Acı Portakal: Kefaret
Latin Amerika edebiyatının önemli ama ülkemizde yeterince tanınmayan yazarlarından Juan Jose Saer, 'Bulutlar' romanında bir psikiyatristin -hasta insanlar, askerler, 'gaucho'lar ve fahişelerden oluşan- bir konvoyla yaptığı zorlu yolculuğu anlatıyor.
Hikaye, 1990’lı yıların Paris’inde, sıcak bir yaz mevsiminde, Arjantinli bir üniversite görevlisinin arkadaşı Tomatis’ten aldığı bir mektupla başıyor (Tomatis karakteriyle Saer’in 2020 yılında Türkçeye çevrilen ‘Yara İzleri’ romanında tanışmıştık). Hedef şaşırtan bir başlangıç. Zira okuyacağımız hikayenin Arjantinli akademisyen ve arkadaşı Tomatis ile ilgisi yok. Tomatis’in gönderdiği zarftan çıkan, çok eskilerden kalma bir anlatıya odaklanacağız; Dr. Real’in 1834’te kaleme aldığı, 1804 yılında yapılmış bir seyahati konu edinen anılarına…
Arjantinli bir ailenin çocuğu olan Dr. Real, tıp eğitimi almak için gittiği Avrupa’da -ruh hastalıklarının nedenlerini bedende değil, ruhun kendisinde arayan- yeni bir bilim dalını keşfetmiş, bu dalın önde gelen temsilcilerinden Doktor Weiss’la dostluk kurmuş ve Weiss’in Arjantin’de açmak istediği ruh sağlığı hastahanesinde görev almayı sevinçle kabul etmiştir. Birlikte Arjantin’e gelip zengin ailelerin bireylerine hizmet veren hastahanelerini -binbir zorluğa rağmen- hayata geçirmeyi başarırlar.
Zenginlerin ruh sağlığı bozuk aile fertlerini evden uzaklaştırma isteğinin toplumun diğer kesimlerinden çok daha yakıcı olması, önce Buenos Aires’ten, daha sonra Paraguay’dan, Peru’dan ve Brezilya’dan gelen çok sayıda taleple sonuçlacak ve hastahane yeterli kapasiteye ulaşacaktır.
Hastahane faaliyete geçtiğinde Dr. Real’e klinikte tedavi edilecek beş hastayı alıp getirmesi için Santa Fe’ye gitme görevi verilir. Arjantin’den Santa Fe’ye yolculuğun -o dönemin siyasi, toplumsal ve coğrafik yapısı nedeniyle- zor olacağı daha baştan bellidir. Üstelik Dr.Real’in teslim aldığı hastalar da kolay zapt edilecek türden değildir; insanı ilahi olanla birleştirmek için mümkün olduğunca çok erkekle seks yapması gerektiğine inanan bir rahibe, üst sınıftan manik depresif bir beyefendi, dünyaya kapılarını kapamış genç bir adam, onun konuşma zorluğu çeken kardeşi, obsesif kompulsif belirtileri gösteren bir başka genç…
Ancak Dr.Real görevi yerine getirmekte kararlıdır. Ve yolculuk başlar:
“Farklı ve renkli bir kafile oluşturmuştuk: taşıma şirketinin arabacılarının sürdüğü altı arabaya (benimkiyle birlikte her hastaya bir araba) ek olarak, yolculuk gereksinimlerini karşılamak için kullanacağımız iki araba daha vardı. Biri bir tür dükkân görevi görüyordu, hem bakkal hem mutfaktı… Öteki arabada üç kadın yolculuk ediyordu, başlangıçta bana bunların askerlerden üçünün karısı olduğu, her yolculukta kocalarına eşlik ettikleri söylenmişti, ama yolculuk başlayınca, onları görür görmez, karşımda üç fahişe olduğunu anladım, sözüm ona kocaları olan üç asker de adi birer pezevenkti… En sondaki askerlerin arkasında, yedek bir at sürüsü nöbetleşe görev alan binicilerce yönetiliyordu uslu uslu. En sonda da on, on iki başıboş köpek, yiyecek peşinde gemilerin dümen suyunu izleyen martılar gibi inatla, yoklukla ve açgözlülükle bizi izliyordu”…
‘Kimsesiz’ romanının 1500’lü yıllarda yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenen bir kurgusu vardı. ‘Bulutlar’daki yolculuğun esin kaynağı hakkında bilgim yok ama kurmaca bir metin için bunun önemi de yok. Ancak ‘Bulutlar’ın tarihi roman türüyle ilişkilendirilebileceğini söyleyebilirim. Anlatının arka planına 1800’lerin Arjantin’inin siyasi ve sosyal tarihi flu biçimde yansıyor ve seyahate gerilimli bir atmosfer katıyor:
“Akıl hastanemizin açık kaldığı on dört yıla bakınca, bu karşılaştırma yerinde görünüyor. Dört bir yandan kızgın lavlar sarmıştı çevremizi: Kızılderililer, haydutlar, İngilizler, İspanyollar, gittikçe büyüyen bir acımasızlıkla üstümüze saldırıyorlardı; kasırgaları, taşkınları, kuraklıkları, çekirgeleri, ihbarları, davaları, savaşları ve devrimleri saymıyorum bile.”
