Alcaraz’ın bu sezonki temel hedefi olimpiyat altını
Yazar David Foster Wallace'in yazdığı beş tenis denemesinden oluşan Sicim Teorisi yıllar sonra okurlarla buluştu. İnan Özdemir ve Cem Pekdoğru, spora bakışlarını değiştiren bir kitabı Türkçeye kazandırdıkları için gurur duyuyor.
The New York Times’ın ‘Kuşağının en büyük yeteneklerinden biri’ olarak gördüğü David Foster Wallace, Türkiye’de değeri öldükten sonra anlaşılan edebiyatçılardan biri. 2008 yılında 46 yaşında uzun yıllar boyunca mücadele ettiği depresyona yenik düşen ve intihar eden Wallace, romanlarının, kısa hikayelerinin yanında aynı zamanda bir yaratıcı yazarlık konusunda ders veren bir profesördü.
Yazar, ayrıca kendi belirttiğine göre harika bir genç tenis oyuncusuydu. 12-15 yaşları arasında turnuvalarda yarışmış, bir ara bölgesel sıralamada 17. sıraya kadar yükselmişti. Ancak yaşlandıkça uyum sorunu yaşadı. Kortlardaki başarısı giderek azaldı ve sonunda tenisi bıraktı. Ama bu spora asla sırtını dönmedi. Hayatı boyunca tenis onu büyülemeye devam etti. Yazar olarak tenisin içinde yer aldı. Onun tenis hakkında çeşitli dergilere yazdığı denemeler Sicim Teorisi (String Theory) ismiyle kitaplaştırıldı.
Değerli meslektaşım Ilgaz Gökırmaklı, Siren Yayınları’ndan çıkan Sicim Teorisi’ni ‘İlgini çeker belki’ diyerek masama koyunca kitaba dört elle sarıldım. David Foster Wallace gibi bir edebiyatçının dilinden, geçmişiyle harmanladığı, Roger Federer sevgisiyle birleştirdiği, spora ve sporcuya bakış açısını yalın biçimde aktardığı bir eseri okumak benim için büyük zevkti. Kitabın su gibi akmasını sağlayan Türkçe’ye yapılan çevirisiydi. Belli ki sporun içinden gelen İnan Özdemir ve Cem Pekdoğru için Wallace sadece bir ‘çeviri işi’ değildi. Kitap hakkında acaba onlar ne düşünüyordu? Bu merakla onlarla iletişime geçtim.
Her şeyden önce birçok spor içeriği tüketmiş, üretmiş ve yer yer çevirisini yapmış ikiliye, Foster Wallace gibi bir edebiyatçının sporla alakalı makalelerini çevirirken ne hissettiklerini sordum. Cem Pekdoğru “Wallace’ı çeviri sırasında okuyup tanımadık, bilakis onu ve edebi evrenini ‘tanıdığımız’ iddiasıyla böylesi zor bir işe kalkıştık” diyerek söze başladı. Kitabın Türçe basılış hikayesini ise şöyle anlattı: “Siren Yayınları’nda Sanem Sirer’le 2016 yılındaki sohbet ediyorduk. Bundan yaklaşık bir yıl sonra Wallace’ın denemelerini çevirmekle ilgili bir e-posta geldi. Bunu asla unutmayacağım. Bu iş için beni ve İnan Özdemir’i düşündüğü ona minettarım. Herhangi birisinin Wallace’ı anladığını iddia etmesi, her şeye rağmen kulağa bir parça hadsizlik gibi geliyor. Umarım Türkiye’de hiç de azımsanmayacak sayıda olduklarını bildiğim diğer (ve daha deneyimli) DFW (David Foster Wallace) öğrencileri bize bu payeyi verir.”
