2001 yılına girerken Hürriyet ‘Geleceğe Aşk Mektupları’ yayınlamış, Ahmet Altan’dan Cem Yılmaz’a, Ece Ayhan’dan İsmet Özel’e, Abdullah Gül’den Kazancı Bedih’e 19 kişi aşk mektupları kaleme almıştı.
Son yazımda, Hürriyet’in Milenyum başında “Geleceğe Aşk Mektupları” konulu bir ek verdiğini anlatmıştım.
Tam tarihi ile 31 Aralık 2000 günü yayınlandı.
Hürriyet yazarı Sedat Ergin geçenlerde evini taşırken arşivinin içinde bulmuş bana gönderdi.
Hepsini baştan sona okudum.
Önsözünü ben yazmışım ve şöyle demişim:
“Hepsi de bizden birileri
Kimileri çok entelektüel, kimileri o kadar değil
Kimilerinin umurunda bile değil
Kimileri aşk için ölmüş, kimileri öldürmüş
Kimileri ise yazmış..Sadece yazmış
Kimileri daha iyi ifade edebiliyor, kimileri daha kuvvetli hissediyor
Kimileri ise hissetse bile
Bir türlü ilan edemiyor
Kimileri mahcup kimileri aleni
Kimileri çok romantik kimileri çok didaktik
Kimileri aşk kelimesini biliyor
Ama sadece bazıları telaffuz edebiliyor…”
Aradan 22 yıl geçti.
Araya neredeyse 2 nesil girdi.
Bazıları artık hayatta değil, bazılarıysa daha yaşarken ölmüş.
Bugün bu mektupların bazılarını sizinle paylaşıyorum.
Belki şu yaz sonu güzel Pazar gününde siz de kendi değerlendirmenizi yaparak biraz eğlenir, daha çok hüzünlenirsiniz.
Bakmayın benim ilgi çekmek için koyduğum başlığa…
Aslında 22 yıl önce yazdığı aşk mektubunu kime postalandığını zaten kendisi yazmış.
Kendine…
“Canım sevgilim
(Aynaya bakarak yüksek sesle)
Aşk, yazının bulunmasından önce de var olduğundan, yazım kurallarına tabi değildir’ düşüncesiyle, edebi kişiliği olmayan bana, sana ancak aşk mektubu yazabilirdim. Bu mektubu ekte görebilirsin. Zaten ekde yayımlanacak. Buna alınmadım sen de alınma. Manşetten verecek değillerdi ya…”
Buyrun size Cem’in aşk mektubundan bir potpuri:
(*) “Aşkından dağ deleyim mi sevgilim? Neye mi yarayacak? Belki biraz olgunlaşır, seni unuturum daha ne? Ama ben dağ deldim diye sen niye tarihe geçeceksin ki di mi…”
(*) “Çöllere de düşebilirim! Yok deve mi dedin?
Deme! Çok faktörlü güneş kremlerinin ve tuz tabletlerinin icadından çok öncedir çöldeki aşk.. Nasıl koyuyorum değil mi sevgilim…”
(*) “Ama ben koydukça sen alınganlaşıyorsun! Sevgilim sen her şeyi – ben dahil- üstüne alınıyorsun. Ne oldu şimdi ayı mı olduk?”
Evet böyle bir aşk mektubu işte…
Ama aradan 22 yıl geçti, Cem Yılmaz, Erşan Kuneri olarak Anadolu’nun romantik, platonik, idealist, aşık öğretmeni oldu. Zaman geldi Süperman olarak Kripton gezegeninden inip Mahallenin en çaçaron kızınla evlendi.
Ve bir türlü mutlu olamadı…
“Little little, in the middle” bir aşk mektubu yani…
“Sevgilim,
Seninle yıldızlı bir gecede ayrılmıştık hatırlıyor musun? Hatta ay bile vardı.
Ne tuhaf değil mi…Yani gökyüzünün durumu diyorum…
Yerine kimseleri koyamıyorum..
