettiğim için tekrarlamayacağım. Ben geldikten sonra bu görüşmeler devam ediyordu ve parti teşkili için çalışmalar olgunlaşmıştı. Atatürk, yeni devletin idaresinde ve gerçekleştirmeye girişeceği ıslahatta iyi kurulmuş bir partiye istinat etmek (dayanmak) fikrinde idi. Bu fikre hepimizden evvel sahip olmuş ve bunu ciddi olarak tahakkuk ettirmek (gerçekleştirmek) istemiştir. Hazır bulduğum bu faaliyeti benimsedim. Bir partinin lüzumunu, faydalı olacağını, muntazam çalışması lazım geldiğini ben de kabul ettim. Fakat bu hususta ne geniş tecrübem, ne geniş bir faaliyetim vardı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile alakam ve onunla çalışmam, muharebe esnasında özellikle cemiyetin teşekkülünün temel gayesi ve tek sebebi olan memleketin kurtarılması mevzuuna inhisar etmiştir. Ve bu münasebet tam askeri mahiyettedir. Genelkurmay Başkanı olarak Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin faaliyetini tabiatıyla paylaşıyordum. Mümkün olan yerlerde ona müdahale ederek yol göstermeye uğraşıyordum. Söylediğim çerçeve içinde cemiyetle münasebette bulunmak benim vazifemin tabiatı icabıydı. Sonra parti teşkili için çalışmama zaten imkân olmadı, muharebe bitince ayrıldım, Lozan’a gittim.
9 Eylül’de Halk Partisi resmen kuruldu. Atatürk Parti başkanı olarak partinin teşekkülünü takip ediyor ve onu intizama koymaya çalışıyordu. Klasik anlayışa ve umumi telakkiye göre, Atatürk’ün hem devlet başkanı, hem parti başkanı olarak çalışması, yadırganacak bir konu farz olunabilir. Ama bizde o zaman böyle bir yadırgama yoktu. Benim telakkim (düşüncem) de böyle idi. Yeni bir devlet kuruyoruz. Bu devletin başlıca kurucusu ve hazırlayıcısı Atatürk’tür. Devletin faaliyete başladığı esnada ona, ilerici, çok faal ve dinamik bir bünye verebilmek, başarılı kılmak için Atatürk, başlıca fikir ve enerji kaynağı olacaktı. Onun devletin başından ayrılması nasıl mümkün değilse, devlet idaresinin desteği olarak meydana getirdiği partinin başkanlığından ayrı düşünülmesi de o derece mümkün olamazdı. Bu hal bize çok tabii görünüyordu. Ancak devletin ve partinin bünyelerinde normal demokratik rejim teessüs ettiği zamanlarda devlet ve parti başkanlıklarının aynı şahıs üzerinde birleşmemesi düşünülecek bir konu olabilirdi. Nitekim, 1924 Anayasası demokratik bir anayasa olduğu halde, bunda devlet başkanının, parti başkanlığından ayrılması fikri bir mecburiyet olarak düşünülmemiştir. Bu da gayet tabii idi. Çünkü birçok radikal reformlar 1924’te henüz tamamlanmamıştı.
Atatürk, parti ile daima meşgul olmuştur. Bunu esaslı bir vazife sayıyordu. Parti başkanı olarak kalmasaydı sözü, ileride Serbest Fırka’nın teşekkülünde de bahis konusu olacaktır. Fakat Atatürk, o zaman da partiler dışında kalan bir devlet başkanı yerine, mevcut partilerin hepsine müsavi muamele eden bir devlet başkanı durumu ile vaziyeti izah ve takip etmeye çalışmıştır.
