Bu da oldu: Zizek’e ‘Filistin’ dedirtmediler
Türkçeye çevrilmiş tek kitabı 'Küçük Bir Ayrıntı'yı okumamış olabilirsiniz ancak son günlerde edebiyat dünyası onu konuşuyor. Filistinli yazar Adania Shibli, Frankfurt Kitap Fuarı'nda kendisine verileceği duyurulan LiBeraturpreis Ödülü'nün töreni iptal edilmesiyle gündemde.
Belki de bu vesileyle daha yakından tanınması gereken biri. Shibli, işgal altındaki Filistin topraklarında büyümüş, yazmayı ve dili hayata tutunma yöntemi olarak seçmiş biri. Yazar, "Olup bitenin hikayesini anlatamamak kaybedenler arasında olmak demek" diyerek kendi tarafını seçenlerden.
“Yazmaya başladığıma göre içine doğduğum ortamın olabilecek en sıkıcı ortam olduğunu tahmin edebilirsiniz. Tatminkâr bir hayatınız olmayınca hayal gücünüze daha fazla sığınıyorsunuz. Filistin her zaman hayal gücünü tetikleyen bir yer olmuştur; fantezilere özgü bir âlem sunduğu için değil, orada olmayan şeyler yüzünden, noksanlıklar yüzünden böyledir bu. Sürekli hissettiğiniz bir yokluk vardır, durmadan yarım-hikayelerle karşılaşırsınız.”
Yazmaya nasıl başladığını, doğduğu toprakların onu yazmaya nasıl teşvik ettiğini bu sözlerle anlatıyor Filistinli yazar Adania Shibli. İşgal altındaki Filistin topraklarında büyümüş, yazmayı ve dili hayata tutunma yöntemi olarak seçmiş biri o.
1974 doğumlu yazarın adını belki daha önce duymamış ya da Türkçeye çevrilmiş tek kitabı ‘Küçük Bir Ayrıntı’yı okumamış olabilirsiniz, ancak son günlerde edebiyat dünyası onu konuşuyor. Shibli Frankfurt Kitap Fuarı’nda kendisine verileceği duyurulan LiBeraturpreis Ödülü’nün töreninin iptal edilmesiyle gündemde. Geçen yıl Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin konuğu olan yazarın Yasemin Çongar ile söyleşisine yalnızca o gün etkinliğe katılanlar şahit olmuştu. Yazara uygulanan sansür ve savaş nedeniyle söyleşi erişime açıldı. Adania Shibli yazmaya nasıl başladığını, doğduğu coğrafyanın kendisini nasıl etkilediğini, edebiyatın gücünü ve bu gücü nasıl kullandığını anlatıyor.
Yazmaya başlamasındaki en önemli etkenin içine doğduğu sıkıcı ortam olduğunu şu sözlerle anlatıyor Shibli:
“Yazmaya başladığıma göre içine doğduğum ortamın olabilecek en sıkıcı ortam olduğunu tahmin edebilirsiniz. Tatminkâr bir hayatınız olmayınca hayal gücünüze daha fazla sığınıyorsunuz. Filistin her zaman hayal gücünü tetikleyen bir yer olmuştur; fantezilere özgü bir alem sunduğu için değil, orada olmayan şeyler yüzünden, noksanlıklar yüzünden böyledir bu. Sürekli hissettiğiniz bir yokluk vardır, durmadan yarım-hikayelerle karşılaşırsınız. Ben Nekbe’yi tecrübe etmiş, Filistinliler tarafından ‘Nekbe’ yani ‘felaket’ olarak algılanan 1948 savaşını yaşamış bir anne-babanın çocuğuyum. O sırada on altı ve on sekiz yaşındalarmış.”
Shibli yaşadığı köyün hemen arkasında bir İsrail yerleşimi olduğunu, çift dilliliğin çocukluğundan itibaren her zaman hayatında olduğunu söylüyor. Dilin yapabileceklerinin sınırsızlığına inananlardan o da:
“Bir yerleşim var, o yerleşimin İbranice bir adı var, o köyün eski Arapça adının hikayesini ise kimse size anlatmıyor. Size de çocuk aklınızda birtakım fanteziler kurmak kalıyor. Anne babanızı bu konuda soru yağmuruna tutsanız da onlar sessiz kalmayı tercih ediyor sanki konuştukları anda o köyü terk etmeye zorlananların kaderinin sizin de kaderiniz olmasından korkuyorlarmış gibi. Bu, Şehrazad’ın hikayesinin tam tersi bir bakıma. Şehrazad malûm, hayatta kalabilmek için sürekli konuşur. Orada ise insanlar yaşamaya devam etmenin ilk şartı buymuşçasına sessizliğe gömülüyordu. Siz de bu sessizliğin içine, anlatıların olmadığı bir ortama doğuyordunuz. Bunun benim üzerimde çok belirleyici etkisi olduğunu düşünüyorum.”
