Osmanlı devleti, 1. Dünya Savaşı’ndan hemen önce çok büyük bir felaket yaşamış, Balkan Savaşı adı verilen savaşı kaybetmişti. Bu savaşta Osmanlı açısından en az Anadolu kadar, hatta daha fazla önemli olan, Türkler’in 1389 yılından beri yaşadıkları Balkan coğrafyasındaki varlıkları sona ermişti.
Çok ilginç bir belge, Ali Fuat Cebesoy’un hatıralarında var. Yıl 1910. Daha Balkan Savaşı’na 2 yıl var. Ama gören gözler bu savaşın bağıra bağıra geldiğini görüyor.
Ali Fuat Cebesoy, o sırada Roma’da ateşe militer. Bir ara izne geliyor, önce İstanbul’a gidip bugünkü Libya topraklarında yaşanan savaşla ilgili görüşlerini Savunma Bakanı Mahmut Şevket Paşa’ya anlatıyor, ardından Selanik’e geçip Harbiye’den sınıf arkadaşı Mustafa Kemal ile buluşuyor.
Sohbeti Cebesoy ‘Ali Fuat Cebesoy’un Anıları’ adlı kitabına almış, oradan aktarıyoruz:
Birkaç yıldan beri Selanik’teki Beşinci Kolordu’nun harekât şubesi müdürlüğünü yapmakta olan Mustafa Kemal Bey, selâhiyetle bana şunları anlattı:
‘Bulgar, Sırp, Karadağ ve Yunan Ordularının müttefik olarak üzerimize saldıracakları vakit, bizim savunma plânımızın esaslan Genel Kurmayca şöyle tespit edilmişti:
1 – Edirne, İşkodra, Yanya birer müstahkem mevki hâline getirilecek.
2 – Kırklareli ile Edime arasında en kuvvetli ordumuz, Bulgaristan’a karşı yığınak yapacak.
3 – Rumeli’de Sırp Ordusunun taarruzunu karşılayacak olan bir ordumuz da, Üsküp’ün ilerisinde Komanova’da toplanacak ve İstroma vadisinde bir kolordumuz, yukarıdaki ordularımızla Selânik kolordusu arasında irtibatı temin edecektir.
4 – Selânik’in ilerisinde bir Kolordumuz, Yunan taarruzunu önle yecektir.’
Ordularımızın yığınaklarını bu suretle anlatan Mustafa Kemal Bey, sözlerinin hitamında hiddetle ayağa kalkarak şöyle bağırdı:
‘Bu plân, hakikat olmaktan ziyade tamamiyle hayalî bir plândır. Dört Balkan müttefiki kadar kuvvetli olmaktan çok uzağız. Tersine, çok zayıfız. Ne yapıp, edip, Yunanistan’ı, bir siyasî yol bularak, bu ittifaktan uzaklaştırmak gerekir. Girit adası üzerinde yapacağımız bir pazarlık ile, Yunanistan’ı bu ittifaktan ayırabileceğimizi sanıyorum. Anadolu’dan Rumeli’ye yapılacak deniz nakliyatını temin edebilmek için donanmamızın mutlaka Yunan donanmasına üstün olması gerekir. Averof’u İtalyanlardan satın almamakla bu fırsatı kaybettik. Yunanistan’ı Balkan ittifakından ayırdığımızı kabul etsek bile Rumeli’de muvaffak olabilmek için Ege Denizindeki nakliyâtımızı İtalyan donanmasına karşı emniyette bulundurmamız ve bunun için de İtalya ile mutlaka bir anlaşma yapmamız gerekir. Bundan da öte, Ege Denizi’nde nakliyat yapabilmemiz mümkün görülse bile, Edirne-Selânik şimendifer hattının emniyette bulundurulması mümkün olamıyacaktır. Trakya ve Makedonya’da hareket edecek olan ordularımız arasında hiçbir vakit irtibat kurulamayacak ve bu yüzden birbirlerine yardım edecek şekilde hareket edemeyeceklerdir. Bunun sonucu olarak da ne Trakya’da ne de Makedonya’da bir merkez-i siklet yapılamayacak ve inisiyatifi elimize almak fırsatını bulamayacağız. Rumeli’deki bu za’fımızı giderebilmek için gerekli her vasıtaya müracaat edilmesinin şart olduğunu muhtelif vesilelerle Genel Kurmay Başkanlığına bildirdim. Fakat bir yıldan fazladır Genel Kurmay Başkanı Yemen’de bulunduğu için ve yerine de asâleten hiç kimsenin tayin edilmemiş olmasından ötürü yaptığım tekliflerin maalesef hiç biri kabul edilememiştir.’