Terakkiperver Fırka ve Halk Partisi
Parti teşkilinde, Atatürk herkesi Halk Partisi’nden telakki etmeye, öyle kabul ettirmeye çok mütemayil görünmüş ve bunu vakit vakit söylemiştir. O zamanlarda fazla bir tecrübemiz yok. İyi niyetle yürüyeceğine inanıyoruz. Ama işin tabiatında bulunan istidat, çok geçmeden kendini göstermiştir. Halk Partisi’nden zannolunan pek çok kalabalık, ayrılma günü geldiği vakit en evvel ayrılmışlardır. Halk Partisi kurulduğu zaman, Birinci Meclis’teki İkinci Grup, partinin dışında kalmış ve bu grubun Atatürk idaresine karşı sanılan üyelerinden hemen hiç kimse, yeni Meclis’e seçilmemişti. Bununla beraber, Büyük Millet Meclisi’ndeki tek parti, kuruluşundan bir yıl sonra geçimsizliğin beraber çalışmayı imkânsız kıldığı sanılarak, tabii ve suni gayretlerle bir ayrılmaya ve bölünmeye gitmiştir. Bu suretle, 17 Kasım’da ilk muhalefet partisi olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Halk Partisi karşısında kurulmuş oldu.
1924 sonbaharında Meclis çalışmaları büyük bir istizahla (gensoru) başladı. 1 Kasım’da Meclis açıldı ve mübadele işleri derhal en ehemmiyetli mesele halini aldı. İstizah, Mübadele Vekilini hedef olarak seçmişti. Fakat, mübadele (değiş tokuş) ve iskân işlerinden başka, daha birçok meseleler vardı. Müzakereler esnasında, muhtelif vesilelerle diğer vekâletlere ait işlere temas ediliyordu. Ben havayı umumi münakaşaya istidatlı gördüm. Bunun için Meclis’i her meselede aydınlatmak fırsatını bulmayı tercih ettim. Ve istizahın genişletilerek bütün hükümet icraatını içine almasını, benden ve her vekilden istenilen hususların sorulmasını istedim. Bunu kabul etmeye hazır olduğumuzu söyledim. İstizah bu mahiyette işlemeye başladı. Birkaç gün sürdü ve çok sert oldu. Tekakkiperver Fırka henüz kurulmamış. Fakat, muhalifler her vesile ile hükümetin icraatı üzerinde mütemadiyen şikâyet ediyorlardı. Tenkitlerin ve şikâyetlerin büyük kısmı mübadele işleri üzerinde toplanıyordu: Mübadiller iyi iskân edilmiyor; gelenlerin bir kısmı yollarda perişan oluyor; Garbi Trakya’da Türk ahaliye zulüm yapılıyor, hicrete zorlanıyor. Başlıca şikâyetler bunlar.
Ahali mübadelesi gibi çetin ve ıstıraplı bir meselenin insanlığa yakışır bir tarzda halli için, Lozan’da Mübadele Mukavelesini hazırlarken çok düşündük ve çok emek sarf ettik. Halkı bir yerden bir yere naklederken muhtemel ıstırapları hafifletecek, asgari hadde indirecek birçok esasları mukaveleye koydurduk. Fakat tatbikat umulan neticeyi bir anda vermedi. Yunanistan’la siyasi münasebetlerimizin henüz teessüs etmemiş olduğu bir zamandayız. Tarafsız devletler vasıtasıyla, zannederim Hollanda sefareti vasıtasıyla, şikâyetlerimizi Yunan Hükümeti’ne bildiriyoruz. Vaziyet bu. Bir defa esas mesele, Yunanistan’ın bizimle hakikaten iyi bir münasebet tesisine karar vermiş olup olmamasındadır. Bunu çözmeye çalışıyoruz. Mübadele işleri hakkında Meclis’e geniş izahatta bulundum. Anket parlamenterin kabulü için uzun münakaşalar oldu. Muhtelif hatiplerin konuşmaları hayli devam etti. 8 Kasım’da Yunus Nadi Bey, Rauf Bey’e ve Refet Paşa’ya karşı hücuma geçti. Söz alarak. ”Memleketin rejimi mevzubahistir. Cumhuriyet idaresi mevzubahistir. Her şeyi görüşmek lazımdır. Hâkimiyeti milliye mi cumhuriyetin tekâmülüdür, cumhuriyet mi hâkimiyeti milliyenin tekâmülüdür, gibi bir nazariyenin mevzuu münakaşa olmasına mahal yoktur” dedi. Rauf Bey’in bir gün evvelki konuşmasını cevaplandırdı. Aynı mesele, yani hâkimiyeti milliye -cumhuriyet münakaşası, bu defa Yunus Nadi Bey ile Rauf Bey arasında açılıyor.
