18. Gün
6 Ağustos 2023
Cumhuriyet'e 100 Gün
Lozan Antlaşmasından 29 Ekim’e günbegün yaşananlar
Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı ve Halife mi olsaydı?

Meclis 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdı ama halifelik yerinde kaldı. Lozan’ın imzasını izleyen günlerde halifelik konusu yeniden ısıtılıp ısıtılıp gündeme geldi.

Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı ve Halife mi olsaydı?

Son halife Abdülmecid bir cuma selamlığında. At sırtında yapılan bu selamlıklar Ankara'yı çok kızdırdı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstanbul hükümeti de Lozan’a katılmaya kalkışınca 1 Kasım 1922’de saltanatı uzun tartışmalardan sonra kaldırdı. Ama halifelik makamı yerinde kaldı.

Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılması için her türlü tedbiri almıştı. Meclis’te muhalif 2. Grubun desteğine sahip olan ve daha önce bir sohbette ‘Ben saltanatın ekmeğiyle büyüdüm, ona saygım var’ demiş olan Rauf Orbay’a saltanatın kaldırılması yasasını Meclis’te savunma görevi verdi.

Bu yetmeyebilir diye düşünerek yasanın komisyondaki görüşmelerine kadar katıldı, orada ‘Gerekirse kelleler gider’ diye konuşma yaptı. Meclis Genel Kurulunda da oy birliği istedi. (Bu öyküyü Cumhuriyet’e 100 Gün dizisinin dördüncü gününde anlatmıştık.)

Meclis saltanatı kaldırdı ve Vahdettin’in padişahlığına son verdi ama hilafete dokunmadı. Ve tuhaf biçimde Vahdettin, ülkeden kaçacağı 17 Kasıma kadar ‘halife’ sıfatını taşımaya devam etti.

17 Kasımda Vahdettin bir İngiliz zırhlısına binip kaçınca bu haberi Ankara’ya Refet Bele verdi. Mustafa Kemal ve Rauf Orbay sabaha kadar telgraf başında oturup Refet Bele’ye yeni talimatlar verdiler ve Vahdettin’in yerine geçecek halifeyi belirlediler.

Mustafa Kemal o günü genel olarak şöyle anlatıyor:

Meclis’çe, yeni halife seçilmeden önce, seçilecek şahsın da Padişahlık sevda ve davasına katılarak, herhangi bir yabancı devlete sığınması ihtimalini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bunun için İstanbul’da bulunan görevlimiz Refet Paşa’ya, Abdülmecit Efendi ile görüşerek ve hattâ elinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilâfet ve saltanatla ilgili kararını tamamen kabul ettiğini bildiren bir belge alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.

Dönemin Başbakanı Rauf Orbay’ın hatıralarında bu hilafet konusu özel bir yer işgal ediyor; çünkü Orbay daha sonra Mustafa Kemal tarafından ‘Hilafet taraftarı olmak’la suçlandı, o da kendini savunma ihtiyacı duymuş. 

Sabaha kadar telgraf başında Mustafa Kemal’le birlikte Refet Bele’ye talimatlar veren ve ondan cevapları alan Orbay, Abdülmecit Efendi’nin halifeliğe getirilmesine karar verildikten, hatta onunla da pazarlık yapıldıktan sonra sabah önce hükümete gidiyor bilgi veriyor, ‘Ama’ diyor ‘Abdülmecit’i biz öneremeyiz, bu teklif Meclis’ten gelmeli.’

Ardından Meclis’e gidip bu kez oraya bilgi veriyor. Meclis’te bir tartışma başlıyor. Orbay’dan aynen aktarıyoruz:

