Dar pencereli, mavi ahşap panjurlu, sapsarı eski binalarıyla Fransa’nın güney kıyısı Cote d’Azur’un en güzel limanlarından birinde, Provence’a açılan kapısı Marsilya’dayız. Marsilya’ya direkt uçuşla yaklaşık 3.5 saatte geliyorsunuz. Marsilya Provence Havalimanı’ndan (Aeroport Marseille Provence) şehir merkezi 30 dakika sürüyor ve merkez tren istasyonu Marsilya Saint Charles Garı’na (Gare de Marseille Saint-Charles) ulaşıyorsunuz. Ayrıca havalimanından gara kalkan otobüsler de mevcut. Fransa’nın mükemmel bir ulaşım ağı var. Bu gardan Aix-en-Provence, Arles, Avignon gibi yakın yerlere, Nice ve Cannes’a hatta hızlı trenle Paris, Brüksel ve Barcelona’ya bile gidebilirsiniz.
Şehrin tarihi çağlar öncesine uzanıyor, dolayısıyla eski sokaklar, kaleler ve kiliseler arasında yürüyeceksiniz. Şanslıysanız yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle bağıra çağıra sohbet ederken bir yandan da petank oynayan yaşlılara rastlayabilirsiniz.
Marsilya, bol güneşli havasından dolayı seyahat tutkunları için cennet olabilir ama sıcakla pek aranız yoksa uyarmalıyım ki temmuz ve ağustos aylarında havanın rahatça nefes alınabilecek hale gelmesi için saat 22.00 sularını beklemeniz gerekiyor.
Sabahları burnunuza gelen mis gibi ekmek ve kahve kokusuyla güneşli bir güne başlamanın mutlulukla yakın bir ilişkisi var, orası kesin. İnsanın karşısına adım başı fırın çıkar mı? Bu Fransız fırınları başlı başına tez konusu olur yani. Bir de marifetmiş gibi mutlaka yakınlarda bir yere şarküteri kondururlar, insanın yiyesi yoksa bile iştahı kabarır. Ayrıca itiraf etmeliyim, dünyada Fransız fırıncılarının eline su dökecek çok az millet olduğuna inanıyorum. Sadesi, çikolatalısı derken çıtır çıtır kruvasanlar önünüzde geçit resmi yapıyor. Eee tabii yalanıp yutkunarak tatil mi geçer? “Ben şişman değil, genç irisiyim bir kere” hezeyanları içinde ağzınızda dağılan kruvasan ve kahve ikilisi için verilen kısa molanın ardından adımlarınız sizi limana götürüyor.
Eğer şehrin üst bölümünde kalıyorsanız, limana uzanan sokaklardan inince denizin çağrısına kulak verecek ve pişman olmayacaksınız. Hele sabah saatleri ise Eski Liman’da yani Vieux Port’ta kurulan pazar Quai de la Fraternite kelimenin tam anlamıyla bir görsel şölen. Yerel halk balıklarını buradan satın alıyor. Sadece balıkçı tezgahları mı? Hayır. Çiçekçiler ve ünlü Marsilya sabunu (Savon de Marseille) satan önlüklü kadınlar da karşılıyor sizi. Henüz kahvaltı etmediyseniz, kaldırıma masa kuran kafelerden birine oturup soluklanmak ya da pırıl pırıl gün ışığı altında hafif bir yemeğin tadını çıkarırken bu renkli pazarı ve insanları izlemek, şehrin bir parçası olduğunuz hissini yaşatıyor. Marsilya’yı bir Marsilyalı gibi yaşamak lazım biraz da ama illa da turistik bir şeyler yapayım diyorsanız tekne turları genelde bu limandan kalkıyor. Tabii Marsilya’dan bahsederken şehir hayatının ayrılmaz parçası haline gelen futbolu da es geçmemek lazım. Orange Veledrome stadı ünlü Olympique de Marseille maçlarına ev sahipliği yapıyor. Çalışma saatleri içinde turlara katılabilirsiniz.
