Büyük Taarruz’un 20 Ağustos’ta zaferle sonuçlanması ve 9 Eylül 1922’de de İzmir’in kurtarılmasıyla birden bire diplomasi alanında çok hızlı gelişmeler yaşanmaya başlandı.
Bir yandan işgalci İtilaf Devletlerinin temsilcileriyle hızlı bir görüşme trafiği vardı, bir yandan Türk ordusu Trakya’yı da kurtarmak üzere Çanakkale yönünde ilerliyordu. Bütün bu trafiğin merkezinde ise Mustafa Kemal vardı, kimse Ankara’ya bir şey sormuyordu.
Ama Ankara kendisine bir şey sorulmamasından ötürü gergindi. Bakın Mustafa Kemal, Nutuk’ta o günleri nasıl anlatıyor:
Efendiler, zaferden sonra, bizim İzmir’deki siyasî temaslarımız üzerine Ankara’da Bakanlar Kurulu’nun daha doğrusu bazı bakanların telâşlı bir duruma girdikleri farkedildi.
Askerî görevimin son bulmuş olduğunu, bundan sonraki siyasî işlerin Bakanlar Kurulu’na ait olduğunu hissettirecek şekilde, beni Ankara’ya davet ettiler. Halbuki, ne askerî görevim son bulmuştu ne de, siyasî ve diplomatik konularla ilgilenmek ve uğraşmaktan kendimi alabilirdim. Bu bakımdan, İzmir’den ordunun başından ve başlattığım siyasî ilişkilerden uzaklaşamazdım. Bundan dolayıdır ki, benimle görüşmek isteğinde bulunan ve bunda direnen Hükûmet üyelerinin veya ilgili bakanların İzmir’e yanıma gelmelerini teklif ettim. Hükûmet Başkanı Rauf Bey’le, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey geldiler.
Mustafa Kemal’in anlatımı hemen hemen bu kadar. Ama aynı seyahati Rauf Orbay çok farklı anlatıyor. Kendilerini ‘siyasi işleri görmek üzere’ Meclis’in gönderdiğini söylüyor, ardı ardına katıldığı diplomatik görüşmeleri, Mudanya konferansının kabul edilmesini, İsmet Paşa’nın burada müzakereci olarak görevlendirilmesini kendisini de karar vericilerden bir olarak içine alacak şekilde anlatıyor. Oysa Mustafa Kemal, İngiliz amiralle pazarlıktan Fransız politikacı Bouillon ile görüşmesine ve Mudanya konferansına kadar her konuyu birinci tekil şahısla anlatıyor. (Rauf Orbay-Hatıralar ve Söylemedikleri, sayfa 81-85)
Bu diplomatik temaslar en sonunda İtilaf Devletleri’nin bir barış konferansı önermesine uzanır. Ancak bir sorun vardır, konferansa İstanbul hükümeti de katılmak istemektedir.
Rauf Orbay ve saltanat sadakatı
Bunun üzerine Meclis toplanır ve 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması kararını alır. İlginçtir, yasayı Meclis Genel Kurulunda Başbakan Rauf Orbay savunur, yasa kabul edildikten sonra da ‘Bugünü bayram ilan edelim’ bile der.
Fakat Mustafa Kemal biraz daha geriye giderek farklı bir öykü anlatıyor. Mustafa Kemal’in Nutuk’ta anlattığı ama tam tarihini vermediği öyküde, bir gün Rauf Bey ondan akşama Keçiören’de Refet Paşa’nın evinde buluşmalarını, rahatça konuşmalarını ister, Mustafa Kemal kabul eder.
Akşam eve vardığında Rauf Bey, Mustafa Kemal’e, ‘Meclis, Saltanat makamının belki de Hilâfet’in ortadan kaldırılması görüşünün benimsenmiş olduğu endişesiyle üzgündür. Sizden ve sizin ileride benimseyeceğiniz tutumdan şüphe etmektedir. Bu bakımdan Meclis’e ve dolayısıyla, millet kamuoyuna güven vermeniz gerektiğine inanıyorum’ der. Mustafa Kemal bu soruya cevap vermezden önce Rauf Orbay’ın saltanat ve hilafetle ilgili görüşlerini öğrenmek ister.
