Okullarda öğretilmez, tarih kitaplarında pek az yazar ama Kurtuluş Savaşı’nı yapan Birinci Meclis aslında çok sesli ve çok hareketli bir Meclis’ti.
Başlangıçta daha fazla grup vardı ama Mustafa Kemal’in Müdafai Hukuk Grubunu resmen kurmasıyla birlikte Meclis’te iki büyük grup oluştu. Bir tarafta ezici üstünlüğü olan Müdafai Hukuk Grubu, diğer tarafta ise muhalefet yapan ve 2. Grup adını taşıyan grup.
Bu grubun önde gelen isimlerinden biri Hüseyin Avni Beydi ve Hüseyin Avni Bey, Mustafa Kemal’e başkomutanlık ünvan ve yetkilerini veren kanundan beri Meclis’in yetkilerinin elinden alındığını öne sürerek çok sert muhalefet yapıyordu.
Aşağıda bu muhalefetin sertliğine dair çok çarpıcı bir örnek yayınlıyoruz. 30 Ağustos 1920’de Atatürk’ün yönetimindeki ordular Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni kazanmıştır. Bu savaş başarısının ardından Mustafa Kemal, hükümete bir yazı yazarak bazı komutanların bir üst rütbeye terfisini ve madalya ile onurlandırılmalarını ister, hükümet de bu talebi yerine getirir, terfileri yapar ama madalya ve diğer armağanlar için konuyu Meclis gündemine getirir. Rauf Orbay’ın Hatıraları ve Söylemedikleri adlı eserden aynen aktarıyoruz:
Hükümet de, bu terfileri – şimdiye kadar takip edilen usule uygun bir şekilde – yaptıktan sonra, takdirnamelerin verilmesi için de keyfiyeti meclise arz etmişti. İşte, o gün mecliste: ‘Terfileri bize sormadan nasıl yaparsınız?’ diye kıyametler koptu. Bilhassa İkinci Gurup sözcüsü durumundaki Erzurum mebusu Hüseyin Avni bey;
‘Ordunun büyük muvaffakiyetini ne suretle tebcil edeceğimizi bilemiyoruz. Bize bu büyük zaferi temin için çalışanların her halde maddî ve manevî mükâfatların en büyüğünü hak ettikleri şüphesizdir’ diye Rauf beye hitapla sesini yükselterek:
‘Fakat bu zaferi sağlayan kumandanları, meclisin karan alınmadan terfi ettirmeğe hakkınız yoktur. Bu hak meclisindir. Çünkü millî irade, milletin temsil hakkını üzerine almış ve bu hakkı manevî şahsiyetinde tecelli ettirerek hiç bir surette kimse tarafından kullanılmasına müsaade tememiş olan meclisindir. Halbuki terfiler meclisin iradesi alınmadan yapılmıştır’ diye bağırıyordu.
Rauf bey Cevap veriyor:
‘Orduyu muzafferiyete sevk ile bu milletin saadet ve selâmeti için çalışan her fert gibi, bazı ümera ve zabitanın usulü dairesinde terfileri münasebetiyle hükümetin millî iradeyi suiistimal ettiği hakkında söylenen bu sözleri, ümit ederim ki tashih edecekleridir. Çünkü millî iradenin suiistimal edildiğine ben kaani değilim. Vekiller Heyeti ancak yüksek Meclisinizin kendisine vermiş olduğu yetkiyi kullanmıştır. Ve bu yetkinin zerresini tecavüz etmiş değildir. Büyük zaferin istihsalin de gösterdikleri yararlıklardan dolayı terfileri gerekenler hak kında harp mevkiinden usulü dairesinde bize gelen kumandanların inhası, Millî Müdafaa Vekâleti zatişleri müdürlüğünün tetkiki üzerine, vekiller heyeti tarafından tasdik edilmiştir. Şimdiye kadar her nasp ve tayinde, her terfide olduğu gibi Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa da, yüksek meclisiniz adına, vekiller heyetinin bu kararına, imza koymakla, muamele tekemmül etmiştir. Bunun dışmda yapılmış bir muamele bilmiyorum.’