Ceketin Recai’ye de bol geldi…”
Eski sevgililerin ceketlerini yenilere giydirmek…
Demek ki hazırgiyim aşk olmuyormuş…
Surmesur lazımmış…
“Aralarında dolaştığım kalabalıklar içinde benim yalnızlığımı gören ve kendimi yalnız hissettmemin yalnızlıktan da kötü olduğunu sezen bir tek sen varsın.
O kadar sade ki duygularım
Memelerini aklınla birlikte özledim.
Gülüşün kasıklarının buğday yalazı parlaklığıyla birlikte aklımda…
Kırılgan bir köprüden sana doğru yürüyorum.
Sana ulaşamazsam, sesim ve kelimelerim sana değmezse ve sen bana bir daha dokunmazsan, işte o zaman korkarım sonsuz ve sensiz bir boşluğa yapayalnız düşeceğim…
Beni tut, beni her şeye rağmen tut…”
Yani bundan etkilenmeyecek kaç kadın vardır acaba…
Başlığı, onun yazısından almadım.
Aşk mektubunda bu kelimeler var, ama parantez içindeki (Kalemi) kelimesini ben ekledim.
Çünkü Doğan Hızlan 22 yıl önce aşkın en tutkulu, en fetiş, en sadık, en temiz halini kelemlerde bulduğunu yazıyor.. Ama siz kalem kelimesi geçen her yerde, onu silip yerine “Aşk” kelimesini koyun.
Kalemin şifresini zaten kendisi mektubun en sonundaki kelimeyle vermiş.
Saklı kalmış, alenileşememiş .bir aşkın teşbihidir o…
“ Her yeni kalemin kutusu, Pandora’nın kutusu gibidir…
Kalemlerden kurduğum haremim, gündüz ve gece her birinizin yeri başkadır.
Küçük Prens’i andırır bir özlemle, yeni bir kalemi beklerim. Nankör aşık değildir onlar. Soğuk bir edayla ne bekliyorsun diye sormazlar.
Aşk humması..Kavuşuncaya kadarki o bekleyiş..
Elde edemeyeceğim bir kalemin karabasanları.
Aşk eşitlik midir? Yok, ben kalemi, kalemin beni sevdiğinden daha çok seviyorum. Sevgililerimi de öyle…”
İç Hizmetler Kanununa göre, bir komutanın aşk mektubu yazma izni var mıdır?
Yazılır da, kendi içindeki bir üstün verdiği emir ve izinle yazılmış bir mektup olabilir.
İşte öyle bir mektup Orgeneral Ergin Celasin’inki…
Zarfına bakmadan bile, daha ilk paragrafında görünmez mürekkeple yazılmış “Görülmüştür” yazısını okuyabilirsiniz.
Hadi okuyalım öyleyse:
“ Mektubum bir rüya üzerine…
Bir Türkiye rüyası bu.
Geleceğin her satırını ayrı bir tatla sarmalayıp, her yeni sayfasına başka bir yaşam mutluluğu ve kalitesi getirecek üç sağlam sütun:
Sanat-Kültür, Bilim Teknoloji ve Spor…”
Mektup bana göre, çok hüzünlü iki cümleyle bitiyor:
“Gerçekleşmesi çok da zor olmayan bir rüya aslında…
Yeter ki görebileceğimize inanalım…”
Sayın komutanım…
Çok inandık ama maalesef gerçekleşmedi…
Arada geçen 22 yıl sonunda bu umut dolu mektup derin bir düş kırıklığı vesikası haline geldi…
Yazan kişi Türkiye’nin tartışmasız yaşayan en büyük diplomasi yazarı Sedat Ergin olunca…
Tabii ki mektupta bir Hariciye açıklamasının teennisi her satırda elinizi tutuyor.
Kime yazılmış, zarfın üzerinde kimin adresi var, her birinin üzerinden en az beş kere geçilmiş kelimeler neyi anlatıyor kararı siz verin:
Onu rahatlatan tek şey, 21’inci Yüzyılın fi tarihinde bir güne yazılmış olması…
Yani risk yok, “Açık ve yakın tehlike” yok…Dolayısıyla “Teenni” sınırı bile hafifçe geçilebilir…
Ama…
Allegro ma non troppo…
“Gelecekteki aşkları şimdiden bilemiyoruz
Ama şu tahminleri yapabiliyoruz:
Bu aşkların bir bölümü gerçekten yaşanacak,
Bunlar eşikte bekleyen ve bir gün kapınızı muhakkak çalacak olan aşklar..