Nutuk’tan aynen aktarıyoruz:
Ben, dedi, saltanat ve hilâfet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişah’a bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise, terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da, saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felâkete ve büyük acılara yol açar.
Bu anektodu anlatan Mustafa Kemal oradan sözü Rauf Orbay’ın karakterine getiriyor ve şöyle diyor:
Bana, Padişah’a bağlılığı borç bildiğinden, saltanat makamı yerine başka nitelikte bir makamın getirilmesine çalışmanın felâkete ve büyük acılara yol açacağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten sonra ve hele kararımın desteklenmesi ve saltanatın kaldırılması için Meclis’te bir konuşma yapmasını teklif etmem karşısında, ne düşündüğünü bile söylemeden boyun eğmiştir. Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey eski inanç ve görüşlerini değiştirmiş miydi? Yoksa bu görüşlerinde esasen samimî değil miydi? Bu iki noktayı biribirinden ayırmak ve biri üzerinde kesin bir yargıya varmak güçtür.
‘Yavuz, ünvanı halife olan bir mülteciye önem vermeseydi…’
Mustafa Kemal aradan çok zaman geçtikten sonra Nutuk’ta bunları anlatırken saltanatı kaldırmanın kolay bir adım olmadığını söylüyor. Yasanın çıktığı 1 Kasım sabahı önce parti grubuna uzun uzun saltanatın neden kaldırılması gerektiğini anlatıyor, hatta ‘Hülâgü’nün Halife Mu’tasım’ı idam ettirerek, yeryüzünde hilâfete fiilen son verdiğini ve 1517’de Mısır’ı alan Yavuz, ünvanı halife olan bir mülteciye önem vermeseydi, hilafet ünvanının günümüze kadar miras kalmış bulunamayacağını anlattım’ diyerek konuyu hilafete de getiriyor.
Bu konuşmanın ardından yasa teklifi Meclis’te Anayasa, Adalet ve Şeriye Komisyonlarının ortak toplantısında tartışılıyor. Mustafa Kemal bu komisyona bizzat giderek konuşmaları takip ediyor, duydukları üzerine dayanamayıp söz alıyor ve şu meşhur sözleri söylüyor:
‘Belki de bazı kafalar kesilecektir…’
Efendim, hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye görüşme ve tartışmayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, güçle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyeti ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de, Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldu bitti haline gelmiş olan bir gerçeği, kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi doğal olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, şekline uygun olarak ifade edilecektir. Fakat, belki de bazı kafalar kesilecektir.
Mustafa Kemal sözlerini saltanat ve hilafetle ilgili bazı dini bilgilerle de devam ediyor. Sonrasını yine Nutuk’tan aynen aktarıyoruz:
Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi, “Affedersiniz efendim, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık” dedi. Konu karma komisyonca çözüme bağlanmıştı.
Meclis’in oybirliği kararı
Mustafa Kemal bununla da yetinmiyor, teklif Meclis Genel Kuruluna geldiğinde de ad okunarak oylama yapılmasına karşı çıkıyor, ‘Oy birliği lazımdır’ diyor. Hemen oylamaya geçiliyor ve oturumu yöneten Başkan, ‘Oy birliğiyle kabul edilmiştir’ diyor. O sırada arka sıralardan biri ‘Ben muhalifim’ diyor ama kimse onu dinlemiyor.
Fakat Rauf Orbay ile etrafındaki Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy gibi isimlerin Mustafa Kemal’le tek meselesi saltanat değil.
Nitekim, Vahdettin’in bu yasadan 16 gün sonra İstanbul’dan bir İngiliz zırhlısıyla kaçmasının ardından başlayan halife ve halifelik tartışmaları da uzadıkça uzuyor. Hilafet makamı da, Cumhuriyet ilan edildikten sonra, 3 Mart 1924’te kaldırılıyor.
Rauf Orbay hatıralarında ‘Hilafet meselesi’ diye özel bir bölüm bile yazmış; bu kurumun genç Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde bir güç olacağını, o yüzden korunması gerektiğini söylüyor. Kendisinin ve Kazım Karabekir’in yanlış anlaşıldığını, o yüzden Mustafa Kemal ile aralarının ebediyete kadar açıldığını anlatıyor. (Sayfa 93-100)