17-06-2023
İsmet Berkan

Gazetecilikten ümit kesmemek gerektiğinin kanıtı

Gazetecilikten ümit kesmemek gerektiğinin kanıtı

Propaganda amacıyla yayın yapılması ve bu amaçla yayın organları çıkarılmasının tarihi daha eski ama bugün bildiğimiz anlamda, okuyucunun haber alma ihtiyacının karşılanması için haber yayınlamanın tarihi bundan birkaç yüzyıl öncesine kadar gidiyor.

Şehir hayatının ve bir ‘sivil’ hayatın başlamasıyla birlikte, o ‘sivil’ insanlar olup bitenlerin kendilerini ilgilendiren, kendi hayatlarını etkileme potansiyeli taşıyan bölümü hakkında bilgi sahibi olmak, olanlardan haberdar olmak konusunda bir ihtiyaç duymaya başladı.

O ihtiyaç, gazetecilik mesleğini ve ‘gazeteci’ adı verilen insanı ortaya çıkardı.

Bu ihtiyaç bugün de var. Üstelik çok daha fazla var.

Türkiye ve medyası tarihinin en acıklı dönemlerinden birinden geçiyor. Ortada yegane amacı halkın haber alma ihtiyacını karşılamak olan bir medyamız kalmadı; eskiden ‘merkez medya’nın yerine getirdiği bu fonksiyon tamamen açıkta. Mevcut medya, toplumun iki ucundaki siyasi/kültürel/ahlaki kamplaşmanın propaganda organlarına dönüşmüş durumda. Kutuplaşmanın savaşı aslında medyada yaşanıyor; medyanın iki ucu arasında.

Biz 10Haber’de bu propagandadan ve savaştan uzak durmaya, ana fonksiyonumuz olan halkın haber alma ihtiyacını karşılamaya odaklanmakta kararlıyız.

Gazetecilik, hakkıyla yapıldığında bir gerçek ihtiyacı karşılar, biz buna inanıyoruz.

Bir başka inancımız da şu: Gazeteciliği, hala ‘gazeteci’ sıfatını taşımaya layık olanlar, haberlerine kendi kişisel siyasi/kültürel/ahlaki bakışını birer önyargı olarak yansıtmayanlar, gerçeği bu subjektif bakış açısıyla eğip bükmeyenler yapabilir ancak.

Bakın geçen hafta, Türkiye’nin gerçek ‘gazeteci’lerinden biri olan Erdal Sağlam tam anlamıyla ‘bomba’ bir kulis haber verdi: Merkez Bankası Başkanlığı görevinden alınan Şahap Kavcıoğlu’nun BDDK başkanı olduğunu yeni ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek Resmi Gazete’den öğrenmişti.

Bu haber Türkiye’de okuyucunun uzun süredir okumayı özlediği türden bir haberdi ve anında karşılığını buldu.

Bugün yine bir Erdal Sağlam haberi var. Mehmet Şimşek’in TÜSİAD yönetimi ve Bankalar Birliği ile yaptığı kapalı sohbetlerin arka planını ve içeriğini aktaran. Bu haber de inanılmaz derecede yüksek miktarlarda okunuyor.

Neredeyse 30 yıldır tanıdığım Erdal Sağlam’ın benim tarafımdan övülmeye ihtiyacı yok, zaten mesele Erdal Sağlam da değil, mesele gazeteciliğin hala ölmediğini göstermek, halkın kendisini ilgilendiren bir konuda gerçek bilgi iletildiğinde bunu okumak için hala talepkar olduğunu bir kez daha hatırlamak.

Gazeteciliğin can çekişse bile ölmediğini gördüğümüz, gazetecilik için hala ümit olduğunu bize söyleyen güzel bir gün bugün.

Akıl dışına çıkmak kolay, akla dönmek o kadar kolay değil

Akıl dışına çıkmak kolay, akla dönmek o kadar kolay değil

Açıkça söylemek gerekirse, makro ekonomi alanında 2018’den bu yana yaşadıklarımız aslında bir korku filminden farksızdı. Ve bu korku filmini esas başlatan şeyin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın daha seçilmezden önce Mayıs 2018’de Londra’da yabancı yatırımcılara ‘Faizi düşüreceğim’ demesi olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız.

Erdoğan’ın ‘Faizi düşüreceğim’ demesi aslında tek başına çok da önemsenmeyebilirdi; çünkü dünyanın pek çok yerinde zaman zaman siyasetçilerin Merkez Bankası’nın faiz politikalarından açıkça şikayet ettikleri duyulabilir. İşte bakın, Donald Trump da oldukça uzun süre kendi Merkez Bankası’na kızdı, faizi düşürmesini istedi.

Mesele bir siyasetçinin bunu istemesi değil, o isteğini yapacak kudrete sahip olması. Tayyip Erdoğan’ı diğer dünya liderlerinden ayıran özellik buydu. O Cumhurbaşkanı seçildi ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığını sona erdirdi, Hazine’nin başına da bir dediğini iki etmemesi için damadı Berat Albayrak’ı getirdi.