Dört çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olan Shibli yaşı nedeniyle çocuklar arasındaki oyunlardan dışlandığını, bunun da kendisini kitaplara yönelttiğini anlatıyor:
“Sen kimsin ki bizimle oynayacaksın, gibi bir tavırla karşılaştığım için bana sadece kitaplar kalıyordu. Dilin yokluğuyla, kelimelerin yokluğuyla birlikte…
Sovyet döneminde çok önemli bir Arap yayınevi vardı, birçok Rus klasiğinin çevirisini basmışlardı. Biz de ‘olabileceklerin en iyisi’ diye düşünüp sefil çocukluğumuzu Dostoyevski ve Tolstoy okuyarak geçiriyorduk. ‘Dünyadaki en iyi şey bu’ diyorduk. Annem okuma-yazma bilmiyordu, bizim bu müthiş zevkimizden mahrumdu. Evimize girince büyük bir sessizlikle karşılaşırdınız, sadece bir-iki dakikada bir çevrilen sayfa ların kâğıt hışırtısını duyardınız. Fakat elektrik kesintileri oluyordu ve ışık sönüp okuyamadığımızda ne yapacağımızı şaşırıyorduk. İşte o zaman annem devreye girer, hikayeler uydurup anlatırdı. Böylece edebiyatın yazılı bir şey olmasının şart olmadığını sezmeye başladım.
Dilin olmadığı ya da en azından ayrıntılı anlatımlar için kullanılmadığı bir yerdesiniz, o zaman size ne kalıyor? Ben de hayal etmeye, anlatılar kurgulamaya başladım okuma-yazmayı öğrenir öğrenmez. Aslında yazı yazmayı öğrenen herkes yazar olur sanıyordum. Ahşabı kesmeyi öğrenince marangoz olmakla aynı şey gibi geliyordu bana yazmayı öğrenen birinin yazar olması. Bir bakıma oradaki yokluğu, noksanlıkları yazarak doldurmaya çalışıyordum.”
Adania Shibli için dilin sınırları ve kullanımı pek çok şeyin önünde. Üstelik bunu yalnızca edebiyatla yapmakla da sınırlı kalmadı. Sinemaya da merak salmış. Ve dil burada hem bir “sorun” hem de “çözüm” olmuş. Sinema macerasını şöyle anlatıyor yazar:
“Filistin’de sinema eğitimi almanın tek yolu vardı; Kudüs’teki Sam Spiegel adlı o çok ünlü okula gitmek. Bu, Sam Spiegel adının da ima ettiği üzere gayet Hollywood yönelimli bir yerdi. Ben yine de orada deneysel sinema yapmanın bir yolunu bulacağımı düşünüyordum. Aslında illa deneysel sinema yapma derdim de yoktu, benim için mesele yine anlatıydı, ait olduğum ortama uygun bir anlatı biçimi aramaktı. Bir başlangıcı, bir gelişimi ve bir sonu olan anlatı yapısını kendime, var olduğum yere çok yabancı buluyordum. Ben parçalanmış, kırılmış, dili yaralı bereli bir yerde var oluyordum.”
“Sinema okuluna girdiğimde sadece sinema üslubundan değil, dilden kaynaklı bir yabancılaşma da yaşadım, çünkü eğitim dili İbraniceydi. Öte yandan başkaları sizin dilinizi konuşmadığında canınız ne isterse yapabiliyorsunuz, nasıl olsa ne dediğinizi anlamıyorlar! Sıra bitirme projeme gelmişti, beni yapmaya zorladıkları şeyden nefret ediyordum. Ben de intikam almaya karar verdim, fakat bu dilsel bir intikam olacaktı. 16 mm filmle çekim yapıyorduk ve sesle görüntünün ayrı ayrı kaydedildiği zamanlardı. Ben de senkronu bozuk bir film yaptım. İsrail’in önemli sinemacılarından, senaristlerinden oluşan bir komiteye sunuluyordu projelerimiz. Sıra bana geldiğinde kurul üyeleri ‘nihayet bir Filistinli’nin filmi izlenecek, bu sayede sinema adına nihayet doğru bir şey yapılmış olacak havasındaydı. Filmimi gösterdim, senkronize değildi, insanların önce dudakları oynuyor, sesleri birkaç saniye sonra duyuluyordu. Beni uyardılar, ‘Bir hata var burada, senkron bozuk’ dediler. Ben de ‘Boşverin, izleyin gitsin, nasıl olsa Arapça anlamıyorsunuz’ dedim. Tabii birdenbire ‘Sen ne diyorsun’a, ‘Bu ne kabalık’a geldi iş. Film okulundan atıldım. Sinema kariyerim böylece bitti!”
