60. Gün
17 Eylül 2023
Cumhuriyet'e 100 Gün
Lozan Antlaşmasından 29 Ekim’e günbegün yaşananlar
‘Mustafa Kemal, kararlarını almazdan önce bize danışsın’ talebi

Milli Mücadeleyi birlikte tasarlayıp başlatan arkadaşlarıyla Atatürk’ün arasına zaman içinde kara kedi girdi. Bu ayrılığın sebeplerinden biri de, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi isimlerin Mustafa Kemal’in önemli kararlardan önce kendilerine danışmasını istemesiydi.

‘Mustafa Kemal, kararlarını almazdan önce bize danışsın’ talebi

Mustafa Kemal ve Milli Mücadeleyi birlikte planlayıp uzun süre de birlikte yürüyen yakın arkadaşları Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele’nin yolları zaman içinde tamamen ayrıştı.

Atatürk, bu ayrılıkları Nutuk’ta anlatırken bu yakın arkadaşları için saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet ilanı gibi ileri konular söz konusu olduğunda o arkadaşlarının ‘Düşünme yeteneklerinin sonuna’ geldiğini, yani fikri uyumsuzluk yaşandığını söylüyor.

Bu arkadaşların birbirlerinden kopması konusu daha önce de Cumhuriyet’e 100 Gün’de konu edildi, şimdi aynı konuya bir başka açıdan daha bakacağız.

İsmet İnönü, bütün bu kurucu babalar içinde kendi hatıralarını en geç yazan insan. İsmet Paşa anılarını 60’lı yıllarda yazdı. Olayların üzerinden geçen uzun zaman, onun kendisinin de taraf olduğu bu konulara daha tepeden bakmasına neden oluyor.

İsmet İnönü’nün Hatıralar’ından aktarıyoruz:

Karabekir Paşa ordu müfettişliğine gitmişti. Ali Fuat Paşa da Konya’daki ordu müfettişliğine tayin edilmiş, yahut tayin edilmek üzere bulunuyordu. Fevzi Paşa ile bugünlerde bir mülakat (görüşme) hatırlarım. İkimiz baş başa konuşuyoruz. Fevzi Paşa bana, bundan sonra yapılacak ıslahat ve icraat için Atatürk’ün eski arkadaşları ile, ileri gelen arkadaşlarla görüşüp yapılacak işleri beraber kararlaştırmayı usul ittihaz etmesini teklif etti. Kendi aralarında bunu görüşmüşler, Fevzi Paşa vasıtası ile bana da teklif ediyorlar. Ben de evet dersem, Fevzi Paşa, Atatürk’e gidip bu kararı söyleyecek bundan sonraki çalışmaların böyle yürütülmesini teklif edecek. İşte bütün ihtilaflar bundan çıkıyor. Şikâyet eden arkadaşlar, herkes, yarın ne yapılacağını bilmiyoruz, emrivaki karşısında bulunuyoruz. Düşünce bu. Bunun ilerisi nereye varacak, ne olacak endişesi içindeler. Bunları bir esasa, bir beraber çalışma havasına bağlayalım, arzusundalar. Fevzi Paşa vaziyeti anlattı, sen bu fikirde mutabık olursan, ben hepinizin namına Atatürk ile konuşurum, dedi. Fevzi Paşa’ya şunları söyledim: Devletin resmi müesseseleri, devlet işlerinin, tertiplerin konuşulacak, müzakere edilecek ve mutabık olunacak zamanları ve vazifelileri tayin edilmiştir. Benim bütün hayatımda inandığım usul budur. Bunun için bir iç müessese ile devlet reisini kordon altına almanın doğru olmadığı mütalaasındayım (düşüncesindeyim). Ve kendisi ile böyle bir konuşma yapılmasına benim muvafakatim yoktur. Böyle bir teşebbüste, benim beraberliğimi istihsal etmek (elde etmek) şöyle dursun, böyle bir teşebbüsü ben doğru bulmam. Kendisine bu cevabı verdim. O, tabii olarak, demek istemiyorsun, dedi. Hayır, dedim. Mesele böyle kaldı. Fevzi Paşa ile aramızda böyle bir konuşma geçti ve bir daha bunun üzerine dönmedik.

Bu konuşmadan sonraki hadiseler, ondan evvel ben yokken burada olan görüşmeler, kimlerle beraber çalışacaksınız, ne olacaktır bunu evvela tayin edelim, tarzında Atatürk ile olan temaslar ve münakaşalar bana o kanaati verdi ki, Fevzi Paşa ile daha evvel temas edilmiş, görüşülmüştür. Kendi kendilerine karar veriyor yapıyorlar. Biz ne olacağını bilmiyoruz, tarzındaki şikayetler, Fevzi Paşa’nın bana teklif olarak söyledikleri ile açıklığa kavuşmuştur. Fevzi Paşa bunu kendiliğinden yapmıyor. Bu konuşmamız aralarındaki müşterek bir karara bağlıdır. Bu havanın içinde böyle olduğu anlaşılıyor. Sonradan Fevzi Paşa, Atatürk etrafındaki hava içinde kaldı ve başkaca aykırı bir tavır göstermedi.