Burada sözü İnan Özdemir aldı: “Açıkçası bir edebiyatçıyla spor yan yana gelince insanın aklına ilk gelen şey estetik oluyor. Bir romancının spor üzerine düşüncelerini okurken onun sporcu estetiği, güzelliği, başarısı üzerine uzun uzun tasvirler kaleme aldığını düşünüyor insan. Başarının ya da başarısızlığın anlamı etrafında dolaşan çarpıcı, abartılı satırlar bekliyorsunuz. Fakat David Foster Wallace sıradan bir yazar değil. Gerçek bir gazeteci değil ama spora bakışında tam bir romancı gibi de hareket etmiyor.”
Wallace’ın tenisle uçsuz bucaksız ilişkisinden etkilendiğini belirten Özdemir’e göre Sicim Teorisi basit bir tenis kitabı değil. Sporla ilişkiniz üzerine uzun uzadıya düşünmenizi sağlıyor. ‘Her gün hayatımızın baş köşesine koyduğumuz spor endüstrisinin farklı noktalarına giden bir eser’ diye tanımladığı kitap için şunları söyledi: “Biz neden büyük sporcularla bağ kurarız? Bu bağların içinde nasıl çelişkiler yaşarız? Toplumsal olarak performansla nasıl kafayı bozduk, neden sürekli kimin dünyanın en iyisi olduğunu tartışıyoruz? En büyüklerle iyi sporcular, iyi sporcularla sıradan faniler arasındaki farklar nelerdir? Hayatını tek bir odağa adamak ve o adanmışlığın ortasında milyon dolarlar kazanırken bir yandan da çile çekmeye çalışmak nasıl bir histir? Wallace bu soruların etrafında dolaşıyor.”
Wallace’ın tenis sporunun içinden gelmesi onu diğer yazarlardan ayırıyor. Sicim Teorisi’nin ilk denemesinde de Wallece’ın sporculuk günleri anlatılıyor. Anca yazar bununla sınırlı kalmıyor. Özdemir’in bu konuda söyleyecekleri var: “Genç yaşlarda topun peşinden koşması detaylara hâkimiyetini artırıyor lakin sürekli teknik ayrıntılara veya analizlere girmiyor. Ünlü kalem, sporla kurduğumuz bağın her noktasını merak ediyor. Mesela ‘Amerika Açık’ta Demokrasi ve Ticaret’ metninde bir büyük turnuvayı ticari açıdan ele alıyor. 1990’ların ortasında, kapitalizmin şafağında, etrafı sponsorlarla ve parayla çevrili bir etkinlikte sporla kurduğumuz ilişkiyi nasıl yaşatır ve yeniden üretiriz? Bütün bu markalar, logolar, etkinlikler ne anlama geliyor? Bir seyirci, bir aşık veya bir müşteri olarak oyunla ürün arasında nasıl gidip geliyoruz? Kısacası, David Foster Wallace bazen oyunun estetiğini, bazen en büyük yıldızların anlamını, bazen ortalama yeteneklerin büyüklüğünü anlatıyor, bunu yaparken de spora bakışımızdaki çelişkileri, soru işaretlerini, açmazları ortaya koyuyor.”
Kitapta en etkilendiğim pasajlardan biri “Sizi bir alanda dünyadaki en iyi yüz kişiden biri olmanın neye benzeyeceğini hayal etmeye davet ediyorum” oldu. Bu kısım, Wallace’ın dünya sıralamasının ilk 10’undan fazlasıyla uzakta yer alan Michael Joyce ve Jacob Hlasek gibi sporcuları yakından izleme ve onlara hayran kalma deneyimine dayanıyordu. Yazar, sporda dünyanın sayılı insanları arasına girmenin sıradan bir şey olmadığını edebi bir şekilde kaleme almıştı. Cem Pekdoğru yukarıdaki pasajın kendisini de fazlasıyla etkilediğini belirterek şunları söyledi: “Kitaba adını veren Michael Joyce portresinde Wallace’ın değindiği gibi, özellikle erkekler turundaki ilk 10 oyuncuyu (hatta Wallace’ın tanık olmadığı son 15 yılda, daha ziyade ilk 3-4 oyuncuyu) fetişize etme eğilimini de hesaba katarsak, bu sporu mükemmel düzeyde icra eden bazı sporculara hakkını asla teslim etmemek üzerine kurulu bir anlatı yerleşmiş durumda. Burada da özellikle Wallace’ın isimsiz, ‘nal toplayan’ bir oyuncu diye nitelediği Jakob Hlasek’i (antrenman sırasında) izleme deneyimiyle ilgili hislerine başvurmak istiyorum: ‘Onu antrenman yaparken seyretmek, muhteşem bir sanatçıyı çalakalem eskiz çizerken seyretmek gibi. Gözlerimi kırpmam gerektiğini kendime hatırlatmak zorunda kalıyorum sürekli.”
