Burada bir yandan Cumhuriyet’in ilan edilmesine giden 100 günün önemli olaylarını, bu olayların arka planındaki kimi çekişmeleri ve bazı isimlerin Mustafa Kemal’le ayrılmaya başlayan yollarını zaman zaman geçmişe de dönerek anlatıyoruz.
Ama bir yandan da, hepsi ‘Cumhuriyetin kurucu babaları’ sayılması gereken bu dev tarihi kişiliklerin insan olduklarını da hatırlamak gerekir. Bugün öyle bir pasaj paylaşacağız.
Feridun Kandemir tarafından yazılmış olan ‘Hatıraları ve Söylemedikleri İle Rauf Orbay’ adlı kitaptan genişçe bir bölüm. Bazı yerlerde Feridun Kandemir yazıyor, bazı yerlerde ise söz tamamen Rauf Orbay’a geçiyor.
Büyük zaferle vatanın kurtuluşundan sonra, Millet Meclisinin ‘Başvekilin şu sırada vaziyet icabı, itilâf devletleriyle siyasî temaslarda bulunmak zaruretinde kalan, Başkumandan Mustafa Kemal Paşanın yanında bulunmaları icab eder’ mülâhazasıyla İzmire gitmelerini uygun buluşu üzerine Rauf bey, Hariciye Vekili Yusuf Kemal beyle birlikte Ankara’dan İzmire giderken bu seyahatinde yanında Müdafaa-i Hukuk Gurubu başkanı Ali Fuat Paşa da vardı.
Rauf bey ve arkadaşları, 29 Eylülde (1922) vardıkları İzmir’de bizzat Mustafa Kemal Paşa ve maiyeti ile muazzam bir halk kütlesi ve merasim kıtası tarafından tezahüratla karşılanmışlar ve Mustafa Kemal Paşanın konuğu olmuşlardı. Birkaç gün evvel anî bir infilâkla İzmir’in frenk mahalleleriyle Punta semtini yalaya yalaya, silip süpüren büyük yangından sonra, Mustafa Kemal Paşa – şimdi Güzelyalı denen – ‘Kokaryalı’daki Uşşakizade Muammer beyin köşklerinden birine misafir edilmişti. Paşanın karargâhı da burada idi.
Rauf bey, o günlerden söz açıldığında, dalgın dalgın düşünerek, parça parça hatıraları birbirlerine ekleye ekleye derdi ki ‘İzmir, kurtulan vatanın bir sembolü haline gelmişti. Eskiden beri pek sevdiğim, fakat dil alışkanlığıyla bir çoklarının Gâvur İzmir dedikleri bu şirin şehre, şimdi gâvurluktan da tamamiyle sıyrılarak halis muhlis Türk oluşunun büyük heyecan ve sevinciyle kavuşup, Mustafa Kemal Paşanın boynuna sarılırken, titreyen dudaklarımla ancak ‘Gazan mübarek olsun paşam!’ diyebilmiştim. O da beni, ayni samimiyet ve heyecanla kucaklayarak, hiç unutmam ‘Rauf kardeşim, mis gibi bitirdiğimiz işte ortak olduğumuzu unutma Nice zamandır, her mihnete katlanarak, lâkin hiç ümitsizliğe düşmeden, bugüne gelmeye çalışmadık mı? Gazâ varsa, onda müşterekiz. Sana da mübarek olsun’ demişti.
Bizi, otomobiline alarak, Uşşakîzade Muammer beyin Güzelyalı’daki köşküne götürdü. Orada, Muammer beyle de tanış tırdı.
Ben palas pandıras sürüldüğüm Malta’da aylarca devam eden zindan hayatından ve Ankarada âdeta nerede yatıp nere de kalktığımızı bilmez bir vaziyette geçen, karma karışık yaşayıştan sonra, İzmirdeki bu köşkte daha ilk gün, birdenbire, epeydir farkında olmadan hasretini çeke çeke, bir daha ulaşılmaz gibi uzaklarda kalmış bir dünyada unutmuş, bırakmış olduğumu anladığım, aile yuvasına kavuşmuş gibi oldum.
Derhal hissediliyordu ki, bu köşk, bu odalar, salonlar, sofralar, bu sofralardaki yemekler, hattâ hizmet edenlerin üstleri başları, tavırları, hareketleri bile görgülü, bilgili bir hanımefendinin titiz ve ince kontrolundan geçmektedir. İnsan bu vaziyeti, gerçi yadırgamıyor ama bir tuhaf oluyor, demek ki biz, vatanla beraber, doğru dürüst, temiz pak yaşayışı da kaybetmiştik. Şimdi kurtulan İzmirle beraber, unutur gibi olduğumuz o derli toplu ve pek sevdiğim muntazam, düzgün, mazbut yaşayışa da kavuşmuş olduk. Fakat bunun sırrını ancak, ertesi gün, Mustafa Kemal Paşanın tanıştırdığı köşk sahibesini görünce anladım.