(BENİM NOTUM: Burada dikkat: “Kapımızı’ demiyor.. ‘Kapınızı” diyor…Bu kelimenin üzerinde en üç saat çalışıldığına eminim. Sonunda her zamanki gibi teenni kazanmış.)
“Bazılarından kaçış mümkün olmayacak.
Ancak kapınızı çalacak olması, o aşkın mutlaka yaşanacağı anlamına gelmiyor.
Taraflar kapının çaldığını duymayabilirler.
Bazıları zaten kulaklarını kapıya tıkamış olacaklar.
Bazıları için geleceğin mutlak gerçeği kapının hiç çalmayacak olması…
Şimdi söyleyin bakalım, geleceğin perdesini aralamaya hazır mısınız?”
Biz hazırız da, Sedat’ın kendisi için değil, üçüncü kişiler adına yazdığı aşk mektubunun perdeleri öylesine sıkı kapalı ki…
Ben 22 yıl sonra da aralayamadım vallahi…
Doğan Hızlan hiç olmazsa “Kalem” falan gibi somut bir şey diyordu…
Gençliğimizden beri biliyoruz.
Bir Ece Ayhan lisanı vardır…
Sadece yazılı bir dildir o ve dünyanın hiç bir Sümerolog’unun çözemeyeceği bir Maveraünnehir’dir o dil.
Ben çözemedim buyrun siz çözün:
“Evet aşk iki kişiliktir…Bir öyküde bir cinayetten ötürü az sonra idam edilecek zenci bir gence ana-babasını sorarlar. ‘İki kişiydiler’ der.( Faulkner’in ‘in Musa in ilahisi) Kavgadan sonraki güzelliği kavramak için ise ‘Çukur’ mahallesinde ve Ayakostantinos Kilisesi’nin arka taraflarında yazılmış bir romana bakılacak.
Keskin aşkın şimdilik iki çeşidi vardır: Birincisi birbirlerine çırılçıplak kenetlenmiş ‘Tek kıçlı’ tek varlık görünüşlü. ..İkincisi ise ‘İki gümüş kaşık gibi içiçe…”
Ece Ayhan bu mektubu 31 Aralık 2000 günü yazdı.
13 Temmuz 2002 günü İzmir Büyükşehir Belediyesi Eşrefpaşa Hastanesi’nde öldü.
Aradan 21 yıl geçti…
Bize anlatmak istediği çok derin “Şeyleri” vardı…
Olağanüstü bir dille anlattı…
Azımız anladı.
31 Aralık 2000…
Henüz arkasında sadece “Hamam” ve “Harem Suare” filmleri var…
“Cahil Periler” henüz çıkmamış.
“Bir Ömür Yetmez’e 6 yıl var.
“Serseri Mayınlar” için daha 9 yıl beklememiz gerekiyor…
Ferzan Özpetek kariyerinin başlarında…
Daha o günlerde “Geri gelmekten” söz ediyor.
Mektubunun başlığı şöyle:
“Geri Geleceğiz Bütün Herşey gibi…”
Ve Tanrı’ya yakarıyor:
“Yıldızların ve yeryüzünün hepimizin babası;
Sen bizleri aşık etmeye devam et,
Düşman halkları birleştir,
Barıştır, sınırları kaldır,
Şaşkın ve çaresiz gençliğe yol göster,
İnsanoğlunun insanlara ve tüm canlılara yaptığı eziyetleri engelle,
Senin aşkını bilmeyenlere yeryüzündeki cennet ve cehennem ile aşkı tattır,
Çaresiz ve yaşlı yalnız varlıklara, sokak köpeklerine, aç susuz yavrulara yeryüzündeki cenneti tattır,
Gökyüzünün ve hayatın efendisi;
Bu dünya ki kalp kırılmaları ve beklentileriyle zalim ama yanıtları, asla sona ermeyecek tan ve şafak güvencesiyle müşfiktir, bu dünyaya huzur ve teselli ver.