Burada söz dönüp dolaşıp sporcuya bakış açısına geldi. İnan Özdemir konuyla “Eskiden beri Yazıhane, Socrates, Eurosport gibi mecralarda mesai harcadığım arkadaşlarla birlikte sporu sadece ‘en iyi’lerden ibaret bir rekorlar listesi olarak görmemekle gurur duyarım. Odağımda sadece ‘GOAT’lar yani ‘keçi’ler yoktur. Fakat aslında ben de herkes gibi bu spor dallarına en iyilerin ilhamıyla merak duydum. Zamanla bu değişti” dedi. Wallace’ın bundaki rolünü “Bireysel dönüşümümde en etkili metinlerden biri de David Foster Wallace’ın bu kitapta yer alan denemelerinden biriydi. Elbette Michael Joyce üzerine yazdıklarından söz ediyorum” diyerek anlattı. Kitaptan alıntı yaparak ekledi: “Günümüz spor yaşamının hakikatleri, çok erken yaşlardan itibaren tek bir alana topyekûn adanmayı gerektirir. Neredeyse sofuca, çilekeş bir odaklanma. İnsan hayatının neredeyse bütün diğer veçhelerini seçilmiş bu yetenek ve amaçlanan başarının içine sıkıştırma. Tıpkı bir çocuğun dünyası gibi, çok küçük ve ciddi bir dünyada yaşamaya razı gelme.”
Cem Pekdoğru ise yukarıdaki pasajın kendisini de fazlasıyla etkilediğini belirtti. Pekdoğru “Kitaba adını veren Michael Joyce portresinde Wallace’ın değindiği gibi, özellikle erkekler turundaki ilk 10 oyuncuyu (hatta Wallace’ın tanık olmadığı son 15 yılda, daha ziyade ilk 3-4 oyuncuyu) fetişize etme eğilimini de hesaba katarsak, bu sporu mükemmel düzeyde icra eden bazı sporculara hakkını asla teslim etmemek üzerine kurulu bir anlatı yerleşmiş durumda. Burada da özellikle Wallace’ın isimsiz, ‘nal toplayan’ bir oyuncu diye nitelediği Jakob Hlasek’i (antrenman sırasında) izleme deneyimiyle ilgili hislerine başvurmak istiyorum: ‘Onu antrenman yaparken seyretmek, muhteşem bir sanatçıyı çalakalem eskiz çizerken seyretmek gibi. Gözlerimi kırpmam gerektiğini kendime hatırlatmak zorunda kalıyorum sürekli” dedi.
Foster Wallace’ın Sicim Teorisi’nin son kısmı Roger Federer’e ithaf edilmiş. Tenis üzerine yazılmış en ünlü makalelerden biri ‘Kutsal Bir Deneyim Olarak Roger Federer’ henüz 25 yaşındaki ‘Ekselansları’nın Wallace’ı ne kadar etkilediğinin en somut tezahürü niteliğinde. Ben de iki çevirmenimize Federer’in Foster Wallace için yarattığı etkinin aynısını kendi hayatlarında hangi sporcunun yarattığını sordum.