Bir açık hava müzesi: Le Panier
Şehrin en eski bölgesi, daracık dik sokakları, sardunyaların sarktığı pencereleri ve renk renk çamaşırların asıldığı balkonlarıyla bir tepe üzerine kurulan Le Panier. Eski Liman’dan yürüyerek ya da metroyla Colbert durağından gidebileceğiniz semt; duvar resimleri, tasarımcı butikleri, sanatçı stüdyoları, kültürel mekanları ve kafeleriyle çok otantik. Küçük bir Provence kasabasını çağrıştırdığı için sevimli mi sevimli, sıcak mı sıcak. Burayı keşfetmenin en güzel yolu ise sokaklarında kaybolmaktan geçiyor, üstelik çok şirin meydanları var. Mavi gökyüzünün altında nefes kesen manzarasıyla Place de Lenche, çınar ağaçlarının gölgesindeki Place des Pistoles ve huzurlu bir mola için Place des Moulins meydanlarında oturup eski şehrin tadını mutlaka çıkarın.
Şehrin en ünlü caddesi; birçok mağaza ve kafesiyle La Canebiere. “Marsilya’nın Champ-Elysees’si” olarak da anılan cadde, 17’inci ve 18’inci yüzyıllardan kalma şehrin en gözde binalarını barındırıyor. La Canebiere’in hemen dışındaki Noailles, Marsilya’nın en eski mahallelerinden biri, dolayısıyla bir kültür mozaiği. Bu çok renkli mozaik, semtin yeme-içme ve alışveriş kültürüne de yansımış. Yerel gelenekler, etnik butikler, Kuzey Afrika mutfağı ya da Afrika kumaşları satan tezgahlar ilginizi çekiyorsa mutlaka göz atın. Rue de la Tour, Rue Paradis, Rue de Rome ise ünlü markalardan alışveriş yapabileceğiniz caddeler ama biraz daha bohem şeyler arıyorsanız şehrin en renkli bölgelerinden olan, ikinci el mağazaları ve grafitileriyle ünlü Cours Julien size göre. Eski Liman’a inen ana caddenin ara sokaklarından yukarı doğru çıktığınızda 15 dakika sonra Cours Julien’e ulaşıyorsunuz. Notre Dame du Mont metro durağının arkasındaki sokaklarda çok hoş kafeler var. Yerel halkın burayı çok sevdiği belli, çünkü kozmopolit Eski Liman ahalisinden sonra ailece yemek yemeye gelenlere rastlıyorsunuz. Şarap-peynir keyfi yapan sevgililer arasında da çok popüler ayrıca. Marsilya’da M1 ve M2 olmak üzere iki metro, T1, T2 ve T3 olarak üç tramvay hattı var. Gare de Marseille Saint-Charles, her iki metronun da aktarma noktası.
80’li yılları sonunda Altın Kitaplar’ın o parlak, capcanlı kapaklarıyla süslü çocuk klasikleri serisi, yeni yeni okuma alışkanlığı kazanan bizler için harika bir evrenin kapısını aralamıştı. Jules Verne’le büyülendiğimiz Dünyanın Merkezine Seyahat, Deniz Altında 20 Bin Fersah ve Dünyanın Ucundaki Fener’i bugün burnu sızlamadan anan kaç kişiyiz acaba? O dönemin şimdi naftalin kokulu anıları arasından uzanan Monte Cristro Kontu’nda, romanın kahramanı Edouard Dantes’nin 14 yıl hapis yattığı yer olarak duymuştum adını ilk kez If Şatosu’nun. İnsan sanki asırlar sonra karşısında kanlı canlı görünce garip bir hisse kapılıyor. Marsilya’nın önündeki bir adada bulunan If Şatosu (Chateau d’If) 16’ıncı yüzyılda kale olarak yapılmış ama sonraları hapishaneye dönüştürülmüş. Bir avluya bakan hücrelerden oluşan kaleye Eski Liman’dan kalkan teknelerle 30 dakikada ulaşabilirsiniz ama teknelerin adaya uğradığından emin olun, hepsi gitmiyor.
