Paul Auster’dan veda romanı: ‘Baumgartner’
Yaşayan en önemli Macar yazarlardan László Krasznahorkai 'kıyamet güldürüsü' olarak nitelendirilen 'Direnişin Melankolisi' kitabıyla Türkçede. 10Haber, Can Yayınları tarafından yayımlanan Leyla Önal'ın çevirdiği romandan iştah açıcı bir tadımlık sunuyor.
Macar edebiyatının yetiştirdiği en önemli isimlerden biri László Krasznahorkai. 1985’te kaleme aldığı ilk romanı ‘Şeytan Tangosu’ onu ülke edebiyatının en önemli yazarlarından biri yapmaya yetti. Üstelik yazdıklarıyla sadece okurlara değil, yönetmenlere de ilham verdi. Macar yönetmen Bella Tarr ile güçlerini birleştirdi. ‘Şeytan Tangosu’ Tarr tarafından yedi saatlik siyah-beyaz bir film olarak beyazperdeye uyarlandı.
Krasznahorkai hayatını ABD, İspanya, Yunanistan, Japonya ve Almanya gibi çeşitli ülkelerde yaşayarak geçirdi. Şu an Berlin’de yaşayan yazar, 2015 yılında Man Booker Uluslararası Ödülü’nü kazanarak bu ödülü alan ilk Macar yazar oldu. Kazandığı Booker Ödülü’nün o seneki jüri başkanı Marina Warner, onu şu sözlerle betimlemişti: “László Krasznahorkai, olağanüstü yoğun ve geniş kapsamlı tınısıyla, günümüz yaşamının dokusunu ürkütücü, şaşırtıcı, müthiş komik ve sarsıcı güzellikte sahnelerle aktaran vizyona sahip bir yazardır.”
Yazarın 1993’te yazdığı ‘Direnişin Melankolisi’ ise Almanya’da Yılın En İyi Kitabı ödülünü almıştı. Can Yayınları, László Krasznahorkai’nin ‘Direnişin Melankolisi’ni Leyla Önal çevirisiyle Türkçeye kazandırdı. Kitap, küçük bir Macar kasabasına gelen sirkle birlikte başlayan gizemli olaylar zincirini ve kasabada değişen yaşamı anlatıyor. Sirkin tek ‘gösterisi’ olan devasa balina, kasabalıları birbirine düşürürken gözü yükseklerde olan Eszter Hanım’a da diktatörlük yolunu açıyor.
10Haber, “kıyamet güldürüsü” olarak nitelendirilen ‘Direnişin Melankolisi’nden iştah açıcı bir tadımlık sunuyor:
Giriş
“Donmaya mahkûm olmuş güneydoğu topraklarındaki yerleşim yerlerini Tisza Nehri kıyılarından neredeyse Karpatlar’ın eteklerine bağlayan tren, raylar boyunca çaresizce volta atan demiryolu işçisinin tutarsız açıklamalarına ve ikide bir dışarıya çıkıp duran istasyon şefinin gittikçe daha büyük bir kararlılıkla verdiği sözlere rağmen hâlâ gelmeyince (“Ama efendim, görüyorsunuz; bu yine, adeta buharlaşıp yok oldu,” – demişti alaycı bir şe- kilde bet suratlı demiryolu işçisi), Batı’dan gelmesini bo- şuna bekledikleri şahsın yokluğunu olabildiğince anlayışla ve belli belirsiz bir endişeyle karşılayan yerli halk bir şekilde yolun yaklaşık elli kilometre ilerisindeki he- defe ulaşabilsin diye, “özel durumlar”da kullanılmasına izin verilen altı üstü iki köhne tahta koltuklu vagondan ve hurda bir 424 model lokomotiften oluşan imdat treni, kendisini alakadar etmeyen ve aynı zamanda da zaten takribi olan hareket saatine göre bile bir buçuk saat geç kalarak ancak hareket etti. Aslında tüm bunlar artık kimseyi şaşırtmıyordu; hayata hâkim olan vaziyet, her şeyi olduğu gibi demiryolu ulaşımını da etkilemişti: Alışılmış düzen şaibeli hale gelmiş, günlük alışkanlıklar durdurulamaz biçimde büyüyen karmaşa tarafından alt üst edilmiş, gelecek kuşkuyla dolu, geçmiş muğlak gündelik hayatın işleyişi ise kestirilemez olmuş, çürütücü zararın sadece semptomları hissedilebildiği için esas sebepler erişilemez ve ölçülemez biçimde belirsizleşmiş, bir daha tek bir kapının dahi açılamaz olması ya da buğday başaklarının toprağın içine doğru büyümesi bile bir kabulleniş içinde normal sayılmaya başlamış ve böylece insanların, şu anda köydeki tren istasyonunda bulunanların yaptıkları gibi, hakları olan ancak sınırlı sayıdaki oturacak yerleri kapmak ümidiyle, neredeyse açılamayacak derece donmuş kapıdan içeriye doluşmaktan, yani hâlâ elde edilmesi mümkün olan geriye kalmış ne varsa tamah etmekten başka yapacak bir şeyleri kalmamıştı.
Tam da her zamanki kışlık akraba ziyaretinden evine dönmekte olan Pflaum Hanım da, gereksiz itiş kakıştan (kısa bir süre sonra, hiç kimsenin ayakta kalmayacağı anlaşılmıştı) ziyadesiyle nasibini almış ve en nihayetinde, önünde duranları iteleyerek ve minik bedeninden beklenmeyecek bir güçle arkasından ittirenlerin önüne set çekerek, gidiş yönüne doğru bakan cam kenarındaki bir koltuğa çökmeyi başardığında, acımasız itiş kakışı gör- düğü zaman hissettiği kızgınlığı, birinci sınıf seyahat bileti olduğu halde bu “sıradan köylüler”in neredeyse tehditkâr çemberinin ortasında, sucuksarmısak, kaçak alkollü pálinka1 ve ucuz tütün kokuları içinde seyahat edeceğini fark etmesiyle aklına gelen, bugünlerde zaten riskli olan yolculuk eyleminin esas ve en can alıcı noktasını oluşturan, “Acaba eve varabilecek miyim?” sorusuyla kar şı karşıya kaldığında büründüğü hiddet ile kaygı arasında gidip gelen hissiyattan uzun süre kopamamıştı.