Bu konuşmayı hem üzüntü hem de hiddet içinde yapan Mustafa Kemal Bey, sözlerine şöyle devam etti:
‘Bütün bunlara rağmen, zayıf olan durum ve tutumumuzu düzeltebilecek imkânlara hâlâ sahibiz. Fakat Harbiye Nâzırı Mahmut Şevket Paşa’nın otoritesi gün geçtikçe zayıflamaktadır. Bu zatın radikal tedbirler alabileceğini hiç zannetmiyorum. Şu anda, durumumuzu iyi bilen siyasî ve askerî tedbirleri kabinede kabul ettirebilecek kudret ve kabiliyette askerî bir şahsiyetin hemen Harbiye Nâzırlığına getirilmesi elzemdir.’
Mustafa Kemal Bey sözlerini bitirince, ben: ‘Farzediniz, tasavvur ettiğiniz vasıfta bir Harbiye Nâzır, Mahmut Şevket Paşa’nın yerine getirildi. Bu zat, size bu vaziyetimiz hakkındaki düşüncelerinizi sorsaydı, ne cevap verirdiniz?’ dedim.
Mustafa Kemal Bey: ‘Bu suali sormamış dahi olsanız, benim düşündüklerimi anlatmamın zamanı zannederim çoktan gelmiştir’ dedikten sonra, 1910 yılındaki Devletin dış ve iç durumunu şöyle özetledi:
‘Büyük Devletler, İtalyanları Trablusgarp’a taarruz ettirmekle Osmanlı Devleti’nin tasfiyesine fiilen başlamış oldular. Yunanistan’ı da, yakında Balkan Devletleri ittifakına sokarlarsa, Trakya ve Makedonya’da Balkan Devletlerinin de saldırışlarını beklemeliyiz. Bu dış saldırışlarla beraber içte İttihat ve Terakki hükümetini yıkarak yerine Osmanlı Devleti’nin ademî merkeziyet usulü ile idaresi prensibi arkasında devletin parçalanmasını gizlice isteyen dış ve iç düşmanlarla birlikte hareket eden Hıristiyan ve gayri Türk teb’anın mebuslarının ekseriyet temin ettiği muhalefet partisini iktidara getirmek isteyecekleri muhakkaktır. Bu maksatla yakında kuzey Arnavutluk’ta bir isyân çıkartacakları gibi, İstanbul’daki askerî birlikleri, Halâskâr Subay Cemiyetleri vasıtasıyla hükümet aleyhine çevireceklerdir.
Bu kadarla da yetinmeyip, vaktiyle Sultan Hamid’e karşı dağa çı kartıldığı gibi, bu kere de İttihat-Terakki Hükümetine karşı, Rumeli’de birtakım subay çeteleri dağa çıkarılacaktır. Bu suretle, memleket içinde Arnavutluk isyanı, hükümetin iskatı ve orduyu isyana teşvik gibi birtakım anarşik hareketlerle karşı karşıya kalacağız. Böylece, bu dış ve iç hareketlerle de devletin parçalanmasına gayret edeceklerdir.’
‘Buna karşı düşündüklerim’ sözü ile Mustafa Kemal Bey şöyle devam etmişti:
‘1 —Bazı kuvvetli şahsiyetlerle İttihat-Terakki kabinesini takviye ederek yerinde tutmak ve Erkân-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’yı Yemen’den İstanbul’a getirmek.
2 – Mahallî bir muhtariyet veya İstiklâl verilmesi hakkında Arnavutluğun muvafık ve muhalif mebus ve ayanları ile hemen müzakereye başlamak ve bu esnada Yunan-Arnavutluk hududunu tesbit etmek.
3 – Ordularda hüviyetleri malûm olan halâskâr subaylann isyankâr hareketlerine daha fazla meydan verilmeyerek hemen tevkifleri lâzımdır. Ordularda siyasetin köklerini kazıyabilmek için İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin elini, ordulardan kat’i surette çektirmek.