İhtilafların esas sebebini ben böyle teşhis etmişimdir. Atatürk bu ilk günlerden sonra artan ihtilafları daha evvel tasmim edilmiş, hazırlanmış etraflı bir komplo olarak kabul ettiğini ve bunu hissederek tedbir aldığını söyler. Tabii onun benden daha çok temasları ve münasebetleri var. Hadiseler üzerinde böyle bir karara varmış ve o kanaatle takip etmiştir. Karşısında bulunduğumuz meseleyi benim mütalaa edişim daha sadedir. Onların birtakım tertiplere girdiklerine kesin olarak teşhis koyup, böyle bir hükme varmıyorum. Ben esas ihtilafı, fikirlerimiz arasında temelde fark olmasından ve beraber çalışma itimadının bozulmasından ibarettir şeklinde görüyorum. Cumhuriyetin başında talihsizliğimiz, hemen her inkılapta vaki olan olaylardan birisi tabiatındadır. Yani, baştan beri beraber çalışan arkadaşlar, bir noktada, yeni yapılacak reformlar ve takip olunacak istikametler için fikirde mutabık olamamışlarsa, ayrılmak mecburiyetinde kalıyorlar. Mesele bundan ibarettir. Böyle kabul etmek mümkün olursa, ayrılık zamanlarındaki münasebetleri daha az zehirli ve daha az çekişmeli yürütmek mümkündür. Fikirdeki farklılıkları beşer (insan) tabiatı olarak tabii saymak, ihtilafların zehrini azaltmak için başlıca vasıta mahiyetindedir. Ben vaziyeti bu ölçüler içinde mütalaa etmişimdir. Vaktiyle de meylim öyleydi, sonra da bu ölçüde muhakeme ettim.

Evet, İsmet Paşa’nın zamanın süzgecinden geçmiş görüşleri bu yönde. Oysa Atatürk Nutuk’unu 1927 yılında, pek çok çekişmeli konu hala tazeyken yazdı ve okudu. Örneğin Terakkiperver Cumhuriyet Partisi olayı da, İzmir Suikasti olayı da daha çok tazeydi Atatürk Nutuk üzerinde çalışırken.

Bakın, Mustafa Kemal, Nutuk’ta Kazım Karabekir’den kendisine gelen bir teklifi nasıl anlatıyor:

Kazım Karabekir Paşa’nın 11 Temmuz 1921 tarihli şifreli telgrafında, diyordu ki; “Hükûmet şekli ile ilgili esasları, Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun tespit etmiş olduğu görülüyor. Halbuki bendeniz, bu kanun hükümlerinin olsa olsa bir parti programı halinde kalmasını, uygulamada ortaya çıkacağını tahmin ettiğim güçlüklere karşı daha yararlı buluyorum. Bu görüşümü, bölgenin çok yakından tanıyabildiğim duygu ve düşüncelerine göre kısaca açıklamak isterim. Meclis’te Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu desteklemek üzere kurulan guruba girmiş olanların çoğu, yeni bir rejim değişikliğinde memleket kaderinde söz sahibi olmak hevesinde görünenlerdir. Halk arasında, ancak küçük bir gurup yeni nitelikte teşkilât fikirlerini benimser. Milletvekillerinin Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na taraftarlıkları ancak kişisel görüşlerinden gelebilir. Devlet şeklinin bu büyük ve tarihi değişiklik faaliyetlerinde, memleketin geleceğinden hep birlikte sorumlu olan askerî ve sivil devlet adamlarıyla, Müdafaa-i Hukuk merkezlerinden gereği gibi görüş alınması ve durumun olağanüstü bir Meclis’te incelendikten sonra karara bağlanması gerekir, düşüncesindeyim.” 

Efendiler, kesin zaferden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet’i ilan ettiği zaman bile, Kâzım Karabekir Paşa, İstanbul gazetelerine verdiği demeçte, öteden beri süregelen duygularını ve şikâyetlerini, “Cumhuriyet ilânını bize sormadılar” şeklinde özetlemekteydi. 