Çocukluğun ışığına, sonsuz bir dönüş gibi adeta yaşlanıyoruz.
Öleceğiz. Ne önemi var?
Geri geleceğiz. Bütün herşey gibi…!”
31 Aralık 2000…
AKP’nin kurulmasına 7 ay 14 gün var…
Abdullah Gül henüz Fazilet Partisi Kayseri milletvekili…
Başbakanlığına, Cumhurbaşkanlığına epey zaman var daha…
Onun geleceğe yazdığı aşk mektubuna, daha başlığında, siyaset bulaşıyor:
“O siyaset Aşkı ki İnsan Kokmalıdır…”
İlk cümlesinde “Geleceğe göndereceğimiz her mektup bir hesaplaşma mektubu olmalıdır” diyor.
“Bir kere daha ‘Hayat’ ve ‘Ölüm’ üzerine, insan olmanın ‘Biricikliği’ üzerine ve bütün bunlara hizmet etmesi gereken siyasetin anlamı üzerine çokça düşünmeliyiz” diyor.
Neler üzerine mi düşünmeliyiz?
İşte onun cevabı:
“Özgürlük, adalet ve eşitlik gibi yüce kavramlarla ve bütün bunların anası olan erdem’le aramıza girmeye çalışan ilkel ve vahşi oyunlara bir kere daha dur deme cesaretini göstermeliyiz…”
Bu cümleleri yedi buçuk ay sonra kurulacak olan AKP’nin “Fabrika ayarları” kitabında okuyacağız.
Aradan 22 yıl geçti…
O ayarlardan geriye ne kaldı…
Özgürlük, adalet, eşitlik, liyakat, merhamet, İnsan hakları…
Ve tabii ki Erdem…
İadeli taahhütlü bir mektupmuş…
Ne yazık ki adresine ulaşamamış…
Bu da ekteki son düş kırıklığı vesikası olarak kalmış.
Mektubun başlığı da bir kehanet gibi…
“Her kıpırtı Kanserli bir Hayal…”
Ve şöyle başlıyor:
“Bir hastane odasındaydın.
Küvezde! Nefes almakta zorluk çekiyormuşsun.
Adını sordum. Bilmiyorlarmış.
Belki de adın yok. Konmadı henüz. Leyla olsun mu? Ya da Mecnun?
İsolde olsun, hani şu bıkıp usanmadan sevdiğinin yolunu gözleyen İsolde…
Ya da İsolde’un sevgilisi Tristan…
Romeo ya da! Juliet..
Kerem, Aslı, Şirin, Demirdağ’ı delen Ferhat!
En iyisi güzellik diyelim sana.. Şeyh Galib’in dediği gibi.
Ya da aşk…”
Mektup beni ağlatan şu satırlarla bitiyor:
“Dayan Aşk, ölme
Aşk adına ölme Aşk
Ölmek daha kolaydır sevmekten.”
Kenan Işık bu mektubu yazdıktan 13 yıl sonra, 2014 yılında geçirdiği beyin kanamasından sonra bitkisel hayata girdi…
On yıldır hayata asılıyor…
Belki de geleceğe aşk mektubu yazarları içinde yazdıklarına en sadık aşık o oldu…
Hala aşk için ölmemeye çabalıyor…
Bu mektubu yazdığı günlerde, “Babasının öldüğü yaşa” gelmesine daha 17 ay vardı.
Teoman için aşk, “Gitmek” fiilinin eş anlamlısı…”Gitmek”, “Terketmek”, “Heba etmek, uğruna vazgeçmek…”
Tıpkı Turgut Uyar şiirindeki gibi, Bazen kalkıp gitmek iyidir diyen huzursuz bir aşk tarifi bu.
Mektubun sadece son bölümü her şeyi anlatıyor:
“Sevince her şeyi bırakıp gitmek gerek
Eşini bırak, çocuğunu bırak
Arkadaşlarını bırak
Sevince çekip gideceksin…”
Ben de şöyle tamamlayayım.