Bu şehirde tarih, kültür ve gastronomi iç içe geçmiş. Bir bakıyorsunuz şehrin en eski iki evi; Hotel de Cabre ve Maison Diamantee bir anda karşınıza çıkıvermiş. 1535 yılında yapılan ve hala ayakta duran Hotel de Cabre, 2. Dünya Savaşı’nda Nazi bombardımanlarından sağ çıkmayı başarmış. Bir bakıyorsunuz, muhteşem vitriniyle içine girmeden önünden geçip gitmenize izin vermeyen gurme bisküvi, şekerleme ve çikolata dükkanı La Cure Gourmande Marseille size davetkarca göz kırpıyor. Kayık şeklinde, portakal aromalı geleneksel Navette kurabiyelerini (Navettes de Marseille) satan tarihi fırınlara rastlamanız an meselesi. Yolunuz düşerse Les Navettes des Accaules’e uğrayın. Esperantine bir Marsilya spesiyalitesi. Bu zeytinyağlı çikolataları Rue Caisserie’deki artisan çikolatacı L’Esperantine de Marseille’de mutlaka deneyin. Çikolatalar, şekerlemeler ve kurabiyelerden bayılana kadar yemeyeceğinizin garantisini veremem tabii. Ağzınızda erirken resmen mutluluk veren dondurmaların adresi ise Place de Leche’deki Glacier du Roi.
Deniz ürünlerine asla “hayır” diyemeyenlerdenseniz kesinlikle doğru yerdesiniz, çünkü Marsilya bu konuda açık ara ipi göğüsleyen bir şehir.
Tuzlanmış ve kurutulmuş kefal yumurtasından yapılan La Poutargue’ıyla çok ünlü olan Chez Michel’in yanı sıra Le Miramar başta olmak üzere eski limanda yan yana sıralanan lokantalarda kocaman bir tencereyle önünüze konan, sosta pişirilmiş midyeler, balık çeşitleri, midye, kalamar ve karidesle yapılan, Fransızların meşhur deniz ürünleri çorbası bouillabaisse, keçi peyniri banon ve ragout de poissons yani balık yahnisi bu güneşle yıkanan şehrin en ünlüleri.
Marsilya’ya özgü güzellikler elbette sabun ve deniz ürünleriyle sınırlı değil. ‘Fransız rakısı’ da denilen pastis bir tür anason likörü. Yıldız anason, meyan kökü ve yerel otlarla yapılıyor. İşte şimdi Cristal Liminana’dan bahsetmenin tam zamanı. Blancarde istasyonuna 450 metre uzaklıkta bulunan ve toplu taşımayla kolayca ulaşabileceğiniz Cristal Liminana, ünlü Marsilya pastisini yapan son fabrikalardan biri. 1884’ten beri anason aromalı içkilerde uzmanlaşmış. Dilerseniz rehberli bir turla ailenin 100 yıllık hikayesini dinleyebilir, yerel Marsilya içeceklerini keşfedebilirsiniz. Tabii hediyelik eşya dükkanını es geçmiyoruz. Pastis, Ricard ve Aperol spritz Marsilya barlarında çok popüler. Limanda, bölgenin en sevilen yerel birası La Cagole eşliğinde gün batımını izlemeye doyamayacağınız da aşikar.
Rengarenk sabunları ama özellikle lavanta sabunları dillere destan bu şehrin, öyle ki hemen her hediyelik eşya dükkanında karşınıza çıkıyor. Savonnerie Fer a Cheval ise Marsilya’daki en eski sabun fabrikası. Eski limana 15 dakika mesafede. Marsilya sabununun nasıl yapıldığını öğrenmek istiyorsanız 45 dakikalık turlara katılabilirsiniz.