Diğer bazı milletvekillerinin, ‘Hilâfetin Vahdettinden alın­ ması için bir fetva gerektiği’ lüzumunu ileri sürmeleri üzerine, Şer’iye Vekili Vehbi hoca da, ‘Halife olan adam, düşmanlara kaçmış, gitmiştir, ortada yoktur. Yeri boştur. Bu durumda el­bette hal’edilir» diye bu fetvayı hemen yazıp verdi. Ve Musta­fa Kemal Paşanın ‘Şu anda yaptığımız bu iş kanun, yarın ise bir teamül olacaktır. Bu sebeple, fetva makamı olan sizin, o makamdan bunu okumanız lâzımdır’ demesi üzerine, Vehbi hoca, bu işi de yaptı. Bu arada, bazı milletvekilleri, yeni ha­lifenin İstanbul’dan, emniyet altında bulunması için Anadoluda bir yere, meselâ Ankara veya Bursa’ya davet edilmesini is­tediler. Bu konuda münakaşalar oldu. Bilhassa ‘Seçilecek hali­fenin vazifesinin ne olacağı’ meselesinde tartışmalar büyüdü. Nihayet, kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkarak, her şeyden ev­vel kaçak Vahdettini hal etmenin ve yerine yeni bir halife seç­menin ve bu seçimi kendisine bildirmenin, sonra da nerede oturacağı meselesinin ve daha sonra da ne gibi işler göreceği­nin bahis konusu olabileceğini, fakat şimdi bunların hepsini birden konuşmakla bir karara varmanın imkânı olmadığını söyleyerek, Türkiye halkının meclisi olarak, Büyük Millet Mec­lisinin kendisine bütün İslâm âlemine şamil bir kudret veremeyeceğini ve binaenaleyh meclisin başkanlığında bulunacak za­tın da olsa olsa temsil edeceği şeyin yalnız Türkiye’ye ait ola­ bileceğini tebarüz ettirerek, dedi ki: 

Yüksek Hilâfet Makamı, bütün İslâm âlemine şamil bir mukaddes makamdır. Türkiye Devletinin ve halkının dini ve vicdanî vazifesi, diğer İslâm âleminin dahi hürriyetine kavuşup müstakil olacağı güne kadar bu yüksek makama mesnet (da­yanak) olmaktır. Bütün kuvvetiyle bütün kudretiyle onun kuvvetini, kudretini, şerefini bütün İslâm âlemi nazarında ve İslâm olmayanlar nazarında masûn bulundurmaktır. Yoksa kendini, mevcudiyetini Halifenin yed-i iktidarına (eline) vere­mez ve vermiyecektir.’

Ve bilhassa bir milletvekilinin, İslâm âleminde bir kuşku­lanma olduğuna dair söylediklerine cevap vererek, böyle bir şe­yin asla olmadığım beyanla devam etti: 

‘Kaçan Halife hakkında yapılması gereken muamele, fet­va ile tesbit edildi. Seçilecek Halife hakkında da itiraf etmek zorundayız ki, hâdiseler ve icaplar hasebiyle, tarihin muktezası olarak Osmanlı hanedanını kabul ve muhafaza etmek zaruretindeyiz. Bu ailenin içinde, bizim aradığımız vasıflarda biri­ni bulmak bugün için biraz zordur. Belki genç olanları, husu­sî surette yetiştirdikten sonra lüzumlu vasıfları ve sıfatları edinmiş olanlara tesadüf edilebilir. Fakat bugün bu ciheti ha­kikaten inceleyip, tahlil edecek olursak pek müşkül vaziyette kalabiliriz. 

Abdülmecit efendi, bazı fenalıklar ve hatalar yapmış­tır. Ve şahsı üzerinde, yüksek Meclisinizde birçok tenkitlerde bulunulmuştur. Bunlara rağmen dün gece: Türkiye Büyük Mil­ let Meclisinin kararlarını ben kabul ve tasdik ediyorum de­miştir. Binaenaleyh, kolaylığa mazhar olabilmek için, bu zat üzerinde fikirleri temerküz ettirmek muvafık olur.

Şimdi. Halife olacak zatın İstanbul’da kalması veya buraya getirilmesi meselesi var ki, bu nazik bir meseledir. Gerçi İs­tanbul henüz İtilâf kuvvetlerinin işgali ve onların tesiri altın­dadır. Fakat bu tesir ve nüfuzun derecesi dün ile bugün bir de­ğildir. Bugün biz İstanbul’da tesir ve nüfuz sahibi olmağa baş­ladık. Bunun âtisi, nüfuz ve hakimiyetin tesisine doğru gittiği­ ne delâlet eder.’ 

O gün Mustafa Kemal Paşanın son sözleri, bilhassa şu ol­muştu: 

