20-09-2023
İsmet Berkan

Çocuk tecavüzü soruşturmaları ve züccaciyeci dükkanına dalan fil olarak bizler

Çocuk tecavüzü soruşturmaları ve züccaciyeci dükkanına dalan fil olarak bizler

Olay, kapsamlı biçimiyle ilk olarak gazeteci Timur Soykan’ın 17 Eylül günü BirGün gazetesinde yayınlanan yazısıyla ortaya çıktı.

İstanbul’da, geçmişte Çapa Tıp Fakültesi’nde çocuk psikiyatrisi ana bilim dalı başkanlığı yapmış, sonra FETÖ soruşturmasına uğrayıp 1,5 yıl hapiste kalmış ve üniversiteden ayrılıp özel muayenehane açmış olan Prof. Dr. Süleyman Salih Zoroğlu, hastası olan çocukları kendi anne-babalarına karşı taciz/tecavüz suçlamaları yöneltmeye zorlayan yöntemler kullandığı gerekçesiyle gözaltına alınmış ve tutuklanmıştı.

Doktorun adı hemen ‘Doktor Kabus’ kondu. Çünkü kendisine hasta olarak gelen çocukların bir bölümüne(7 kişi), başka psikiyatristlerin nadiren koyduğu bir teşhisi koyuyor, onların ‘Çoklu kişilik bozukluğu’ (disosiyatif) olduğunu söylüyor, ne Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın ne de dünyada herhangi bir ülkenin çocuklar için izin verdiği bir yöntem olan düşük doz ketamin uygulanmasını hastaların ailelerine ‘tavsiye ediyor’ ve eğer aileler ketamini yasa dışı yollarla temin edip getirirse bunu çocuklara uyguluyordu.

Bu ilk haberin ardından doğal olarak bütün gazeteciler ve bu arada 10Haber ekibi de bu soruşturmanın detaylarını öğrenmek için harekete geçti. Savcılık gerçek büyük resmin ne kadarını görüyor söylemek zor ama biz gazetecilerin savcılıktan bile daha küçük bir dizi resim parçasına sahip olduğumuza, bir anlamda karanlıkta yol bulmaya çalıştığımıza kuşku yok.

Dün mahkeme oldukça kapsamlı bir yayın yasağı kararı aldı; sadece gizli soruşturmaya ilişkin bilgilerin değil konuyla ilgili her türlü haberin yayınlanmasını yasakladı. Açıkçası, konunun kapsamı ve özellikle de çocuklar söz konusu olduğu için bu yasağı ‘sansür’ diye niteleyecek değilim, aksine yayın yasağının yerinde olduğunu düşünüyorum. Ama tabii bu söylediğim yayın yasağının hiç sakıncası olmadığı anlamına gelmez. (Ayrıca yasağın herkese eşit uygulanması gerekir, bugün bir büyük gazetemiz yasağı çiğnemiş durumda.)

Bu yazıda, yayın yasağı kapsamına girmemeye çalışarak ama kamuoyunun da bilgi beklentisini göz önüne tutarak bazı somut durumlardan söz etmek ve madalyonun iki yüzüne birden bakmaya çalışmak istiyorum:

Çoklu kişilik bozukluğu ne kadar yaygın?

Meselenin temelinde ‘çoklu kişilik bozukluğu’ tanısı yatıyor. Psikiyatride bu tanı, örneğin kalp damar cerrahlarının anjiyo yapıp ‘Sizin kalbinizi besleyen damarlardan biri yüzde 80 tıkalı’ demesi gibi matematiksel bir kesinlik içermiyor. Aksine çok büyük belirsizlikleri içinde barındırıyor.

Örneğin Timur Soykan’ın konuştuğu çocuk psikiyatristi Prof. Dr. Ayten Erdoğan, 30 yıllık meslek hayatında çocuk tecavüzü vakaları dahil bir veya iki tane çoklu kişilik bozukluğu vakasıyla karşılaştığını söylüyor. Bizim 10Haber muhabirlerinin konuştuğu psikiyatristler de bu tanıyı nadir koyduklarını söylüyorlar.

