Anasonun anayasası
Kapıda dayak potansiyeli, içeride ‘kazık’ hakikati ve bir eski tiyatro… Dizilerde anlatılan hayali yerleri değil gerçek pavyonları merak ediyorsanız; Konsomatrisler ve bir pavyon işletmecisi, ‘racon’u sizin için anlatıyor.
Her şehrin -hatta büyük şehirlerde farklı semtlerin bile- pavyon raconu farklıdır. “Ulan İstanbul sen mi beni, ben mi seni!” diye celallenirken rakımı yüksek bir mevkiden şehre parmak sallamayı seven abimizin de, “Sana dün bir tepeden baktım ey aziz İstanbul” diyen nahifin de buluşacağı pavyonlar var elbette. Ama lokasyona göre dayak ve kazık tehlikesinin değişiklik gösterdiği de bir gerçek.
Yine de genel geçer kuralları, bir ‘racon’u var tabii pavyonun. Ne mi onlar? Hadi pavyon diyarının yerlileri anlatsın:
20 yıldır bu alemlerdeyim. Buraların raconu değişti, belki kural da kalmadı doğru düzgün. Eskiden gelen adamlar kibar davranırdı.
Bir de onlar heybetli olurdu, kıçı- başı oynamazdı. Kapıdan girdi mi ne mal olduğunu anlardık. O bir şekilde anlatırdı çünkü. Bizim meslektaşlar arasında da dostluk vardı o zamanlar. Şimdi daha çok rekabet var çünkü eskiden yevmiyeliydik. Şimdi adamın masasında içtiğimizin yarısı bize, yarısı işletmeye. Bir de başımıza bu melez orospular, yabancılar dadandı! (Siyahi bir konsomatrisi gösteriyor.) İyice düşman olduk.
Buraya giren adam kazık yemek, dayak yemek istemiyorsa ne yapacak anlatayım:
Birincisi parası olacak, yoksa girmeyecek. İkincisi çok kaba davranırsa çok para ödeyeceğini bilecek. Bazen kibar davranıyor ama parası çıkışmıyor. Öyle olsun canımızı yesin. Geçenlerde bir hıyar geldi.
Yiyip içti, beni elledi. Ama inceden de kibar gidiyor. Hesap gelince “Ben inşaat işçisiyim, sadece otobüs param var. Daha gidip otobüs bekleyeceğim bu saatte,” dedi. Acıdık, kimse dokunmadı. Taksi parasını da ben verdim.
Valla ben 28 yıldır bu işi yapıyorum iki şey öğrendim: Müşteri parasız gelmeyecek, bu alemdeki bir insan da bu alemden bir insana âşık olmayacak. Ben âşık oldum, evlendim İzmir’e gittim. Ağzıma sıçıldı. Hep dayak, aldatma… Nasılsa bunu pavyondan kaldırdım diye rahat da davranıyorlar, bir yandan da o günleri hatırlayınca yumruğu sıkıyorlar. Bıraktım pezevengi, geri geldim ama buralar da değişmiş tabii. Eski düzen kalmamış. Şimdi kapıdan her giren kabadayı gibi giriyor, öküz gibi davranıyor, zil zurna olup siktirip gidiyor.
Bir kere buraya gelen adam “O ne kadar, bu ne kadar?” diye de sormayacak. Bakkal mı burası! Bir de mal gibi ilk lafı “Nasıl düştün?” olmayacak. “Sana ne gavat beni mi kurtarıcan” diyesim geliyor. Buraya gelince yanına bayan gelir zaten.
İstemiyorsan söyleyeceksin daha oturmadan. Bayan oturduysa da kaldırılmaz, ödeyeceksin en az bir içkisini, sonra teşekkür edeceksin.
Sen bir birayı on liraya içerken, masandaki kadının içtiği 20 lira yazılır. Öyle pahalı da değil hani. Masaya oturdun, sana çerez mi geldi, yanar dönerli bir halt mı geldi, “Bunu ben istemedim, götür kardeşim” diyeceksin. Gerçi bazı yerlerde bunu da dedirtmezler adama ama bizde öyle değil. O ikramsa garson getirirken “Abi bu müesseseden der” zaten bahşiş için. Demiyorsa bil ki o çerezi sen ödeyeceksin.
Ha ama bak şu olur: Gelirsin, masaya oturup garsonu çağırırsın, dersin ki: “Benim 200 lira param var. Bana bir 35’lik getir, iki tane şu mezeden getir. 10-15 lira da kendine ayır. Geri kalan para yetiyorsa da bir arkadaş eşlik edip bir bira içsin bana yeter.” Hangi işletme olursa olsun, bunu edepli söylersen ikramı da görürsün, saygıyı da. Ama yol yordam bilen kalmadı ki…
Kardeşim ben Dersimliyim ama İstanbul’da bu ortamlara 25 yıl önce girdim, bir daha da çıkmadım. Komilikten başladım, şimdi müdürlük yapıyorum. Biz bu ortamlarda çok şey gördük, yaşadık. Çok dayaklar attık, yedik. Ama kalmadı şimdi onlar. Bak mesela bizde artık senet işi de yok. Gerçi var bazı yerlerde hâlâ. Oralara parasız gidersen 30 lira için 300 liralık senedi döve döve imzalatırlar sana. Biz yapmıyoruz, başımız belaya giriyor Emniyet ile.