Teoman bu mektubu yazdıktan sonra “Senden önce senden sonra şarkısını” söyledi.
Tabii 22 yıl boyunca hepimizin aklında şu nakarat kaldı:
“Senden önce senden sonra
Daha kaç vücut gerek bana
Benim seni unutmama…”
Kalkıp gitmek iyi de..
Ah şu unutabilememek olmasa…
Torununa nasihatlar gibi bir mektup yazmış.
“Mecnun isen ey dil, sana leyla mı bulunmaz
Bir goncalı bülbüle şeyda mı bulunmaz
Sun şerbeti lal-i lebin ağrayına vefasız
Sahi mi bulunmaz bana sehba bulunmaz…
Bu gazel de sana ikinci nasihatım…
“Aşkı bul, o seni terkedince başka leylalar bul.”
“Boncuk
Sana daha önce avucunda kader çizgisi olmayan bir çizgi roman kahramanından, Corto Maltese’den bahsetmiştim.
Hatırlayacaksın. Çingene falcıya uzattığı elinde kader çizgisi olmadığını öğrenince cebinde taşıdığı babasının usturasıyla avucuna derin bir kesik atıp, “Al işte benim de bir kader çizgim oldu, şimdi falıma bakabilirsin” diyen denizciden söz ediyorum.
Bir çizgi romanı kahramanı değilim, kaderimi keskin bir usturayla elime çizemem ama etrafımda seni bana hatırlatan şeyleri gördüğümde, “İşte” diyorum. “Benim kader çizgim de bu…
Onu ben seçtim…Bana dikte etmediler…”
Mehmet Yılmaz o günlerde henüz bugünkü sofistikasyonuna gelmemiş…
İsmet Özel’ceyi aslına uygun çevirmeye çabalamak gibi beyhude bir çaba yerine en iyisi direk mektubunun girişini yazayım
“Sevgili sevgili,
Aşk içinde aşk için seslenişin en uygun biçimini bulduğum kanısındayım. Merhamet belki de çook yüce bir şey ve muhtemel ki merhamet aşktan üstündür. Tapınmak, onun yüceliğine diyecek yok. Belki tapınmadaki kesinlik ve keskinliğe hiçbir zaman ulaşamayacaktır.”
Cinsellikten azade olmuş bir aşk mı anlatıyor? Yoksa sevişmeye ibadet ve tapınmak kadar yüce bir mana mı veriyor…
Mektubun bir yerinde biraz dünyevileştiriyor aşkı:
“Aşk insanlar arasında ve insanlar içindir. Çünkü aşkın halleri ve insanın halleri birbiriyle örtüşür. Her ikisi de tende ve tenden başlamak zorundadır. “
Ama hemen arkasından yine tedbirini alan şu cümle geliyor:
“Hem aşk, hem de insan tende çakılıp kalmadığı taktirde kendisi olabilir.”
Yirmiiki yıl sonra okuduğumda beni biraz düşkırıklığına uğratan bir İsmet Özel mektubu…
“Aşklarım, inançlarım işgal altındadır” dizesinin şairinden, didaktik bir aşk yazısı beklemezdim şahsen.
Ya da ben haddinden fazla tenimin kölesiyim…
Evet öyle bir mektup beklerdim en azından kendi payıma…
Ama Elif Şafak 22 yıl önce “Aşk mektubu” değil, “Aşk üzerine” bir mektup yazmış.
Üstelik içinde, bize “Acaba bu sözü kime söyledi” gibi küçücük bir şüpheyi bile düşürtmeyecek kadar temkinli, ölçülü bir mektup.
Özetlemek gerekirse…
“Aşk öncesiz ve sonrasızdır. Dünsüz ve yarınsızdır. Aşık olduğumuz insanın ne eski aşklarının, ne de sabık aşıklarının varlığına tahammül edebiliriz. Eğer aşıksak geçmişten zerre kadar hazmetmez, halef istemeyiz. Geleceğe gelince o da hiç gelmesin isteriz.
Demek ki aşk tam da, ‘Şimdi’ye, şu ana aittir.”