Yunus Nadi Bey, daha sonra Refet Paşa’nın mebusluktan istifa ettiği zaman yaptığı beyanata temas etti. Karanlık odada, yârân arasında bir akdi milli varmış, nedir bu, diye sordu. Burada cumhuriyet her suretle değersiz bir hale getirilerek, türlü tertiplerden bahsolunuyor, dedi.
Bu tartışmalarda, bir sene evvel, büyük ölçüde Atatürk’le ihtilafa düşmüş ve muhalefete açıktan başlamış olan arkadaşlar ön safta bulunuyorlar. İstizah böyle bir hava içinde cereyan ediyor. Nihayet, bu istizah tabii neticesine varıyor ve yeterlik takriri veriliyor. Yeterlikten sonra güvenoyuna müracaat ediliyor. 19-20 kişinin muhalefetine karşı, büyük bir çoğunlukla hükümete güvenoyu veriliyor. Bu güvenoyu verildiği zamanlarda ben hastayım. Amipli dizanteriden perişan bir haldeyim. Artık müzakerelere iştirak edebilecek durumda bulunmuyorum. 22 Kasım’da (1924) istifa ettim. Hakikaten yoruldum. Geçen bir sene zarfında Ankara’nın hükümet merkezi olması, cumhuriyet meselesi, hilafet meselesi, eski arkadaşların yarattıkları meseleler beni çok yordu ve bütün bu işler karşısında İstanbul basını ve İstanbul entellekti toplu olarak ve sebatlı olarak İsmet Paşa ile uğraştılar. Münakaşalar Atatürk ile çıktı, fakat devam ederken iyi bir taktikle benim üzerimde toplandı. İsmet Paşa meselesi haline getirildi. İstifa ettiğim zaman İstanbul gazetelerinden biri yazmıştı: ”Bütün millet oh!” demiş. Gazete, ”İsmet Paşa’dan kurtulduk, oh!” diyordu. Talih, hep böyle devam ediyor. Büyük buhran zamanlarında benden çekinenler hep ”Oh!” diyorlar ve sonra…
Atatürk Kalacakları, Gidecekleri Ayırıyor
İstizahı müteakip Halk Partisi içinde yeni bir cereyan baş gösterdi. Bu cereyan fikir ayrılıklarının o günkü hali ile devlet işlerini devam ettirilmenin mümkün olmayacağı kanaatine dayanıyordu. Atatürk’ün kanaati de böyleydi ve buna çok ehemmiyet veriyordu. Çünkü bazısını bildiğimiz, bazısının ne şekilde kararlaştırılacağını henüz tahmin edemediğimiz ıslahatın Halk Partisi’nin bu dağınık vaziyetinde nasıl kabul ettirilebileceği Atatürk’ün zihninde şüpheli bir hal almaya başlamıştı. Onun da katılmasıyla ortaya şöyle bir arzu çıktı: Beraber çalışamayacağımız insanları, sayısına bakmayarak partiden çıkaralım. Terakkiperver Fırka’nın teşekkülünden önceki günlerde böyle bir cereyan ciddi olarak ortaya çıktı ve Atatürk kalacakları, gidecekleri ayırmaya başladı. Ayrıca, herkes kendi arzusuna göre, gidecekleri tespit etmeye çalışıyordu. Bu, birkaç gün devam etti zannediyorum ve nihayet, Atatürk, uzun boylu düşündükten sonra bu cereyana son verdi.
Anlattıklarım, Terakkiperver Fırka’nın ilanı zamanına rastlar. Yeni fırkanın kurucuları ayrılır ayrılmaz, ne kadar şüphelendiklerimiz varsa hepsini çıkaralım, görüşünde ısrar edenler oldu. Fakat, Terakkiperver Fırka karşımızda vaziyet aldıktan sonra, Atatürk bu cereyanı kesin olarak durdurdu. Kim gidecekse kendisi gitsin, dedi ve bu halde bıraktı. Neticede, Terakkiperver Fırka götürebildiği kadar insanı götürdü; gerisi, taraftar olsa da olmasa da parti içinde kaldı. Ve bunların hepsi, Terakkiperver Fırka ile yakınlıklarını, münasebetler geliştikçe kaybettiler.