Bizim cihan nazarında en büyük kudret ve kuvvetimiz ye­ni şekil ve mahiyetimizdir. Hilâfet makamı esaret altında ola­bilir. Halife İngilizlere iltica edebilir, onlarla beraber kaçabi­lir, her şeyi yapabilir, fakat Türkiye Büyük Millet Meclisinin idare tarzını, siyasetini ve kuvvetini sarsamazlar. Şöyle ola­cak, böyle olacak, Halifeyi kaçıracaklar diye telâş edecek deği­liz. Biraz da bütün İslâm âlemi telâş etsin. Onlar da bizimle be­raber çalışsınlar ki, Hilâfet Makamını kurtaralım ve serbest olarak bütün cihana şâmil bir halifeyi oraya oturtalım. Ancak bu suretle bize yardımda bulunurlarsa, bizim için de halifenin Anadoluya bugünlerde getirilmesi bahis mevzuu dahi olmamak lâzım gelir. Türkiye halkı kayıtsız şartsız hâkimiyetine sahip olmuştur. Hâkimiyet ise, hiç bir şekilde, hiç bir mâna ve delâlette iştirak kabul etmez. Halife olsun, ünvanı ne olursa ol­ sun, bu milletin mukadderatına bir müşareket sahibi olamaz. Millet buna kat’iyyen müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiç bir milletvekili olduğuna kaani değilim. Bütün hareketlerimiz, bütün mukadderatımız bu nokta-i nazardan olabilir. Başka tür­lü imkânı kat’iyyen yoktur.’

Aynı günleri Nutuk’ta ayrıntılarıyla yazan Mustafa Kemal, Meclis’teki görüşmelere pek değinmiyor ama Meclis tarafından halife seçilen Abdülmecid ile Refet Paşa üzerinden yapılan bazı pazarlıkları oldukça ayrıntılı anlatıyor.

Buna göre Abdülmecid cuma selamlığına giderken Fatih Sultan Mehmet’inki gibi bir sarık giymek istemiş, imzasının yanına ‘Halife-i Müslimin ve Hâdimü‘l- Haremeyn’ sıfatlarını eklemek istemiş. Mutafa Kemal ünvanları kabul etmiş ama Abdülmecid’in kıyafetine karışmış, ‘Redingot veya İstanbulin giysin’ demiş.

Fakat yeni halife imzasını atarken Mustafa Kemal’in uygun gördüğü ünvanların altına adını ‘Abdülmecit Bin Abdülaziz Han’ (Abdülaziz Han’ın oğlu Abdülmecit) şeklinde yazınca Mustafa Kemal yine kızmış. Mustafa Kemal bütün bu ayrıntıları neden aktardığını da Nutuk’ta anlatıyor:

Efendiler, önemsiz ayrıntılar gibi sayılması pek mümkün olan bu açıklamalarımla işaret etmek istediğim asıl nokta şudur: Ben, şahıs hâkimiyetine dayanan saltanatın kaldırılmasından sonra, başka ünvanla aynı nitelikle bir makamdan ibaret olması gereken hilâfetin de ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ediyordum. Bunun, elverişli zaman ve fırsatta açıklanmasını doğal buluyordum. Halife seçilen Abdülmecit Efendi’nin bu gerçekten büsbütün habersiz olduğu iddia edilemez. Özellikle, kendisinin Halife ünvanıyla saltanat sürmesinin imkân ve şartlarını hazırlayıp sağlayabileceklerini hayal edenlerin varlığı düşünülürse, Abdülmecit Efendi’nin ve tabiî taraftarlarının saf ve gafil oldukları zannına kapılmak hiç de doğru olamazdı.

Aslında artık Meclis yeni bir halife belirlemiş ve o da göreve gelmiştir. Ancak bu halifelik meselesi hep kafaların arkasındaki bir sorudur.

Daha önce Cumhuriyet’e 100 Gün’de Rauf Orbay’ın Lozan’ı imzalayan ve Ankara’ya doğru dönüş yoluna çıkan İsmet Paşa ile karşılaşmamak için Başbakanlıktan ayrılmasının hikayesini anlatmıştık. Orbay, Başbakanlık görevini bırakacağını veya Mustafa Kemal’in aktarmasıyla görevden alınacağını söylediği Çankaya görüşmesinin en sonunda Mustafa Kemal’e, ‘Devlet başkanlığı makamını kuvvetlendirmesini’ tavsiye eder.

Mustafa Kemal bu olayı şöyle anlatıyor:

Ondan sonra, Rauf Beyle aramızda şu konuşma geçti: 

Rauf Bey, “Hükûmet Başkanlığı‘ndan çekilirken, sizden çok rica ederim” dedi. “Devlet Başkanlığı makamını güçlendiriniz.” 

Rauf Bey’e: “Dediğinizi yapacağıma kesin olarak güveniniz!” cevabını verdim. 

Rauf Bey’in ne demek istediğini ben pek güzel anlamıştım. 

Rauf Bey, Devlet Başkanlığı makamı olarak, Hilâfet makamını düşünüyor, o makama kuvvet ve yetki sağlamamı benden rica ediyordu.