Bu ev sahibesi Uşşakîzade Muammer beyin büyük kızı Lâtife hanımdı. Genç, zarif, ve ilk bakışta insana saygı telkin eden, nazik ve kibar bir hanımdı. Konuşmasından, iyi bir tahsil ve terbiye görmüş, kültürlü ve olgun olduğu da anlaşılıyordu. Sonradan gördük ki, bizim kaldığımız köşk gibi, Mustafa Kemal Paşanın karargâh ve maiyeti ile kaldığı köşkün idaresini de büyük bir konukseverlikle, Lâtife hanım üzerine almıştır. Rahat ve huzur içinde çalışmamızı sağlamak için, her işimize büyük bir itina ile o nezaret ediyordu.
Nitekim bir gün Mustafa Kemal Paşa da bu halinden pek mütehassis ve memnun olduğunu anlatırken, gülümseyerek, ‘Anlaşılıyor ki; karargâh kumandanlarının hanım olmaları her cihetçe daha muvafıkmış’ diyordu.
Kız kardeşleri ve diğer akrabaları da Lâtife hanıma yardımcı oluyorlardı. Fakat, Lâtife Hanımın günün birinde hattâ pek kısa bir zaman sonra, Mustafa Kemal Paşa ile hayatlarını birleştirecekleri kimsenin aklına gelemezdi.
Dünyaya, sanki icat ettiği bitmez tükenmez işlerin birinden ötekine koşarak, didinmek, uğraşmak için gelmiş insanların, galiba yorulmaya olduğu gibi, hayatına başkasını teşrik ettirmeğe, hattâ böyle bir şeyi düşünmeğe bile vakitleri olmuyor.
Nefes alıp, biraz dinlenme imkânı veren herhangi bir merhalede, böyle bir şey yapmak gerektiği akla gelse, veya getirilse dahi, hayatında büyük bir değişiklik yapacağı muhakkak olan katı adımı atmaktan duyduğu anî çekingenlik ve terettütle ‘Adam sende, acelesi ne?’ deyip geçiyor.
Amma… bir de baktık ki, zannederim pek sevdiği annesinin de tesirile, İzmire ikinci gidişinde Lâtife Hanımla evlendiler.
Bu, bütün bir milleti sevindiren pek mes’ud bir hadise idi
Hiç unutmam, kendisini samimiyetle tebrik ettiğim gün, bariz bir sevinç içinde teşekkürler ederken, ‘Darısı başına Raufcuğum, diyordu Haydi bir gayret de sen göster…’
Hayatından pek memnundu. Lâtife Hanımın şahsında anlayışlı, olgun, müşfik, nazik ve kültürlü bir hayat arkadaşı bulmuş olmanın hazzı ile hakikaten mes’uttu.
Gene o günlerde, baş başa kaldığımız bir sırada sözü bu konuya getirerek:
‘Hayatım intizama girdi. Böyle bir hayata ne kadar muhtaç olduğumu, ancak şimdi anlayorum. Doktorlar da istirahat tavsiye ediyorlar. Bu mazbut hayat olmasaydı, nasıl istirahat edebilirdim.-, derken, gözlerimin içine bakarak ilâve etmişti:
-Eee… sen ne zaman karar verceksin? İşte ben yolu açtım, artık sıra sende…
Ben de cevaben :
-Paşam, zaten her işte, yolu hep siz açarsınız… deyince;
-Eee, öyle ise tamam… Demek beni takip ediyorsun… Lâtifeye de hemen müjdeyi vereyim, demiş, gülüşmüştük.
Fakat yazık ki, açtığı bu yolda, kendisini takip etmelerini istediği arkadaşlarını olduğu gibi, bizzat kendisini de, çok geçmeden, hiç umulmadık, hatır ve hayale gelmedik bir ayrılışın üzüntüsü içinde bıraktı.
Lâtife Hanımdan ayrıldıklarını duyduğum zaman, sebebini sormağa hiç lüzum duymadan, gayrı ihtiyari ve derhal ‘Mutlaka etraftır’ demiştim.
O andaki bu tahminimde aldanmamış olduğumu bilâhare öğrendiğim zaman, o büyük adama, bunca yılların yorgunlukları sonunda hak ettiği huzur içindeki tertemiz aile hayatını çok görüp, zehir eden ‘etraf’a, bu melunca hareketlerde de yalnız O’na değil, bu memleket ve millete de ne kadar zararlı olduklarını bir kere daha görmüş olmanın üzüntüsü içinde, lanetler etim.