Dayak kötek de çok azaldı. Bak şimdi senin arka masandaki ayıları görüyorsun di mi? Herifler geldi karıların götünü başını elledi, hesaba gelince “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyor. “Kimsin?” dedim, “Deniz- bank’ın genel müdürüyüm” dedi. “Ben de Çilem Pavyon’un genel müdürüyüm” dedim, yalan mı?! Ama dövmedik bak. Bize “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” denmez. Biz bilmemiz gerekseydi önceden haberini aldırdık senin bir yerlerden. Demek ki gerekmemiş!
Gelen insan adam gibi davranacak, ağzıyla içecek, içti mi içinden şeytan çıkmayacak, içtiğinin parasını ödeyebilecek. Şimdilerde buraya gelen herkes dayı takılıyor. Bir gün geldi buraya bir tanesi, hesaptan caz çıkardı. Biz üsteleyince çekti silahı bize. Onu dövdük bir güzel. Kaç zamandır bu alemdeyiz, ulan bize kurusıkı çekilir mi!
Anca böyle şeyler olunca dövüyoruz artık. Ama başka yerlerde var tabii.
Müşteriden dayak yediğimiz de oldu. Çok kişi gelip gafil avlayanlar oluyor bazen. Ama en kötü dayağı eski Emniyet Müdürü Hortum Süleyman’dan yedim. Geldi buraya “Kimsin lan sen?” dedi. “Buranın müdürüyüm” dedim. “Ulan ben 30 yıldır çalışıyorum, hiçbir yerin müdürü olamadım” deyip hortumla dövdü. Müşteriler de öyle izleyip içki içmeye devam etti. Oluyor böyle şeyler…
Şimdi bu karılar diyor ya “Yevmiye kalktı, içkinin yarısı bize yazıyor” diye; o da bizlik bir durum değil. Bunların pezevenkleri aç gözlü. Artık pezevenkler çok aç gözlü, eskisi gibi değil. Yoksa biz hırsız değiliz ki, onu büyüklerimiz bilir. Biz bilmeyiz. Biz, sattığımız içkinin, ettiğimiz sohbetin parasını alırız. Buranın ilk kuralı da gelecek adamın bunu bilmesidir. Burada her şey parayla…
ALAFORTANFONİ: Eski silahlarda namludan kıvılcım gelmesini engelleyen aparata, yani “alev örten huni”ye seslenmeyi becerememekten bıkmış abilerin argoya kazandırdığı bir kelime olduğu rivayet edilir. Adını söylemesi zor meretlere denir.
DEHŞET PALAS: Dönemin İstanbul bitirimlerinin nezarethaneye taktığı ad. Artık kullanmıyoruz ama bu adın neden kullanıldığını hâlâ anlayabiliyoruz. İtirazı olan?
CİCOZLAMAK: Kaçmak, uzaklaşmak demek. Kelimenin Romanlardan geldiği rivayet ediliyor. Cümle içinde kullanmaya gerek yok şimdi. Yukarıdaki kelimeyle birlikte düşünmek yeter.
BABACIMCI: Teatral hırsızlığın bir türü. O zaman durun anlatayım: ‘Tırnakçı’ların kollektif çalışmasıyla yapılır. Mümkünse kalabalık yerde en zengin ve saf görülen adama bir tırnakçı sataşır. Arbedeye yakın bir ortam yaratılır. Diğer tırnakçılar yatıştırmaya geliyor gibi gelip adamı tutarlar ama dayaktan kurtulan kurban o sırada cüzdandan da kurtulur! Adamın tekini sokak ortasında sıfırlamak yani…
FAHRETTİN KERİM: 1949-1957 yılları arasında İstanbul valiliği ve belediye başkanlığı yapmış Fahrettin Kerim Gökay’ın argo literatürüne bir nevi armağanıdır. Görev yaptığı dönemde durup dururken alkolle mücadeleye kafa yoran bu şahsın, kısa boylu ve şişman olması nedeniyle müdavimler onu 35’lik rakıya benzetmişlerdi. Meyhanecilere “Bize bir Fahrettin Kerim ver” diye sipariş vermenin moda olması bir yana, “Mini mini valimiz, ne olacak halimiz” diye bir tekerleme bile yazılmıştı.
ŞEYTAN ARAMAK: Kumar oynamak. Şimdi kullanmasak da eski İstanbul’un barbut oynanan karanlık sokaklarından çıkma bir söz. Günümüzde kullandığımız “Şeytanın bol olsun”un dedesi yani.
UÇ BABA TORİK: İmkansız olduğu kesin bir yalanla alay etmek için kullanılırmış. Malum; avcıların tatlı yalanları meşhur, bu sözün de İstanbul’un limanlarındaki balıkçılardan türediği rivayet ediliyor. Torik balığının zıplamasını, o da yetmediğinde uçmasını ve boyutunu anlatırken fazla gaza gelen balıkçı bir abimizden olsa gerek.
ZÜLEYHA: Zührevi hastalıklar hastanesini söylemek zor gelmiş. Kim suçlayabilir ki?
ÜÇ ASLA MAHKÛM OLMAK: Birinin ya da birilerinin gevezelikleri dinlemek zorunda kalmak. Tabiri çok açmaya gerek yok. Meclis TV açıp tecrübe edebilirsiniz.
* “Argo, bir dilin gizli örgütüdür” diyen üstat Hulki Aktunç’un Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Büyük Argo Sözlüğü”nden faydalanarak hazırlanmış, internetteki bilumum kaynakla harmanlanmıştır. Saygıyla anıyoruz…