Oysa Mayıs 2018’de Türk ekonomisinin en büyük sorunu faiz falan değildi; döviz kurunun aşırı yükselmesi veya aşırı yüksek enflasyon da değildi. Birinci nesil yapısal reformlarını tamamlamış olan Türkiye’de o sırada en büyük sorun, özel sektörün aşırı dış borçlanmış olmasıydı.

Özel sektör, ‘Yurt dışından neredeyse bedava maliyetle borç buluyoruz, Türkiye’de ise yüksek faiz var’ diyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, ‘Yapmayın yahu, niye böyle’ diye sormak yerine özel sektörden gelen bu garip itiraza ikna olmuştu.

Oysa merkezi hükümetin yapması gereken ikinci nesil yapısal reformlara ağırlık vermesi ve bu arada özel sektörün borçlanmasını zaptü rapt altına almasıydı. Yurt dışından alınan borçla yatırım yapılmıyordu, bu paralar tüketime ve gereksiz ithalata gidiyordu. (İstanbul’da bir lokanta zinciri, yemek servisi yaptığı kapların içine şıklık olsun diye bir yağlı kağıt seriyordu ve bu kağıt Çin’den ithal ediliyordu.)

Ama biz özel sektörün dış borçlanmasını verimli hale getirecek önlemler almak yerine gittik o özel sektör yurt içinden de ucuz borç bulabilsin diye faizleri indirmeye başladık.

Ardından doğal olarak döviz fiyatı yükselmeye başladı. Özel sektör birden çok ciddi bir kur riskiyle karşılaştı. TL’yi ucuzlatıp bollaştırmanın bir başka sonucu, enflasyonun yeniden yükselmeye başlaması oldu. Bu, TL’deki değer kaybını daha da hızlandırdı.

TL’nin böyle bir açık verdiğini ve zayıf pozisyonda olduğunu gören Amerikan Başkanı Donald Trump, Türkiye’de tutuklu olan rahip Brunson’u kurtarmak için dövize baskı silahını seçti, bir Tweet yazıp ‘Serbest bırakmazsanız TL’yi mahfederim’ dedi. Türkiye 2018 yaz aylarını ciddi bir kur atağı ve kriziyle geçirdi. Burada konuşulmayan şey, Trump’a bu ekonomi silahıyla siyasi baskı kurma fırsatını bizim verdiğimizdi.

Ama o analiz de yapılmadı, çünkü faiz politikasından vaz geçmek istemiyorduk. Akıl dışılığın hakimiyeti yayılmaya başladı. Yurt dışındaki TL/dolar swap piyasası öldürüldü. Onu hepsini sıralamaya burada yerimin yetmeyeceği başka akıl dışı adımlar izledi. Hepsi o faiz politikasını savunmak içindi. Bir akıl dışılığı onlarca, hatta belki yüzlerce başka akıl dışılıkla savunduk yıllarca.

Şimdi gelen yeni ekonomi yönetimi, ‘ilk günah’a geri dönerek akıl dışılıktan çıkmaya, akli, yani rasyonel olana dönmeye çalışacağı izlenimi veriyor.

Ancak gördünüz işte, bir anda akıl dışılığa sıçramak, bedel ödendiği halde bunda ısrar etmek çok kolay. Buna karşılık akla geri dönmek o kadar da kolay değil.

Örneğin bankalarımıza ‘Elinizdeki mevduatın en fazla yarısı döviz cinsinden olabilir’ dedik. Bankalar bu rasyoyu tutturabilmek için, gündelik işleri için Merkez Bankası’ndan yüzde 8,5 faizle para bulabildiği halde mevduata yüzde 40’ın üzerinde (iddiaya göre bir kamu bankası geçen hafta yüzde 47 vermiş) faiz veriyor. Aynı paranın iki ayrı fiyatı var yani: Yüzde 8,5 ve yüzde 42-44.

Bu akıl dışılığı bir günde gideremezsiniz; bankalarda TL’den kaçış başlar. O yüzden yavaş ve kademeli bir geçiş yapacaksınız.

Şimdi herkes Merkez Bankası’nın faizi kaça çıkaracağını merak ediyor. Kaça çıkarırsa çıkarsın, esas mesele, Merkez Bankası’nın bu faiz kararının yanına bankacılıkla ve kambiyo işlemleriyle ilgili başka hangi değişiklikleri ekleyecek acaba?

Kaldı ki mesele sadece faiz de değil. Türkiye bütçe açığını nasıl finanse edecek? Ne yapacak da ithalatı sınırlayacak? Ne yapacak da özel sektör açıklarının kapanmasına yardımcı olacak?

Bütün bu soruların cevapları, bizim ‘akla’ ve ‘normal’e dönüş hızımıza karar vermeden bulunamaz.

