Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı’nı yapmak için 23 Nisan 1920’de ilk toplantısını yaptı. Bu açılıştan kısa süre sonra Meclis’te gruplaşmalar başladı.
Bu durumu gören Mustafa Kemal de kendi grubunu kurdu, onun Müdafa-i Hukuk Grubu Meclis’in en kalabalık grubu oldu.
Meclis açıldıktan 8 ay sonra Teşkilat-ı Esasiye kanununu, yani Anayasayı görüşmeye başlayabildi. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesi böylece Anayasaya girdi ama bu ilke kabul edilirken saltanattan ve hilafetten uzaklaşılacağından endişe eden bir muhalefet de doğdu.
Birinci ve İkinci İnönü zaferlerine rağmen Yunan ordusu bir kez daha saldırıp Kütahya-Eskişehir dolaylarında başarılı olunca Meclis’te ‘Bu iş savaşarak olmuyor’ tarzı bir endişe belirmeye başladı. Bunun üzerine Mustafa Kemal Sakarya Savaşı öncesi ‘başkomutan’ ilan edildi, Meclis bazı yetkilerini ona devretti.
Ama endişeler Sakarya Savaşı sonrası da sona ermedi. Meclis, aslında 26 Ağustos 1922’de başlayacak olan Büyük Taarruz öncesi uzun bir çatışmasızlık döneminin yaşanmasından yeniden endişeye kapıldı, ‘Acaba ordu savaşmak istemiyor mu? Neden Yunan ordusuna saldırmıyoruz’ endişeleri başladı. Hatta bir seferinde Rauf Orbay, Mustafa Kemal’e ‘Hiç olmazsa gerçek durumu bana söyle, ordu ne durumdadır? Gerçekten saldıramayacak mı?’ diye sordu.
‘Ordumuzun kararı saldırıdır’
Bunun üzerine Mustafa Kemal, 4 Mart 1922 akşamı Meclis gizli oturumunda tarihe geçen önemde bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan daha sonra Mustafa Kemal’in yaptığı bir özeti Nutuk’tan aynen aktarıyoruz:
Ordumuzun kararı saldırıdır. Ama bu saldırıyı erteliyoruz. Sebebi, hazırlığımızı iyice tamamlamak için biraz daha zaman gerekmektedir. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak saldırı, hiç saldırmamaktan çok daha kötüdür. Bekleyişimizi, saldırı kararından vazgeçtiğimiz veya bunu başarmaktan ümidimizi kestiğimiz şeklinde anlamak ve yorumlamak yersizdir.
Osmanlılar, yapacakları askerî harekâtın genişliği ölçüsünde hazırlıklı ve tedbirli davranmadıkları ve daha çok duygu ve hırslarının etkisi altında hareket ettikleri için, Viyana’ya kadar gittikleri halde, geri çekilmeye mecbur olmuşlardır. Ondan sonra Budapeşte’de de duramadılar geri çekildiler. Belgrat’ta da yenilerek geri çekilmeye mecbur edildiler. Balkanları terk ettiler, Rumeli’den çıkarıldılar. Bize, içinde daha düşman bulunan bu vatanı miras bıraktılar. Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun, hırslarımızı, hislerimizi bir yana bırakarak dikkatli olalım. Kurtuluş için, bağımsızlık için, eninde sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!
Sinir gevşetici sözlere, telkinlere önem verilmemeli ve güvenilmemelidir. Osmanlı yönetim ve siyasetinin yarattığı bu türlü zihniyetler reddedilmelidir. “Ordu ile savaşla, inatla bu işin içinden çıkılmaz” şeklindeki dış kaynaklı öğütlere uymakla, bir vatan, bir millet bağımsızlığı kurtulamaz. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Bunun aksini düşünerek hareket edeceklerin çok acı sonuçlarla karşılaşacaklarına şüphe yoktur. Türkiye işte bu yoldaki yanlış düşüncelere, yanlış zihniyetlere sahip olanlar yüzünden, her asır, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddî alanda olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki, çöküş ahlâki ve manevi değerleri de içine almış görünüyor. Hiç şüphe yok ki, bu büyük memleketi bu koca milleti dağılıp yok olmanın uçurumuna sürükleyen başlıca sebep bu olmuştur.
Efendiler, bilirsiniz ki, Meclis’te bu anlattığım dönemde en çok olumsuz ve karamsar rol oynayanlar, vaktiyle, Türk Milletinin kendi kendine bağımsızlığını elde edemeyeceği görüşünü ileri sürmüş olan kimselerdi. Şunun bunun mandasını istemekte direnenlerdi.
Efendiler, maddî ve özellikle manevi çöküş korku ile.. güçsüzlükle başlar…
Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket karşısında, milletin de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Güçsüzlük ve kararsızlıkta o kadar ileri giderler ki, âdeta kendi kendilerine hakaret ederler. Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz, kayıtsız ve şartsız olarak varlığımızı bir yabancıya teslim edelim.
Balkan Savaşı‘ndan sonra milletin ve özellikle ordunun başında bulunanlar da başka türlü, fakat yine aynı zihniyeti benimsemişlerdi.
Türkiye’yi, böyle yanlış yollarda çökme ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtarmak lâzımdır. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır. Ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye’nin düşünen kafalarını yepyeni bir imanla donatmak… Bütün millete taptaze bir manevî güç vermek.
Şimdi Efendiler, düşmana saldırı için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan önce, hazırlamak ve tamamlamak zorunda bulunduğumuz savaş araçlarının ne olduğunu belirteyim.
Tam üç aracın hazırlığının yeterli olduğunu görmek gereğini duyuyorum. Birincisi, en önemlisi ve asıl olanı doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin varlığı ve bağımsızlığı için gönlünde, vicdanında belirmiş, gelişmiş olan istek ve emellerin sağlamlığıdır. Millet, içindeki bu isteği ne kadar güçlü bir şekilde ortaya koyarsa, bu istek ve emelinin gerçekleşmesi için ne kadar çok azim ve iman gösterirse, düşmanlara karşı başarı sağlamak için, o kadar güçlü bir araca sahip olduğumuza inanırım.
İkinci araç, milleti temsil eden Meclis’in millî isteği ortaya koymakta ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği kararlılık ve yiğitliktir. Meclis, millî isteği ne kadar büyük bir dayanışma ve birlik içinde aksettirebilirse, düşmana karşı o kadar güçlü bir üstünlük aracına sahip oluruz.
Üçüncü araç, milletin silâhlı evlâtlarından ibaret olup düşman karşısında toplanmış bulunan, ordumuzdur.
Efendiler, dedim, bu üç araç veya gücün düşmana karşı oluşturduğu cepheler iki şekilde düşünülebilir. Kolay anlaşılması için şöyle diyeyim: İç ve görünürdeki cephe… Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği bir cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat, bu durum hiç bir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten, “kaleyi içinden almak”, dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için, içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir.
Meclis’in zihniyeti, çalışmaları ve durumu düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına imkân ve ihtimal yoktur. Meclis’te bir veya birkaç üyenin karamsarlık telkin eden sözlerinden bile, aleyhimizde yararlanma çareleri aranmakta olduğuna şüphe edilmemelidir. Dışişleri Bakanlığı‘nın dosyaları bununla ilgili belgelerle doludur. Kesinlikle belirtirim ki, istemeyerek de olsa, düşmanlara ümit verecek en ufak belirtilerden kaçınılmadıkça millî dâvânın sonuçlanması gecikir.