Rauf beyin bu izahatına rağmen, yine itirazlar yükselmiş ve bu arada yine Hüseyin Avni beyin:
‘Meclis iradesini kaale almayanları, Yunan kadar memlekete zararlı sayıyoruz’ diye bağırdığı duyulmuştur.
Bunun üzerine Rauf bey :
‘Hüseyin Avni bey, bu sözü söylemiş olmaktan nedamet duymalıdır. Bu herhalde bir sürç-ü lisan eseridir- Yoksa, böyle bir şeyi ifade etmek istemiyeceklerini ve behemehal bunu tashih edeceklerini ümit ederim. Hatırlarsınız ki, Büyük Millet Meclisi Hükümeti devrinde ilk evvel başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşanın Müşirliğe terfi ettiriliş şeklinin de, bizim yaptığımızdan farkı yoktur. Şimdiye kadar yürürlükte olan kanun ve teamül, görüldüğü gibi işte budur. Şu halde yapılan muameleyi kanunsuz saymak doğru değildir. Biz, millî emellerin en hürmetkar evlâtları olarak, her arkadaşınız kadar onun baki ve hakim olması için hayatımızı fedaya hazır insanlarız ve şundan da imanım kadar eminim ki, siz millet vekili arkadaşlarım da, terfileri inha ve tasdik edilen zatların, bu taltif ve terfie, yaptıkları fedakârane hizmetlerle bihakkın liyakat kesbetmiş olduklarına kaani bulunuyorsunuzdur. Bu sebeple ortada, ne kanuna, ne taamüle, ne de müşterek ve umumi arzu ve tasvibe aykırı yapılmış bir muamele olmadığı meydandadır. Şimdi; Yüksek Meclisiniz hakemdir. Biz Vekiller Heyeti olarak karşınızda hazırız. Vereceğiniz karara kemâl-i hürmetle inkiyat edeceğiz, vicdanım tamamen müsterihtir. Yalnız Hüseyin Avni beyden tekrar reca ediyorum, bir az ev vel nasılsa bizi telmihen söyledikleri ağır sözden, vicdanlarının muazzep olduğunu söylesinler.»
Hüseyin Avni bey ‘Ben’ dedi, ‘Bu meclisin haklarına hürmet etmeyen, yetkilerine tecavüz ederek, millî hakimiyet ve idareyi kıranlar, yani kanunlara riayet etmeyenler için söyle dim. Mademki böyle bir şey yoktur, o halde, mesele yoktur’ diyerek, işi tatlıya bağladı.
Rauf bey bu konuda der ki:
‘Ben gençliğimden beri her fert gibi, onun vekillerinin de, memleket ve millet işlerindeki fikirlerini her kim karşısında ve nerede olursa olsun, daima serbestçe söyleyip savunmasına şiddetle taraftar olduğum, hattâ bu uğurda birçok çatışmalarla badirelere uğradığım için, Hüseyin Avni beyle arkadaşlarının taarruzlarını mümkün olduğu kadar müsamaha ile karşılamağa gayret ettim.’
Fakat asıl mesele, o zamanki Türkiye Büyük Millet Meclisindeki muhalefetin ruh hâletinin ve bilhassa millî iradenin hâkimiyeti meselesindeki hassasiyetin ne derecede olduğudur. Muhalifler bu noktada Rauf beyin de ne kadar hassas olduğunu pekâlâ bildikleri halde, hem de böyle, büyük zaferin şevk ve neşesi içinde çırpnıldığı – fakat henüz kat’î netice alınıp İzmire varılamadığı – günlerde dahi içlerinde doğan küçücük bir şüphe ile her şeyi unutup, millî hakimiyete toz kondurmayız diye kıyametleri koparmakları ve bu arada âdeta kendile inden geçerek bir takım tesirlerin altında zaman zaman şahsiyata kapılmalarıdır.