Osimhen’li Victor(y)’lere devam…
Senaryosunu Wilfrid Lupano’nun yazdığı, çizimlerini ve renklendirilmesini Grégory Panaccione’nin yaptığı ‘Aşk Denizi’, enfes bir grafik roman. En büyük özelliği diyalogsuz olması… Kitabın hiçbir yerinde söz, ifade, sesleniş vs. yok. Adeta ‘sessiz sinema’ya bir atıf…
‘Hap gibi’ derler ya, öyle bir adamcağız… Çelimsiz, yaşlı, dünyaya gözlüklerinin arkasından bakıyor… Karısı onun yanında dev gibi görünüyor; kilolu, boy olarak da neredeyse iki katı… Ama bu fiziksel eşitsizlik ya da dengesizlik aralarındaki şefkat, sevgi ve mutluluk bağına engel değil. Adam balıkçı, kadın da usta bir aşçı… Kocasını, çantasına koyduğu o çok sevdiği sardalya konserveleriyle sabahın köründe uğurluyor. Yola düşme, rızkını arama zamanı. Adam, birlikte çalıştığı genç meslektaşıyla emektar teknesini maviliklere sürüyor. Deniz onun için bereketin adresi.
Lakin bu sefer işler ters gidiyor. Kafalarını kaldırdıklarında devasa bir balıkçı gemisinin (ismi Gold Fish) yanı başlarında bittiğini fark ediyorlar. Sanki Titanic mübarek… Bu koskoca kütlenin yarattığı anafordan kurtulmak isterken geminin denize saldığı ağlara takılıyorlar. Adam, eldeki tek cankurtaran seçeneğini genç meslektaşından yana kullanıyor ve “Git, kendini kurtar, ben başımın çaresine bakarım” diyor. Sonrası onun için meşakkatli bir serüven. Sonunun nasıl biteceği de belli değil…
Teknedeki dostu ise kıyıya varıyor ve yaşadıkları durumu anlatıyor. Çok geçmeden acı haber karısına ulaşıyor. Hemen harekete geçiyor kadıncağız. İlgililere ulaşıp ‘Gold Fish’in adını veriyor, denizcilik idaresi çalışanları gemiye ulaşıp onları durumdan haberdar ediyor ve küçük bir teknenin varlığını sorguluyor. Devasa bir yapıya sahip olan ‘Gold Fish’in mürettebatı olup bitenden haberdar olmadıklarını söylüyorlar. Dolayısıyla büyük bir ümit kapısı kapanıyor.
Geride kalan acılı eş ise durumu kabullenmiyor; kocasının yaşadığına dair inancını ayakta tutuyor. Hatta onu beklemektense aramaya çıkıyor. Bunun için de ‘Cruise’ tipi bir gemiye bilet alıp denize düşüyor, Atlantik’in sularında yolculuk ederken bir yandan da “Koca okyanusun sonsuzluğunda belki kocamı bulurum” düşüncesiyle yolculuğunu sürdürüyor. Rotasının sonunda Küba’da var ve burada onu farklı bir serüven bekliyor. Çünkü gemide edindiği yeni dostlarının sayesinde, aşçılık ve el işi maharetleriyle kendisi farkında olmadan sosyal medyada kısa sürede şöhrete kavuşmuştur ve bu durum, yeni bir fenomen olarak ona farklı kapıları açacaktır…
Senaryosunu Wilfrid Lupano’nun kaleme aldığı, çizimlerini ve renklendirilmesini de Grégory Panaccione’nin üstlendiği ‘Aşk Denizi’nin (‘Un Océan d’Amour’) konusu kısaca böyle… Desen Yayınları tarafından çıkarılan bu enfes grafik romanın en büyük özelliği diyalogsuz olması… Kitabın hiçbir yerinde söz, ifade, sesleniş vs. yok. Öykünün gücü ve Panaccione’nin olağanüstü çizgileri her şeyi hallediyor.
Kitabın önsözüne imza atan Paco Roca (ki kendisi de ünlü bir çizerdir ve ‘Kırışıklıklar’, ‘Ev’ gibi yapıtları Desen’den çıkmıştı) aslında böylesi bir uğraşa soyunmanın, yani ‘sessiz’ bir kitaba önsöz yazmanın bir anlamda kutsala saygısızlık etmek olduğunu belirtmiş. Roca söz konusu metninde uzun uzadıya ‘sessiz sinema’nın kendine özgü dokusundan, çekiciliğinden, büyüsünden bahsediyor ve çok etkilendiği filmlerden biri olan Georges Méliès’nin ‘Aya Seyahat’in kendisinde bıraktığı derin izlerin altını çiziyor. Sinemanın emekleme çağının erdemleri üzerinden, Lupano-Panaccione ortaklığının mana ve ehemmiyetine dikkat çeken Roca, ‘Aşk Denizi’ni şöyle tarif ediyor: “Bu hikâye denize, maceracılara, yazarlara nice hayaller kurduran ve şimdi ‘modern’ insanlığın tehdidine maruz kalmış denize bir övgü.”
Doğru bir teşhis elbette ama öte yandan bu hikâye aşkı kendince idealize etmiş, dış görünüş itibariyle alanı fiziksel açıdan güzel insanlara bırakmamız gerektiğini sürekli empoze etmeye çalışan baskın bir ideolojinin kodlarına karşı duruşun da ifadesi. Hafiften Mr. Magoo’yu andıran balıkçıyla Fellini filmlerinden fırlamış karısının birbirlerine olan bağlılıkları, tutkuları, sevgileri onların hayata tutunmalarındaki en önemli unsur. ‘Aşk Denizi’nin odaklandığı ana eksen de zaten bu…
Kitabın ‘diyalogsuz’ yapısı, gerçekten de ‘sessiz film’ tadı vermiş; bu durumda da gözünüz doğal olarak karşısına çıkan kareler yoluyla takibe soyunuyor. İşte bu noktada Panaccione’nin takdire şayan tarzı ve kimileri, o klişe tabiriyle ‘Tablo’ tadı taşıyan kareleri devreye giriyor ve bu sade öykü, sürükleyici bir aksiyona dönüşüyor. Sonuçta bir 230 sayfalık hacmine karşın ‘Aşk Denizi’ bir solukta okunacak (göz gezdirilecek!) bir grafik roman. Kesinlikle kütüphanenizde bulunması gereken özel çalışmalardan diyerek bitireyim…