Oysa halen tutuklu olan Prof. Dr. Salih Zoroğlu, yine 30 yılı bulan meslek hayatında böyle yüzlerce vakayla karşılaştığını söylüyor. O kadar ki, kendisi küçük çocuklar için ‘çoklu kişilik bozukluğu’ hakkında uluslararası bilim dergilerinde yayınlanan bir ‘skala’ da geliştirmiş, çok iddialı konuşuyor, ‘Bu skalayla seansın ilk birkaç dakikası içinde teşhis koyarım’ diyor. (‘Skala’dan kasıt, bir dizi soruya çocuğun verdiği cevaplardan hareketle oluşturulan bir ölçüt. Örneğin çocuk 15 veya 20 sorudan 12 veya 16’sına ölçüt doğrultusunda cevap veriyorsa, bu onun çoklu kişilik bozukluğuna sahip olduğu anlamına geliyor Prof. Zoroğlu’na göre.)

Prof. Zoroğlu’nun iddiasına göre çocuklardaki bütün çoklu kişilik bozukluğu (ÇKB) vakalarının yüzde 90’dan fazlası çocukların küçük yaşlardan itibaren yaşadıkları cinsel travmalardan kaynaklanıyor. Prof. Zoroğlu, Türkiye’de ensestin, aile içi tecavüzün çok yaygın olduğu iddiasında, hatta ‘Görülme sıklığı yüzde 18,4’ gibi büyük bir cümle de kuruyor. Yani ‘5 aileden 1’inde aile içi tecavüz var’ demeye getiriyor.

Düşünün, Prof. Zoroğlu’nun daha düne kadar ‘tedavi ettiği’ 7 hastası vardı, kendisinin ÇKB teşhisi koyduğu.

Öte yandan başka doktorlar, her tecavüze uğrayan çocuğun çoklu kişilik bozukluğu geliştirmediğini söylüyorlar. Yani ÇKB teşhisi almak, illa tecavüze uğramış olmak anlamına gelmediği gibi tecavüze uğramak otomatik olarak ÇKB’yi beraberinde getirmiyor.

Ketamin kullanılır mı?

Meselenin temelinde yatan ikinci konu, Prof. Zoroğlu’nun bu teşhis ve tedavi için ketamin adı verilen halüsinojen maddeyi kullanıyor olması.

Ketamin, esas olarak anestezistler tarafından sadece bazı ameliyatlarda kullanılan, kullanımı sıkı sıkıya denetlenen bir madde. Sıkı denetimin bir sebebi, bu maddenin sokakta da ‘kafa bulmak’ ve ‘uçmak’ için kullanılması.

Son yıllarda bazı depresyonların, bağımlılıkların ve travma sonrası stres bozukluğunun tedavisi için deneme amaçlı kullanımın önü açıldı ketaminin. Türkiye’de de Sağlık Bakanlığı, 2015’ten beri yetişkinlerde bu deneysel tedaviye (yine kısıtlı şartlarda, yeşil reçeteyle vs) izin veriyor. Ama 18 yaş altındaki çocuklara bu maddenin verilmesi kesin biçimde yasak.

Zaten bu sebeple Prof. Zoroğlu bu maddenin reçetesini yazmıyor veya kendisi temin etmiyor, ailelerden maddeyi yasadışı yollardan temin edip kendisine getirmelerini istiyormuş. (Nereden temin edeceklerini de söylüyormuş ailelere.) Sonra da ketamini kendi hazırladığı dozlarla çocuklara veriyormuş.

Bu madde zaten insanda disosiasyon yaratıyor. Yani tam da Prof. Zoroğlu’nun teşhisini koymak istediği şeyi.

Hastalarla mesafe kalmayınca

Bir üçüncü konu, Prof. Zoroğlu’nun meslek etiğiyle ilgili. Psikiyatristlerin uyması gereken en katı kuralların başında, hastalarıyla aralarındaki mesafeyi korumaları gelir. Psikiyatrist hastasıyla dostu veya anne-babası olarak değil doktoru olarak konuşmaktadır. Bu sınırın belirsizleşmesi, meslek etiğine uygun bulunmaz.

Oysa anlıyoruz ki Prof. Zoroğlu, hem hastaları hem de hastalarının yakınlarıyla ayrı ayrı WhatsApp yazışma grupları kurmuş. Bazı hastalarıyla sabaha karşı saatlerinde yazışmalar yapmış, bu yazışmalar şu anda onun aleyhindeki delillerin en önemlileri, çünkü hastalarını suça yönlendirdiği iddiası var.