Yazara dilin, dilin yapabildiklerinin gücünü fark ettiren bir diğer örnek ise çocukluk anılarından:
“Ablalarımla ilgili bir şey anlatarak cevap vereyim. Çocukken ablalarımdan biri bana çok kızmıştı, bağırdı, vurdu bana. Ben de ona vurmak için kovalamaya başladım. O ise annemin yanına koşuyordu. Ne olduğunu anlamamıştım. Annem ikimizi de kenara çekti, ‘Ne oluyor?’ dedi. Ablam hikayeyi anlatmakta benden erken davrandı. Tamamen uydurma şeyler anlatıp yalan söyledi. Ben ona saldırmıştım, kurban kendisiydi. Bundan çok etkilenmiştim, ‘Vay be, dil bunu yapabiliyor demek ki, insanlar olup bitenle ilgili hikâye uydurabiliyor’ diye hayrete düşmüştüm. Adeta dilim tutulmuştu. Ablam da beni gösterip ‘Bak, anlattıklarımın doğru olduğunu o da biliyor, cevap veremiyor’ diyordu. Annem ona inandı, beni cezalandırdı. Şunu anlamış oldum ki olup bitenin hikayesini anlatamamak kaybedenler arasında olmak demek her zaman. O gün haksız yere cezalandırılmak birçok başka şeyi de kavramama yardımcı oldu. Odaya kapatılıp bir başına bırakılınca çok şey keşfediyorsun.”
Politik, ancak bunu okuruna didaktik bir şekilde dikte etmeyen bir yazar Shibli. “Dilin içindeki adaletsizliğe karşı yazıyorum” diyerek anlatıyor kendini ve eserlerini. Öte yandan -belki de şaşırtıcı bir şekilde- edebiyatı bir direniş aracı, başkalarına erişme aracı olarak görmediğini söylüyor. Lakin bu duruşu edebiyatın gücünü hor görmekten değil. Tam tersi edebiyatın beklenmedik dönüşümler yaratabileceğini, esas büyüsünün de bu olduğuna inanıyor.
(Edebiyatın cesaretlendirici ve güçlendirici yönünün sorulması üzerine)
“Bilmiyorum. Bunu yapma hevesinden uzak durmaya çalışıyorum, çünkü edebiyatı gerçekten bir araç olarak görmüyorum. Tabii insanlar edebiyatı bir direniş aracı, başkalarına erişme aracı gibi görebilir, buna bir şey diyemem ama ben meseleye böyle bakmıyorum. Bazı terimlerin manipülasyonundan da çekiniyorum doğrusu. Çünkü bunlar özünde aşktan yoksun yaklaşımlar. Aşk derken de, yine o sınırlandırılmış burjuva anlamından, aile sevgisinden ya da birine âşık olmaktan söz etmiyorum. Aşktan politik ve edebi bir eylem olarak söz ediyorum. Bir metinle ilişkinizden, o metnin değişme ve değiştirme potansiyelinden söz ediyorum. Çocukken klasik Rus romanlarını okurken o karakterlerin benim için capcanlı olması gibi bir şey bu, pencereyi açsam onları görecektim sanki. Arkadaşlarım kızardı ben böyle deyince, ‘Bizim burada atlarımız yok ki’ derlerdi. Attan bahseden mi vardı!
Ama edebiyatın şaşırtıcı tehlikesi de burada, yapabileceklerinde, beklenmedik, planlanmayan bir dönüşüm yaratabilmesindedir. Bence kitaplar böyle karşılaşma noktalarıdır, yazan biriyle okuyan birinin karşılaştığı yerdir. Ben bir kitabı okurken kendimi onu yazıyormuş gibi de hissederim. Okumakla yazmak birbirinden çok net ayrılabilecek süreçler değil.”