Gerçekten de, hem Meclis’te hem de bazı ileri gelen isimler arasında hilafet makamını koruma düşüncesi vardı. Saltanatın kaldırılması sonrası hilafeti sürdürmenin yegane yolu, kimi isimlere göre bu makamı henüz Cumhuriyet ilan edilmediği için Meclis Başkanı’nın şahsında temsil etmekti.

İleriki yıllarda halifelik yanlısı olmakla suçlanacak olan Kazım Karabekir, günlüklerin 24 Kasım 1922 günü şu kaydı düşmüştü:

Hilâfet saltanattan tamamiyle ayrıldı. Meclis buna karar verdiği halde hâlâ halifeye vazife vermeli imiş diye budalaca sözler işitiliyor. Hocaların kafası veya hoca kafalarının idraksizliği.

Günlüğüne bu satırları yazan Karabekir için Rauf Orbay başka türlü konuşuyor veya zaman içinde fikrini değiştiriyor. Orbay’ın hatıralarında yazdığına göre, 1924 yılında hilafetin kaldırılması söz konusu olduğunda Karabekir çıkıyor ve itiraz ediyor. Rauf Orbay’ın hatıralarından aktarıyoruz:

Anadoluda Türk milleti on dört milyondan ibarettir. Yanmış, yıkılmış, uzun harplerden perişan ve bezgin çıkmış olan bu on dört milyonun karşısında bütün dünyanın hâlâ bîaman bir düşman olmakta devam ettiğini, Lozandaki çe­kişmelerle pekâlâ gördük. Yer yüzünde bize zahir olarak, bağ­lılıklarım devam ettiren ve iyi idare edilirse daha da bağlana­caklarından şüphe olmayan İslâm âlemini hesaba katmadan hilâfeti kaldırıp atmak hiç değilse bugün için düşünülecek bir şey değildir. Büyük taarruzu bile, kısmen İslâm âleminden gör­düğümüz maddî yardımla yaptığımızı nasıl unutabiliriz? Bina­enaleyh İslâm âlemini bize bağlayan Hilâfetin kaldırılması, bu âlemden tamamen uzaklaşmamız demek olur ki, bu taktirde, yalnız kalacak olan Türk milletinin ve Türklüğün bütün dünya entrikaları karşısında, hattâ belki de aleyhimize dönecek olan İslâm âleminin de husumeti karşısında, vaziyeti çok müşkül bir hale gelebilir. Ben, bunları düşünerek, şimdiki halde böyle bir şeyin bahis mevzuu olmasını bile muvafık bulmuyorum. Saltanat lâğvedilmiş, hakimiyet kayıtsız şartsız ve fiilen millete intikal etmiştir. Bugünkü vaziyette Hilâfet de, milletin elinde, milletin iradesi altında işleyen bir kuvvet olarak, her halde müşkül zamanlarımızda milyonlarca islâmın müzaharetini temin suretiyle memlekete faydalı olabilir. Bu noktayı dü­şünerek, acele etmeyelim. Faydasızlığını, zarar verdiğini gör­düğümüz anda kaldırıp atmak, her zaman elimizdedir.

Karabekir’e göre Abdülmecit kötü bir isim değil ama o olmazsa Mustafa Kemal hilafeti üzerine alabilir. Yaptığı ima bu.

Rauf Orbay, hilafet tartışmasının Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir’in arasını bir daha kapanmamak üzere açtığı kanısında. şöyle yazıyor:

Yazık ki, bu kadar basit, yani haddizatında hilâfete bir itikat ve taassup hissi ile, ‘Aman dinî bir müessesedir, taparak başımızda yaşayalım’ diye körü körüne bağlı olmayanlann düşüncelerinin lâyıkiyle anlaşılama­mış olması yüzünden çıkan ihtilâf hiç beklenmedik bir netice vererek, Mustafa Kemal Paşa ile Kâzım Karabekir Paşayı ar­tık ebediyen birbirinden ayırmış bulunuyordu. 

Mustafa Kemal de Nutuk’ta halifeliği kendi üzerine alması tekliflerinin geldiğini anlatıyor:

Hilâfet Makamının korunmasında, dinî ve siyasî çıkar ve zorunluluk bulunduğu inancında olan bazı kimseler, bildirdiğim kararların alınmakta olduğu son dakikalarda, Hilâfet görevini kendi üzerime almam teklifinde bulundular. Bu gibilere, hemen gereken red cevabını vermiştim.

Peki ama Meclis, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırırken aynı anda hilafeti neden kaldırmamış ve 1924 yılının Mart ayına kadar beklemişti? Yarın bu soruya cevap arayalım.

18