Saer, ‘Kimsesiz’de, tarihi bir anlatı üzerinden başkalarına dair tasavvurlar üretmenin dinamiğini ve bu üretimin kimlik inşasındaki rolünü sorgulamıştı. Kültürel karşılaşmalar özelinden yerlilerin ve Avrupalıların doğa ve dünya kavrayışlarını, inançlarını, ‘varoluş, gerçeklik, zaman, hafıza, varlık, hiçlik ve ötekilik gibi felsefi kavramları tartışmaya açıyordu. ‘Bulutlar’da ‘delilik’ kavramından yola çıkarak toplumun normal ve normaldışı saydığı davranışları, ‘deli’ damgasını yiyenlerin kapatılmalarını, davranışlarının ve savundukları düşüncelerin değersizleştirilmesini biraz da mizaha başvurarak sorunsallaştırmış. Özellikle de ‘şehvet batağına saplanan’ genç rahibenin öne çıktığı bölümlerde aşk ve cinselliğe de değiniyor.
Juan Jose Saer, kendi anlatı evrenini kurmaya çalışan bir yazar olarak zamanının moda eğilimlerinden uzak durmuştu. Latin Amerika’nın -Avrupa’da kredisi yüksek- Büyülü Gerçekçilik akımına da, post modernizme de, siyasi bağlanmışlığa da sıcak bakmıyordu. Hatta Fransız sosyolog Pierre Bourdieu ile romanın toplumsal sorumluluğu hakkında girdiği polemikte Bourdieu, kendisini yeni yayın dünyasına uyarlaması gerektiğini savunurken Saer, edebiyat aleminin dili, üslubu ve hikaye anlatımını öne çıkarmasını yeğlediğini, edebiyatın siyasetten uzak bir bölgede daha verimli olacağını savunmuştu. Buna rağmen, doğrudan Arjantin’den, askeri diktatörlükten, işkenceden, kirli savaştan söz etmese bile bütün anlatılarında bunlara, daha doğrusu toplumun bireyi kuşatan baskılarına göndermeler vardır.
Pek çok Arjantinli yazarın romanlarında karşılaştığımız anlatı stilini, suç kurgusunu, seyahatnameler, kültürel karşılaşmalar, mekan ve aidiyet gibi temaları kullanan Saer, kısa bir roman olmasına rağmen ‘Bulutlar’da yazı karakteristiğini ortaya koyuyor. Mekan ve aidiyet bilhassa önemli. Kariyerinin başında Arjantin’den ayrılmasına rağmen, Juan Jose Saer, “Santa Fe eyaletinin engin çayırlarına ya da pampalarına derinden kök salmış” bölgeselci bir yazar kimliği ile yazıyor. Eleştirmenlerin belirttiği üzere, bütün romanları Santa Fe kenti çevresindeki ‘La Zona’da geçen tek bir ‘eser’ olarak alınabilir.