Kâzım Karabekir Paşa, bu görüşleriyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millet tarafından olağanüstü yetkiler verilerek gönderilmiş üyelerden kurulu, olağanüstü bir meclis olduğunu unutmuş gibi görünüyor. Böyle bir meclisin koyduğu kanuna hem de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na karşı bulunduğunu imâ ediyor. Daha garibi, devlet teşkilâtının değişmesinde etkili olacak kararlar alabilmek için, askerî ve sivil devlet adamlarının ve Müdafaa-i Hukuk Merkezlerinin görüşlerinin alınması gerektiği inancında bulunduğunu söylüyor. 

Kâzım Karabekir Paşa, benim Müdafa-i Hukuk Gurubuyla olan ilgime de karşı çıkarak: “Bendeniz zâtıdevletlerinin bu gibi siyasî partilere girmemesini özellikle uygun bulmaktayım” dedikten sonra, benim tarafsız olarak kalmamı tavsiye ediyor. 

Kâzım Karabekir Paşa’nın bu telgrafına, 20 Temmuz 1921’de cevap verdim. Biraz uzunca olan bu cevabın, bazı hususları aydınlatmaya yarayacak olan noktalarını belirtmekle yetineceğim. Cevabımda demiştim ki: “Müdafaa-i Hukuk Gurubu, memleketin bağımsızlığını tam olarak sağlamak gibi kısa ve kesin bir maksatla kurulmuştur. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun uygulanma durumu da, gayesi içindedir. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, bütün idare sistemini ve Türkiye Hükûmeti’nin hukukî durumunu gösteren ayrıntılı ve tam bir kanun olmayıp, memleketin mülkî ve idarî teşkilâtında zamanın şartlarının gerektirdiği halkçılık ilkesini ifade eden bir kanundan ibarettir. Bu kanunda, cumhuriyeti ifade eden bir şey yoktur. Raif Efendi’nin, saltanat şeklinin cumhuriyetçiliğe dönüştürülmek istendiği yolundaki düşüncesi, kuruntudur.” 

“Meclis’teki Gurup merkezinde kendilerine önemli işler verilen kimseler arasında, kişilikleri ve geçmişteki davranışlarıyla, eleştirilebileceklerin bulunduğu yolundaki iddia ise, daha açık bir ifade ile doğrulanmaya muhtaç bir durumdadır. Her işi, bütün idarî yetenekleri ve kişisel faziletleri ile mükemmel yetişmiş adamlara vermek, pek değerli ve tatlı bir dilek olmakla birlikte, kendi toplumumuz için değil, dünyanın en ileri gitmiş milletleri için bile, her çevre, her bölge, ve her meslek sahibi tarafından saygıya değer görülecek bu kadar çok adam bulmak imkânsızdır. Hayalî ve gerçek dışı düşünce ve iddialarla, memleketin kendisine dayanabileceği tek kuvveti ve teşkilâtı yıpratacak engellemelere başvurmak, eğer cahilce bir çılgınlık değilse, herhalde bir hainlik olarak kabul edilmelidir. Zâtıdevletlerince de bilinir ki, ilerleme yolunda girişilecek her önemli faaliyetin, kendine göre önemli sakıncaları vardır. Bu sakıncaların en alt düzeye indirilebilmesi için, alınacak tedbir ve yapılacak girişimlerde kusur etmemek gerekir.” 

Bundan sonra Efendiler, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, sivil ve askerî devlet adamlarıyla Müdafaa-i Hukuk Merkezlerinin düşüncelerini almak konusundaki görüşümü de şöyle açıkladım: “Zatıdevletlerince de bilindiği üzere, bir hükûmet şeklinde yaşıyoruz ve onun bütün şartlarına uymak zorundayız. Kanunun, Meclis komisyonlarından sonra, Genel Kurul’daki tartışmalarıyla ortaya çıkacak şekli üzerinde, uzaktan alınacak düşüncelerle etki yapılamayacağı elbette kabul buyurulur.” 

Kâzım Karabekir Paşa, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yapılmasında niçin acele edildiğinin, bunun uygulanmasından doğacak güçlüklerin nasıl giderileceğinin, hilâfet ve saltanat konusundaki görüşümüzün ne olduğunun açıklanmasını da istemişti. Bu noktalarla ilgili cevaplarımda demiştim ki: “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yapılmasında acelecilik sayılan tutumun sebebi, bütün dünyada ve memleketimizde belirmiş olan halkçılık akımını, sağlam bir şekilde tespit ederek, bu konuda başka türlü karışmalara yer vermemek; aynı zamanda yüzyıllardan beri yetersiz kimseler elinde boyuna kötüye kullanılan millet haklarını korumak için, bu hakların asıl sahibi olan millete de söz hakkı tanımak ve bu yüksek düşüncenin gelişmesi için bugünkü olağanüstü şartlardan yararlanmaktır. 

Kanunun ne dereceye kadar uygulanabileceğini ölçmek için de, bu işle uğraşmaya fırsat bulacakların azim ve irade yeteneğini hesaba katmak gerekir. 