Kaldı ki, bugün tutuklanmasına neden olan soruşturma, Prof. Zoroğlu’nun başından ilk kez geçmiyor. Son olarak bu yılın Mayıs ayında savcılık tarafından hakkındaki bir soruşturma nedeniyle ifadeye çağrıldığı, bu durumu da hasta yakınlarından oluşan WhatsApp grubuna son derece çirkin ifadelerle yazdığı anlaşılıyor. Çünkü Zoroğlu’nu savcılığa bir hastasının annesi şikayet etmiş. (Hasta, annesinin cinsel saldırısına uğradığını söylüyormuş.)

Peki ensest, aile içi tecavüz yok mu?

Bir an için kendinizi düşünün: Psikiyatristsiniz, karşınıza bir çocuk gelmiş danışan olarak. Bir süre sonra o çocuğun babası, amcası veya dayısının tecavüzüne uğradığını saptıyorsunuz.

Kaçınılmaz olarak olay bir noktada savcılığa ve polise intikal ediyor ve o andan itibaren o çocuğun ailesi belki de düşmanınız oluyor, onlar da sizi şikayete başlıyorlar, sizi ‘Çocuklarını manipüle etmek’le suçluyorlar.

Prof. Zoroğlu bugün başına gelenin tam da bu olduğunu öne sürüyor, avukatı ‘Suçlayanlar tecavüz şüphelileri’ diyerek medyaya hatırlatmada bulunuyor.

Daha vahimi var: Prof. Zoroğlu, geçmişte çok sayıda çocuğa taciz/tecavüz vakasında ya doğrudan mağdurun doktoru olarak ya da Adli Tıp bilirkişisi olarak rol almış bir kişi. 

Eğer bugün onun teşhislerine dair ciddi bir şüphe belirecek olursa, geçmişte mahkemede karara bağlanmış olaylar ne olacak?

Türkiye ve medyamız, o bakımdan çok zorlu bir sınava, deyim yerindeyse ‘Züccaciyeci dükkanına dalan bir fil gibi’ girdi. Umarım buradan çıkmayı başarırız.

Savcılık çok hassas olmalı

Şimdi savcılık, bu hassas, deyim yerindeyse ‘Pandora’nın Kutusu’ gibi olan konuyu soruşturuyor. Mesele basit bir ‘FETÖ’cü doktor’ konusu olmanın çok ötesinde. Mesele onlarca, belki yüzlerce çocuğun hayatını, onların ailelerinin hayatını ilgilendiriyor.

Burada bir tercih yapılması da gerekmiyor: Ne küçük çocukların travmaları tedavisiz kalsın ne de çocukların hafızasına olmayan travmalar aşılansın. Ne çocuk tecavüzcüleri oluşacak bir boşluktan yararlanıp serbest kalsın ne de masum birisi tecavüzcü olarak hapse girsin.

Savcılık ve polis, mutlaka bilimsel destek de alarak bu soruşturmayı ve belki arkasından gelecek başka soruşturmaları yürütmeli.

Çünkü şu anda bütün toplumun ilgisi o savcıya ve savcılığa yönelmiş durumda.

Sonuna kadar inkar iyi bir strateji mi?

Sonuna kadar inkar iyi bir strateji mi?

Bir genç hanım var, üniversitede fizik öğretmenliği eğitimi almış. Herhangi bir akademik ünvanı yok ama bir süre üniversitede asistan olarak çalıştığını öne sürüyor. Çiğdem İ. adlı bu genç hanım, uçakların türbülansa girmesini engelleyecek bir algoritma ve mikro işlemci icat ettiğini öne sürüyor.

Daha önce yazmıştım, uçaklar türbülansa aşağıdan yükselen sıcak hava ile yukarıdaki soğuk hava arasında kalan ve ‘hava boşluğu’ adı verilen meteorolojik olay sebebiyle girerler. Esasen bunu önlemenin yolu yoktur ama kaçınmak bazı durumlarda mümkün olur; çünkü pilotlar zaten o hava boşluklarını önlerindeki radarda görebilirler ve eğer hava trafiği müsaitse yükselerek veya alçalarak bundan kaçınırlar.