4 – Fiilen Osmanlı hâkimiyetinden çıkan Girit Adası’nın Yunanistan’a terk edilmesini kabul etmemize karşılık, Yunanistan’ın Balkan İttifakına girmemesini sağlamak.
5 – Sünûsilerin şehirler haricinde bütün kıt’ada istiklâllerini tanımak suretiyle İtalyanlarla sulh yapmak.
6 – Büyük Devletlerin Osmanlı ülkesini bu derece tehlikeli bir duruma getirdikten sonra, yukarda bildirilen bazı fedakârlıklar sayesinde hem iç dertlerimizden kurtulmak, hem de en kuvvetlisi olan Bulgarlara galebe çalmak ve üstünlük sağlamak.
7 – Balkan Harbi başlamadan önce, Yunanistan’a terk edeceğimiz Girit adası ile müstakil Arnavutluk-Yunanistan hududlarının tashihi münasebetiyle merkezi Yanya şehri ile Epir’i Yunanistan’a iltihak ettirmek. Tarafsızlığı veya Sırplıların Selânik üzerine ilerlemeleri halinde, Yunanlıların bizimle ittifakını temin etmek.
8 – Müstakil Arnavutluğa gelince, Karadağ ve Sırbistan’a karşı, kendisiyle askerî bir ittifak yapılacağından, İşkodra nizamiye fırkası ile, bir seferberlik vukuunda teşkil edilecek bütün redif fırkalarını silâh ve teçhizatları ile birlikte Arnavutluğa bırakarak bir Arnavut müdafaa ordusu teşkil etmek. Bu ordu, İşkodra’dan başlıyarak, Karadağ’a karşı yalnız başına kendisini müdafaa edecek, geri kalan kısmı ile Güney’e sarkarak Sup Ordusunu, yandan tehdit edecektir. Üsküp, Selânik ve Demirhisar civarında bırakacağımız bir kolordu ve tümenler, Sırp ordusunun Selânik ve Manastır’a kadar gelmesine mâni olmazsa, Yunanistan, Sırpların Selânik’e kadar inmesini istemiyeceğinden, bir müttefik olarak bu hareke katılması temin edilebilir.
9 – Makedonya’da bırakılacak olan, Üsküp’teki yedinci kolordu ile Selânik’e getirilecek olan Yanya nizamiye fırkasından başka altıncı ve beşinci kolordularla bütün redif tümenlerini denizden ve karadan şimendiferle Ergene nehrinin güneyine nakletmek ve Bulgarlara karşı üstünlük teminine çalışmak.
10 – Alınacak olan siyası ve askerî tedbirlerin, Bulgarların, Sırplarla beraber harekete geçmesinden önce, bitirilmesine çalışmak.’
Mustafa Kemal Bey’i saatlerce dikkatle dinledikten sonra, meselenin siyasî ve askerî cephesiyle gerçeklere çok uygun bir biçimde halledilmiş olduğunu görünce;
‘İmkân olsa da hemen sizi Sadrazam ve aynı zamanda Harbiye Nâzırı yapsalar. Devleti en az zayiatla uçuruma düşmekten kurtarabilirdiniz’ dedim, ve ‘Ortaya koyduğunuz hal sureti hakkında sizinle münakaşa edebilecek en ufak bir husus dahi düşünemiyorum’ diye, sözlerime ilâve ettim.
Kimin hatırına gelebilirdi? Bir gün gelecek, 1910 yılında konuşulan bu tehlikeli durumlar, 1918’de daha tehlikeli boyutlara ulaşmış olarak karşımıza çıkacak ve Mustafa Kemal, her nev’i makamın üstünde gerçek bir lider olarak meydana atılacak, millet tarafından bir baş olarak tanınacak ve memleketi bir yıkılış tehlikesinden kurtararak gerçek hudutlarına ve istiklâline kavuşturacaktı.
İnsan bu sohbeti okuyunca ister istemez düşünüyor: Osmanlı hükümeti daha 1910 yılında Atatürk’ün bu söylediklerini yapıp Balkan Savaşı’nı daha başlamadan önleseydi veya bu savaşta bu denli utanç verici bir yenilgi yaşamasaydı, belki tarihin akışı değişecek, 1. Dünya Savaşı çıksa bile Osmanlı belki bu savaşa hiç girmeyecekti.