Mehmet Şimşek ve Cevdet Yılmaz’ın işi çok ama çok zor.

Hayatta en zor şey, patrona rağmen patron çıkarı savunmak

Hayatta en zor şey, patrona rağmen patron çıkarı savunmak

Özel sektörde üst düzey yöneticilik yapmış herkesin meslek hayatında en az bir kez başına gelmiş bir şeydir bu: Patrona rağmen patron çıkarı savunmaya çalışmak…

Bizde şirketler çoğunlukla patron şirketidir. Çoğunlukla patron zaten şirketi de yöneten kişidir, o zaman davul da onun boynundadır, tokmak da onun elinde. Mesele yok.

Ama bazı şirketlerde patron ‘kurumsallaşma’ için veya işler artık çok büyüdüğü için bazı profesyonelleri genel müdür vs sıfatlarla işe alır, şirketlerini de onlara teslim edip kendisi yukarıdan izleyen bir pozisyona geçer, sadece kritik kararların kendi onayına gelmesini ister.

İşte bu kritik kararlarda genel müdür ile patronun zaman zaman çatışması kaçınılmaz olur. Çünkü şirket için en iyi, en doğru, en güzelin ne olması gerektiği konusunda patron başka şey düşünür, yönetici başka şey.

Patronlar her zaman haksızdır, profesyoneller ise haklıdır demek istemiyorum ama bu çeşit çatışmalı durumlar ortaya çıktığında, profesyonel yönetici ‘Patrona rağmen patron çıkarı savunma’nın ne kadar zor olduğunu yaşayarak görür.

Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek’in durumu da bu.

Her iki isim de uzun yıllardır Türkiye’nin devlet ve siyaset hayatında var. Hiçbir zaman bizim bildiğimiz anlamda ‘siyasi’ bir kişi olmadılar; liderlik hırsları zaten yok, daha çok bir teknokrat gibi kaldılar. Yani, Tayyip Erdoğan her zaman ‘patron’du, Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek ise çalışan bir profesyonel.

Bugünkü pozisyon da farklı değil. ‘Patron’ Tayyip Erdoğan kendini biraz yukarı çekti, sadece kritik kararların kendisine sorulmasını istiyor, yönetme sorumluluğunu Cevdet Yılmaz ile Mehmet Şimşek’e devretti.

Şimdi bu ikili ‘Patrona rağmen patron çıkarı savunma’nın zorluklarıyla da boğuşacaklar.

‘Patron’ kendi çıkarının faizleri ne pahasına olursa olsun düşük tutmakta olduğunu düşünüyor. Buna karşılık Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek, gereksiz yere düşürülen faizin yarattığı zincirleme etkinin ekonomiyi boğduğu, yani patronun çıkarının aleyhine olduğu inancında.

Patron onlara, ‘Madem öyle bir de sizin dediğinizi deneyelim’ dedi, sınırlı bir izin verdi. Şimdi onlar patrona kendi yöntemlerinin şirketin daha fazla iyiliğine olduğunu kanıtlayacaklar.

Acaba ne kadar vakitleri var bu kanıtlama için?

İşin ucunda patronun sizi işten atması var.

Bir çocuk öldü, babası şikayetçi değil!

Bir çocuk öldü, babası şikayetçi değil!

Şanlıurfa’nın Eyyübiye ilçesinde 12 yaşındaki Abdülbaki Dakak bir ahırda ölü bulundu. Küçük çocuğun ölümünün etrafında bir esrar perdesi var. İlk bakışta intihar gibi duruyor ama çocuğun üç gün boyunca kayıp olması, sonra da kaybolduğu Kuran kursu binasının çok yakınında bir ahırda bulunması şüphe de çekiyor. Herhalde polis araştırması sonunda olayın intihar mı cinayet mi olduğu netleşecek, şimdilik onu beklemekten başka yapacak bir şey yok.

Ancak ilginç olan şey şu: Olayı odağında ister istemez çocuğun devam ettiği ‘medrese’ veya ‘Kuran kursu’nun sahibi olan Menzil tarikatının bir kuruluşu var ve söz konusu olan bu geniş tarikat olunca ‘Kol kırılır yen içinde’ anlayışı hakim oluyor.

Çocuğun daha önce birkaç kez yatılı olan Kuran kursundan kaçmış olması, onun orada bulunmak istemediğini, ailesinin zoruyla gittiğini ima ediyor ama yine de dikkatli konuşmak lazım: Çocuğun ölüm biçimini de, nedenini de aslında bilmiyoruz.

Fakat bu ‘Kol kırılır yen içinde’ anlayışı, 10Haber’in ulaşıp konuştuğu ailesinde de var. Abdülbaki’nin babası, 12 yaşındaki oğlunun ölümünden şikayetçi olmayacağını söyledi bize.

Kendimi onun yerine koyuyorum, böylesine acı bir olay benim başıma gelseydi, dünyayı yıkardım herhalde.