Mustafa Kemal, Nutuk’ta eski arkadaşlarıyla yolunun ayrılmasını yorumlamaya özel bir bölüm ayırmıştı.
Şöyle diyordu arkadaşlarıyla arasına giren ayrılığın nedenlerini anlatırken:
Başarı için pratik ve güvenilir yol, her safhayı zamanı geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişmesini ve yükselmesini sağlayacak tek yol buydu. Ben de bu yolda yürüdüm. Ancak, bu pratik ve güvenilir başarı yolu, yakın çalışma arkadaşlarım olarak tanınmış kimselerden bazıları ile aramızda zaman zaman görüşler, davranışlar veya yapılan çalışmalardaki uygulamalar bakımından temel veya ikinci derecede bir takım anlaşmazlıkların, kırgınlıkların ve hattâ ayrılmaların da sebebi ve açıklayıcısı olmuştur. Millî Mücadele’ye beraber başlayan arkadaşlardan bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına kadar uzanan gelişmelerinde, kendi fikir ve ruh yeteneklerinin kavrayış sınırı bittikçe bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir.
Yani, Mustafa Kemal’in daha ilk günden ucu Cumhuriyet’e ve bugün bildiğimiz Cumhuriyet Devrimlerine varacak fikirler kafasındaydı ama bunları ancak sırası geldikçe açıkladı. En yakınlarıyla bile bu geleceğe dönük planlarını paylaşmadı. O yüzden de yakınındakiler bazen ona ayak uyduramadılar veya yapılanı kabullenemediler ve muhalefete geçtiler.
Mustafa Kemal, o ‘yakın arkadaşları’ yani Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele başta olmak üzere bazı isimleri Nutuk’ta çok ağır sözlerle eleştirir, onlardan ‘Cumhuriyet karşıtı ve saltanat yanlısı’ olarak, ‘Hilafet yanlısı’ olarak söz eder.
Oysa bu isimler yazdıkları anılarında Mustafa Kemal Atatürk’e saygısızlık anlamına gelecek tek bir kelime kullanmadıkları gibi Cumhuriyet ve Halifelik konusunda da Atatürk’ten farklı düşünmediklerini anlatırlar.
Peki nedir bu isimleri Mustafa Kemal’den ayrı düşüren şey? Bu dizi boyunca bu soruyu birkaç kez sorduk ve çeşitli cevaplar verdik. Ancak Mustafa Kemal ile bu ayrı düştüğü arkadaşları arasındaki siyasi farklılaşmaya hiç değinmedik.
Rauf Orbay örneğin anılarının bir yerinde 1923 yılı Nisan ayında birinci Meclis seçim kararı aldığında Mustafa Kemal’le arasında geçen bir konuşmayı aktarır. O sırada Mustafa Kemal, Müdafa-i Hukuk Derneklerini bir parti gibi kullanmaya hazırlanmaktadır, bu amaçla çeşitli ilkeler açıklamıştır.
Ben, barış içinde gireceğimiz yeni siyasî hayatta, bu hayatın icaplarından olan siyasî teşekküllere de yer verilmesi gerekeceğini düşünerek Mustafa Kemal Paşanın bundan böyle herhangi bir siyasî cemiyet veya fırkanın bilfiil başında bulunup, mücadeleye atılarak, o yolda hırpalanmasını doğru bulmuyor, aksine onun bundan sonraki millî iradeyi hâkim kılarak demokrasiye doğru gidecek siyasî hayatımızın gerektiği gibi gelişmesini sağlamak için, fırkalar üstünde Büyük Kurtarıcı ve Önder prestijiyle, tarafsız bir Devlet Başkanı olarak, müstesna bir mevki işgal etmesini, memleketin menfaatine uygun buluyordum. Seçimleri hazırlayacak heyetin başında bulunan Mustafa Kemal Paşaya bu fikrimi, açıkça beyanla, memleketin bundan sonraki siyasî hayatında nazım rolü oynayacak böyle müstesna bir mevkie şiddetle muhtaç olduğunu ve kendisinin böyle bir mevkide, herhangi bir siyasî teşekkülün başında bulunmaktan daha çok nüfuz ve yetki ile her bakımdan faydalı olacağını bütün samimiyetimle uzun uzadıya izahla rica ettimse de, yazık bu noktada anlaşmaya imkân hasıl olmadı. Hattâ bir gün yine bu mevzuda baş başa konuşurken, İzmirden Ankaraya dönüşümüz esnasında, belki şaka tarzında da olsa, ileri sürdüğü ‘Siyasî hayatı bırakıp, bundan sonra çiftçiliğe başlamak’ fikrini hatırlatarak;
‘Paşam, bence bundan sonra size yakışan ne o, ne de budur. Siz, kurtardığınız memleketin daha yapılacak birçok önemli işleri olduğunu düşünerek artık ne çiftlik sahibi olarak bir kenara çekilebilir, ne de bir siyasî teşekkülün başında didişebilirsiniz. Siz, her şeyin üstünde ve bütün bir milletin sevilen, sayılan temsilcisi olarak, dümen başında, tek yol gösterici vaziyetinde kalmalısınız’ dediğim zaman, düşünceli bir hal ile;
‘Belki haklısın Rauf, fakat bugün için değil… Hele bir şu işleri de bir bitirelim, sulh de olsun… Ondan sonra düşünürüz’ cevabını vermişti.
Bu, belki bir vaitti. Lâkin, (bitirilmesini istediği işlere) bir kere daldı mı, artık onlardan kendini kolay kolay kurtaramıyacağından korkuyordum. Bence, bu işleri itimat ettiği başkalarına bırakmanın tam sırasıydı. Fakat, her türlü yetkilerle mücehhez, tarafsız bir devlet başkanı olarak o müstesna şahsiyetiyle memleketin kaderini elinde tutması ile her şeyini, her inkılâbı ve her ileri hamleyi düzenleyip yürütmek işinde çok daha kuvvetli ve müessir olacağı hususundaki samimî kanaatimi, ne dedimse, ne yaptımsa kabul ettirememiştim. Ayni fikir ve kanaatte olan Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar gibi arkadaşlarımın bu husustaki çalışmaları da bir netice vermemişti.
Eski arkadaşları Mustafa Kemal’den parti başkanı olmamasını, gündelik siyasetin üzerinde olmasını istiyorlardı. Oysa onun kafasında bir icra planı vardı ve bu planı uygulamak için iktidar olmak istiyordu.
Partili Cumhurbaşkanı-Tarafsız Cumhurbaşkanı tartışmamız ta o zamanlardan kalma bir tartışma.