Tenis üzerine yazılmış en ünlü makalelerden biri ‘Kutsal Bir Deneyim Olarak Roger Federer’ henüz 25 yaşındaki ‘ekselansları’nın Wallace’ı ne kadar etkilediği kitapta görülüyor. İnan Özdemir, aynı etkiyi bisikletçilerde gördüğünü söyledi: “Hayatımın ciddi bölümünü NBA anlatmakla ve yazmakla geçiriyorum fakat yaratıcılığımı en derinden hissettiğim anlarda hep bisiklet var. O nedenle David Foster Wallace’ın bir turnuvayı Federer’in peşinde takip etmesi gibi bir deneyimi ben Fransa Bisiklet Turu’nda yaşamak isterdim. Üç hafta boyunca Thibaut Pinot’nun peşinde koşmayı isterdim. Estetiğin, rekabetin, çalışma arzusunun, genlerin, gururun ve trajedinin bütün izlerini onda buluyorum. Pinot üzerine düşünmek, çalışmak, seyahat etmek ve yazmak benim için rüya gibi bir deneyim olurdu.”
Pekdoğru ise kendini tek bir branşla sınırlamadı: “Federer’in ‘aşkınlık’ hissini bana veren birçok sporcu sayabilirim. Bildiğim kadarıyla, bahse konu denemeye kendisi ilk olarak ‘Federer Both Flesh and Not’ adını vermişti. The New York Times editörlerinin tercih ettiği başlığın daha kolay yollu bir şiirselliği olduğunu kabul ediyorum ama Wallace’ın seçimi bana oldum olası daha dâhiyane gelmiştir. Kesinlikle Michael Jordan’ı ya da Lionel Messi’yi izlerken hissettiğim aşkınlık ile bir akrabalığı var Roger Federer’i izleme deneyiminin. Etten kemikten olan ama aynı zamanda olmayan sporcular – bir ışık demeti, bir hale ya da hüzme onları sürekli takip ediyormuş gibi. Kariyerinin başından beri çok yakın hissetmediğim Novak Djokovic’in de aynı ölçüde ‘transandantal’ bir deneyim sunduğunu teslim etmeliyim.”
Bu noktada Wallace’ın “Profesyonel tenis, bilinçli kararlar vermeye olanak tanımayan dar zaman aralıklarında oynanır” sözünü alıntılayarak devam etti: “Tenisçileri bu açıdan günümüzün F1 pilotlarına da benzetiyorum. Ancak tenisteki –insanlık tarihinin ilk çağlarına kadar izi sürülebilecek– o geleneksel ‘sahne kurulumunun’ (eski bir yazımda bunu ‘ters yüz edilmiş bir panoptikon’ olarak tarif ettiğini hatırlatıyor) bu sporun kahramanlarını çok daha ilişki kurulabilir hale getirdiğini eklemek gerek. Dolayısıyla, Wallace’ın ‘güzellik’ konusunda tenisle kıyaslanabilir bulduğu basketbol ve boks da dâhil olmak üzere birçok spor dalında Federer kadar etkileyici sporculara rastlayabiliyoruz. Ancak zanaatının zirvesinde bir tenisçiyi izleme deneyimi, diğer sporların büyük ve/veya ‘transandantal’ sporcularını izlemeye hiç benzemiyor.”
Burada konu sosyal medya ve linç kültürüne geldi. Sözü Cem Pekdoğru aldı. Çağla Büyükakçay’ın kariyeri boyunca birinci elden yaşadıklarını hatırlattı, basketbolcu Sinan Güler’le mülakatının da konu hakkında fikir sahibi olunabilmesi adına tavsiye etti.
Cem Pekdoğru ve İnan Özdemir uzun yıllar Socrates Dergi ve Socrates Podcast için içerik üretti. İnan Özdemir’in içeriklerine hala Socrates App ve Socrates YouTube kanalından ulaşmak mümkün. Pekdoğru ise uzun süre Socrates Podcast kanalı için işin mutfak kısmında yer aldıktan sonra şimdilerde Castle Media’da içeriklerine devam ediyor; aynı zamanda sporun edebi kısmı için son olarak koordinatörlüğünü yaptığı Basket İstanbul kitabı raflarda yer aldı.