Ama Çiğdem İ. icadında ısrarlı, herhangi bir detay vermediği için teknik konuyla ilgili daha fazla konuşmak mümkün değil. Çiğdem İ.’nin ısrarlı olduğu bir başka şey, Kanada’da bir havayolu şirketinin kendisinden bu icadını 27 milyon dolara satın aldığı ama sonra parasını ödemediği. Bu konuda resmi yazışması, sözleşmesi vs yok belli ki, o yüzden o varolduğunu söylediği Kanada firmasına bir alacak davası açtığından da hiç söz etmiyor.

Ama ne yapmış, bu sözde satışı ve alacağı bahane ederek Türkiye’de bazı insanlardan toplamda 20 milyon lira paralarını geri ödeme vaadiyle almış. Paralar geri ödenmeyince de hakkında savcılığa şikayette bulunulmuş, o da şimdi yargılanacağı günü bekliyor.

Ama bu arada boş durmuyor. Bugün Masum Gök’ün haberinden okuyoruz, meğer daha sadece 10 gün önce, Çiğdem İ. adını da icat ettiğini söylediği mikro işlemciden alan Cafa adlı bir şirket de kurmuş.

Evet, sonuna kadar inkar da bir strateji elbette.

Serdar Turgut bu masum sanata ne diyor?

Serdar Turgut bu masum sanata ne diyor?

Modern sanatı Serdar Turgut kadar bilmiyorum elbette ama bugün 10Haber’de yayınladığımız bir haber beni bu konuda düşünmeye sevk etti.

Danimarka’da bir müze, bir ressama temelde parayla ilgili iki tane resim sipariş etmiş, bu resimler için parayı da ödemiş.

Ressam, tam da sözleşmede söylenen günde resimlerini teslim etmiş. Resimler, üzerinde bırakın bir resim olmasını leke bile bulunmayan bembeyaz boş tuvallermiş. Bir de not varmış, resimlerin başlığını belirten: ‘Take the money and run.’ Yani ‘Parayı al ve kaç.’

Müze küratörleri hayal kırıklığına uğramış ama müze müdürü ‘komik bulduğu’ için resimleri sergilemiş, yani müzenin duvarına asmış ama bu arada ressama da aldığı parayı iade etmesini söylemişler.

Ressam, ‘Ben bana verdiğiniz siparişi yerine getirdim, para hakkında iki tane resim yaptım’ demiş. Müze ise gelen boş tuvallerin resim olmadığı görüşündeymiş.

Mahkemeye gidilmiş ve iki yıl süren yargılamanın sonunda bu boş tuvallerin ‘sanat’ veya ‘resim’ olmadığına karar vermiş mahkeme, ressam şimdi parayı iade edecek.

Burada aynı anda hem çok komik hem çok ciddi bir ‘felsefi kısır döngü’ var.

Marcel Duchamp, bir pisuvarı sanat eseri olarak sergisine koyduğunda hepimize şunu söyledi: Neyin sanat olup olmadığına ben karar veririm!

Veya şöyle söyleyeyim: Ben sanatçıyım, benim yaptığım da sanattır.

Peki kimin sanatçı olduğuna kimin olmadığına kim karar veriyor? Sanatçı ehliyetini nereden veya kimden alıyor?

Bu soruların cevapsızlığının yarattığı boşluğu 20. yüzyılda adına ‘sanat eleştirmeni’ denen, ‘küratör’ denen insanlar doldurdu. (Onların ‘sanat eleştirmeni’ ve ‘küratör’lük ehliyetlerini kim verdi peki? Bu böyle sonsuza kadar gider.) Ve onlar ‘sanatçı’ya, en azından ‘iyi sanatçı’ya ehliyet verir oldular. (Yeri gelmişken Serdar Turgut’a söyleyeyim, benim de böyle bir ‘ehliyetim’ var, bizzat Arhan Kayar tarafından bana verildi, elimde ıslak imzalı kopyası da var.)

Şimdi, acaba Danimarkalı ressamın yaptığı (boş bıraktığı) tuvaller sanat mı değil mi?

Bence kesinlikle sanat.