Ortada hilâfet ve saltanat meselesi diye başlıbaşına bir mesele yoktur. Söz konusu olan Padişahın haklarıdır. Onun belirlenmesi ve sınırlandırılması için son birkaç yüzyılın tecrübeleri ve devlet kavramındaki millet haklarının gerçek anlamı göz önünde bulundurulmalıdır. Bu konuda şimdilik tespit edilmiş kesin bir kuralımız yoktur.” 

Kâzım Karabekir Paşa’nın, gurup başkanı olmayıp tarafsız kalmaklığım konusundaki teklifine verdiğim cevapta da, şu düşünceleri ileri sürmüştüm: “İstanbul’daki Meclis-i Meb’usan gibi bir meclisin başkanı değilim. Böyle bile olsa, bir partiye bağlı olmak doğaldır. Halbuki, Büyük Millet Meclisi’nin yürütme yetkisi de bulunduğundan, bir bakıma, hükûmet niteliğindeki bir meclisin başkanı bulunmaktayım. Yürütme yetkisi de bulunan bir başkan için, çoğunluk partisinden olmak pek gereklidir. Buna göre, geniş bir programla ortaya atılmış siyasî bir partinin başkanı da olabilirim. Bütün kimliğimle karışmış bulunduğum Cemiyet’ten ayrılmaklığım mümkün olmadığı gibi, o cemiyetten doğmuş olan gurup içinde bulunmaklığım da zorunludur. Aslında gurup, hemen hemen Meclis Genel Kurulu’na yakın büyük bir çoğunluğu içine almaktadır. Dışarıda kalanlar, Erzurum milletvekillerinden Celâlettin Arif Bey ve Hüseyin Avni Efendi ile benzeri davranışlarında serbest kalmak isteyen birkaç kişiden ibarettir…”

Bu noktada sözü yeniden İsmet Paşa’ya vermekte fayda var. Bakın Hatıralar’da neler yazmış İsmet İnönü:

Şimdi, Atatürk ile ihtilafa düşüp ondan ayrılan arkadaşların bir hususiyetlerine daha temas edeceğim. Onlar, işin başından beri hep beraberiz, zaferi beraber kazandık, bu devleti beraber kuruyoruz, hepimiz aynı derecede söz sahibi olmalıyız, tarzında düşünüyorlar. Muhtelif vazifelerdeyiz, fakat söz tesiri eşit olacak demek istiyorlar. Fevzi Paşa’nın sözü de bu. Ondan sonra okuduğum siyasi hatıralarda bu çeşit misaller gördüm. Peki ama, bu nasıl olacak? O zaman bir devlet şeklini, başından itibaren kabul etmiyoruz demektir. Milli Mücadelede devletin bütün bir teşkilatı varken, bu ümitsiz zamanda, biz birleşip bu tertibi yapan ve meydana getiren insanlarız. Şimdi yeni bir devlet kurmuşuz. Binaenaleyh bu tertip, bir devlet düzeni haline getirilirse, onun başında daima birinci derecede yürütücü biz olacağız. İmkân yok. Devletin bunun için teşkilatı vardır. Bu bahsettiğim zamanda, başımıza gelen bu türlü hadise ile bütün siyasi hayatımda her dönüm noktasında teklif olarak karşılaşmışımdır. Devlet başkanlığı müessesesi var, hükümet var, meclis var, parti var. Fakat bir fikri yürütmek için bir kısım arkadaşlar dışarıda birleşecekler, çoklukla bir karara varacaklar ve bunu yürütecekler. Hiçbir zaman iltifat etmediğim bir görüştür bu. İşlerin yürütülmesi, tatbik edilmesi, devletin kendi kanunlarına göre tabii mecrasında olmalıdır. Vaktiyle beraber bulunmuş, beraber çalışmış olanlar ne kadar vazife sahibi iseler, o kadar söz sahibi olurlar. Bunun başka bir çaresi yoktur. Fazla söz sahibi olmak için vazifeyi küçümsemek olmaz. İhtilaflar bundan çıkar. Meclis’te ikinci reis kalmaktansa, ordu müfettişi olup giderim, diyemezsin. Meclis’te ikinci reislik az vazife değildir. Böyle kabul edilince mesele kalmaz.

Aslında, ta Cumhuriyet’in kuruluş günlerinde yaşanan tartışmanın günümüzde bir devamı var. Buna kısaca ‘Derin devlet’ diyoruz; yani devletin içinde bir grup, hukuki ve siyasi meşruiyeti olmadığı halde önemli devlet işlerinde kararları alacak ve uygulayacak.

İsmet İnönü’nün buradaki meşruiyetçi tutumu çok önemli.

60