“Mahrem’in” yazarı hep dışandan bir naratör gibi anlatıyor.
Bir aşk belgeselinde konuşan uzman gibi…
Bu cümlelerin içinde ne kadar kendisi de vardır, ne kadarı kendi yaşadıklarının getirdiği acı tecrübelerdir, tahmin edebiliriz ama bilmek imkanı yok.
Ama belli ki bilen birileri var…
Yoksa durup dururken, “Geçmişini ve geleceğini kıskanmak”, aklına getirdiğinde delirmek…
Bu duygular pek öyle okunarak öğrenilecek şeyler değil.
Bu mektubun üzerinden 22 yıl geçti…
Elif Şafak bu sözlerin çok ötesine geçip, kendi mahreminden de çok cesur duyguları paylaştı bizlerle.
O nedenle bu mektubu güncellemesinde yarar var diye düşünüyorum.
Tanıdığım o şahane yazardan geleceğe bu kadar naratif bir vesika kalmamalı…
Tahran, Bonn, Moskova, Birleşmiş Milletler…
Diplomasi kariyerinin “Big Four’unu” yapmış, Hariciye’nin “Büyük Sefirler” Panteonuna girmiş bir diplomat.
21’inci Yüzyıl başlarken aşk mektubunu eşi Gülperi’ye yazmış.
Ama konu “Avrupalı bir gelecek…”
Türkiye için…
22 yılın selleri bu geleceği daha şimdiden kapkaranlık bir “Şimdiki zamana” çevirmiş.
O mektuptan geriye, sondaki şu dizeler kalmış:
“Ben nerede bir çift göz gördümse
Tuttum onu güzelce sana tamamladım
Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu
Bir tek bunun için yaptım…”
Aradan geçen 22 yıldan sonra Eskişehir Yolunun dokuzuncu kilometresindeki Dışişleri binasından geriye işte böyle derin ve elem dolu bir düşkırıklığı vesikası kalmış.
Bugünden geriye baktığımda Hürriyet ekinin benim için en şaşırtıcı aşk mektubu Halis Serbes’in yazdığı satırlar oldu.
Halis Serbes de kim…
Bir katil.
Hepimiz onunu adını iki yıl önce çıkan ve 6 milyona yakın insanın sinama salonunda ağlayarak seyrettiği “Bergen” filminde öğrendik.
Bergen’in katili o…
Öldürmeden önce kezzapla gözünü kör eden, yüzünü paramparça eden cani bir ruh…
O filmde Bergen’i daha da o kadar sevdik ki, katilinde hafifletici neden olarak bir aşkı görebilmemiz katiyen mümkün değil.
O filmde sonra böyle güzel bir aşk müzesinin duvarlarında o adamın portresini görmek ister miydik…
Sevgi üzerine yazmış…
Yemin billah etse de, hayatının her saniyesinde günah çıkartsa, af dilese, yalvarsa da …
Onun mektubundan tek satırı bile buraya almak içimden gelmedi.
Aşk mektubunun müellefi Ömer İzgi…
Bir MHP milletvekili…
Devlet Bahçeli onu Konya’dan liste başı yaptı.
Adı aşk mektubu ama o “Sevgili milletvekilim” diye başlayan içinde bol bol “Dili bir, inancı bir, özü bir” devlet geçen bir aşk mektubu bu.
‘Sevgili Devlete’ yazılmış sanki…
Son satırlardı da her şeyi anlatıyor:
“Ne mutlu sana
Çocuklarına bırakacağın böylesine üstün bir Devlet’e, ve “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” anlayışına sahip ol, hiçbir koşulda bunlardan ödül verme.”
26 Aralık 2024 - Sayın Ali başkanım, yılbaşı gecesi kırmızı boxer külot giyebilir miyim?
25 Aralık 2024 - Türk halkı bu iki tuhaf kelimeyi 75 yıl sonra nasıl tersine çevirdi
24 Aralık 2024 - Başörtülü kadının kelepçelendiği gece Ankara ve Manisa’da yaşanan üç olay
21 Aralık 2024 - Bu 32 blucin efsanesinden kaçını tanıyorsunuz?