Calanque’lar yani Marsilya’nın güneyindeki kıyı şeridi boyunca gözalabidiğine uzanan, fiyordları anımsatan, sarp kayalıklardan oluşan koylar çam ağaçlarının yeşiliyle buluşan turkuvaz deniziyle insanın nefesini kesecek kadar güzel. Marsilya ve popüler liman kasabası Cassis arasında kalan 26 calanque var ama sadece bazılarına belirli koşullar altında erişiliyor. Önce Calanque Ulusal Parkı’na nasıl gideceğinizi öğrenin ve hangi yolla gitmek istediğinize karar verin, çünkü bu park Marsilya’ya 15 km uzaklıkta. Metro ve otobüs yolculuğu ya da tekne turlarıyla calanque’lara gidebilirsiniz. Marseille Calanques şirketinin feribotları bu koylardan bazılarına Eski Liman’dan kalkıyor. Sormiou, d’En-Vau, Port Pin, Callelongue, Morgiou, Samena ve Sugiton ise en popülerleri.
Güneşin en güzel tonlarını yansıtan evler Marsilya kasabalarının simgesi olmuş; turuncular ve sarılar güneşe, yeşil ve maviler denize duyulan şükranın göstergesi sanki. Vallon des Auffes da bunlardan biri. Eski Liman’dan otobüsle 15 dakikada gelebileceğiniz Vallon des Auffes, rengarenk kulübeleri, tipik Marsilya balıkçı tekneleri, ikonik köprüsü ve restoranlarıyla “İşte Fransız usulü La Dolce Vita” diyerek hayata kadeh kaldırmak için en iyi noktalardan biri. Bu küçük balıkçı köyü, şehir merkezine hem çok yakın hem de gürültüden uzak ama siz yine de sabah saatlerini tercih edin, öğleden sonra kalabalık olmaya başlıyor, çünkü yeme-içme tutkunlarını memnun edecek güzellikte restoranları var. Chez Fonfon ise, şehrin en iyi bouillabaisse’lerinden birini sunduğu için pek meşhur.
Sinemada Marsilya
Fransız sinemasının dev oyuncularından Gerard Depardieu’nün başrolünü üstlendiği, Netflix’in ilk Fransız dizisi 2016 yapımı ‘Marseille’, Sicilya benzeri bir şöhrete sahip Marsilya özelinde amansız bir politik yarışa odaklanıyor, meraklısına küçük bir not! Bu kadar kozmopolit bir şehirde suç unsurunun başrolü üstlenmesi de pek şaşılacak bir şey değil tabii. Bu yanıyla da filmlere set olmayı başarmış şehir. Jean Reno’lu ‘L’immotel’, Alain Delon ve Jean-Paul Belmondo’lu Borsalino, Oscar’lı oyuncu Jean Dujardin’le ‘La French’, Fransız sinemasının kara film (film noir) türünde çekilen, Lino Ventura’lı ‘Le Deuxieme Souffle’, Leslie Caron ve o tatlı Maurice Chevalier’yi buluşturan ‘Fanny’, Gene Hackman’lı ‘French Connection’ ve yıllar önce İstanbul Film Festivali’nde ‘26’sına Üç Yer’ adıyla gösterilip çok sevdiğimiz, Jacques Demy imzalı, Yves Montand’lı ‘Trois Place Pour Le 26’, sinema tarihine meraklı sinefilleri memnun edebilir ama Marsilya’yı mesken tutan, son yıllardaki en ünlü film serisi ‘Taxi’.
19’uncu yüzyıldan günümüze uzanan bu bazilikanın içi ne kadar muhteşem ise kurulduğu tepenin manzarası da o kadar nefes kesici. Marsilya halkı hem güvenli yolculuklar hem de hastalıklardan kurtulmak için dua etmek ya da şükretmek için bazilikaya geliyor. Bazilikanın tepesindeki Meryem Ana’nın altın heykeli La Bonne Mere’in ise şehri koruduğuna inanılıyor.
Çok renkli bir mozaik
Günün sonunda, Londra ve Paris kadar olmasa da büyük metropolleri aratmayan kozmopolit bir şehir Marsilya. Fransızların yanı sıra Yunanlar, Kuzey Afrikalılar, İspanyollar, İtalyanlar ve daha pek çok ülkeden insana ev sahipliği yaptığı için çok karmaşık ama bir o kadar da çok renkli bir yapısı var. Biraz güvenlik problemi de yok değil yani sokaklarda gezerken her zamankinden daha dikkatli olmakta fayda var!