Saer romanlarında hikayenin ne olduğu zaten pek öne çıkmaz. Önemli olan anlatıdır; mesela ‘Bulutlar’da, karakterlerin algısına göre değişecek olan manzaranın -çölün, ufuk çizgisinin, bomboş hatta monoton ve uçsuz bucaksız ovanın- mükemmel tasvirlerle anlatılması bunun en iyi örneği. Saer onu açıkça büyüleyen görüntüleri metaforlara dönüştürür, ki bu romandaki görüntü ufuk çizgisidir; uzaktan görülen manzaranın monotonluğuyla karakterize edilen berraklık ile çökmekte olan karanlık arasındaki ince çizgi – tıpkı hayat gibi…
Aslında konusu da eğlenceli ve ilgi çekici ama -‘Yara İzleri’ ve ‘Kimsesiz’ gibi- ‘Bulutlar”a güzellik katan Saer’in dili, tasvirlerindeki şiirsellik. Bir örnekle bitirelim:
“Tüm ufku inceledim de ne rüzgârın dövdüğü eğik otlarınkinden başka hareket ne güneyden gelen dondurucu esintinin ıslığından başka ses duyabildim. Bu çölde bol bol yaşamın, yalnızca hayvan yaşamının da değil, göçebe ve yalnız insan yaşamının da olduğunu bilmeme karşın, bu görünümün insanlık dışı esintisi yüreğimi titretiyordu. Rastlantının görünürde hiçbir neden yokken harekete geçirdiği bu alev makinesinin ortasında tuhaf biçimde eğilip bükülerek kıvranan, büyüyen, sürünen, kanat çırpan, çırpınan ve kanayan her şeyin gerçek durumuna ilişkin boş toprağın, koskocaman kırmızı güneşin, birkaç saat sonra da bunaltıcı yıldızların verdiği kadar apaçık haberler almadım hiç, bu yolculuğun ne öncesinde ne sonrasında (…) Güneşin kocaman tekeri batıda ufka dokununca, sararmış otlar ışıldamaya başladı ve güneydeki duman duvarının koyu rengiyle daha da parlaklaştı, bu sırada değişken ışığı yansıtıp üstünde en ufak bir kıpırtı bile görülmeyen göl önce kırmızı bir levha oldu, ardından tıpkı hava, şeyler ve gök gibi, ışıkla aynı zamanda soğumuşçasına maviye, sonra da siyaha döndü: Yalnızca ufkun güneydoğudaki kırmızı çizgisi gecenin düz karanlığına bir farklılık getiriyordu.”
Juan Jose Saer, Arjantin’in Serodino kasabasında, Suriye göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi (1929). 1950’lerde şiir yazmaya başladığında ‘Adverbio’ avangard şair grubuna ve Poesia Buenos Aires dergisine yakınlaştı. 1954’ten itibaren Santa Fe’de çıkan El Litoral gazetesinde şiirler, kısa öyküler ve denemeler yayınlamaya başladı. Anlatı türüne de yakınlık duyuyordu; 1960 yılında kısa öykülerini topladığı ilk kitabı ‘En la zona’ – ‘Bölgede’ – yayımlandı.
Aynı yıllarda Universidad del Litoral Sinematografi Enstitüsü’nde Sinema Tarihi ve Sinema Eleştirisi dersleri vermeye de başlamıştı. Bu sayede kazandığu burs sayesinde Paris’e taşındı (1968) ve hayatının geri kalanını Fransa’da geçirdi. 68’lerin kültürel atmosferi Saer’in edebiyatını daha da güçlendirdi. Romanları –’La Pesquisa’, ‘El Entenado’, ‘La Grande’ ve ‘Glosa’- son 25 yılın İspanyol dilinde yazılmış en iyi 100 kitabı listelerinde yer aldı. Çok sayıda ödüle değer görüldü. Kimilerine göre Borges’ten sonra Arjantin edebiyatının en büyük yazarı olan Juan Jose Saer, 2005 yılında – 67 yaşındayken- Paris’te hayata veda etti. Saer’in ‘Yara İzleri’ romanı 2020’de, ‘Kimsesiz’i 2022’de Türkçeleştirilmişti.