Türkiye’nin ilk uzay yolcuları belli oldu
Keyif aldığımız kitapların, hoşlandığımız resimlerin bir kısmı yaratıcı ruhların içindeki acıdan doğar. Sihirbazlar da yaratıcıdır, bambaşka boyutlar gösterir, illüzyonlarıyla başımızı döndürürler. Halbuki sanatçılar içinde ruhen en güçlüleri onlar.
Biz Türkiye’de yargı krizleriyle ve internet fenomenlerinin dolandırıcılık davalarıyla uğraşırken dünyada bilim alanında ilginç gelişmeler yaşanmaya devam ediyor. Ben bu satırları yazarken perşembe gününden beri dört gözle beklediğim Starship fırlatması gerçekleşti mesela. Nisan ayında başarısızlıkla sonuçlanan ilk denemenin ardından ancak şimdi FAA’dan izin koparmayı başaran SpaceX cuma günü beklenen fırlatmayı dün gerçekleştirdi ve Super Heavy roket sistemiyle Starship uzay aracı birbirinden başarıyla ayrıldı. Tabii tamamen sorunsuz bir başarı denemez buna. Zira ayrılıştan kısa bir süre sonra Super Heavy patladı, Starship yörüngeye doğru 90 mil kadar yükseldi ama sonra onunla da bağlantı kesildi. Ancak Starship beklediğimizin ötesinde bir başarı sergiledi, malum Artemis programının sonunu görebilirsek NASA’nın Ay’da koloni kurma hayalleri var ve Starship bu hayale giden en önemli parçalardan biri. Girişte bu kadar uzun Starship’ten bahsetmemin sebebi bültende olmaması. Ama siz New York Times’ın usta bilim editörü Kenneth Chang’ın kaleminden dünkü Starship uçuşunu okuyabilirsiniz.
10’ca Bilim bülteninde Super Heavy patlamasını okumayacaksınız ama 1 milyar ışık yılı ötemizde meydana gelen ‘Tazmanya Canavarı’ patlamasına doğru ışık hızında bir yolculuğa çıkacağız. Bu yolculukta aklınıza “Astronotlar da birbirlerine Han Solo’nun Prenses Leia’ya baktığı gibi bakıyor mudur acaba?” sorusu gelebilir. NASA’nın da uzun zamandır aklını kurcalıyor olacak ki böyle bir araştırmayı finanse etmiş. Uzayın çok derinlerine açıldığımızı fark ederek dünyaya dönüyor, bu sefer deniz fillerinin sırtında okyanusun derinliklerine açılıyor, sonrasında sihirbazların ruhsal olarak ne kadar sağlıklı olduğunu gözlemliyoruz. Tabii bu hafta teknoloji alanındaki gelişmeleri de pas geçmiyoruz. Tendonları olan robotik eller, Apple’ın RCS konusunda pes demesi ve Google’ın antitröst davası da bu haftaki konularımız arasında.
Evrenin her yerinde hızlı mavi optik geçici olay (LFBOT) denen bir fenomen görülüyor. Bu fenomen ilk olarak 2018’de Dünya’dan yaklaşık 200 milyon ışık yılı uzaktaki bir galakside tespit edildi ve ona ‘İnek’ (Cow) adı verildi. İnek bir süpernovadan 100 kat daha parlaktı ve sadece birkaç gün içinde sönüvermişti. Halbuki süpernovaların haftalarını alan bir süreç bu, dolayısıyla gökbilimcilerin epey dikkatini çekti. O zamandan beri de Koala, Deve (Camel) ve bu yılın başlarında İspinoz (Finch) denen pek çok LFBOT fark edildi. Ancak gökbilimciler bunlara neyin neden olduğunu henüz bilmiyor. Teorilerden biri bu patlamaların patlayamadan kara deliğe ya da nötron yıldızına dönüşen başarısız süpernovalar, diğer yıldızları içine çeken orta kütleli kara delikler ya da Wolf-Rayet olarak bilinen sıcak, parlak yıldızlarla etkileşime giren nesnelerin bir sonucu olabileceği.
New York’taki Cornell Üniversitesi’nden gökbilimci Anna Ho öncülüğündeki bir ekip 15 Kasım’da Nature1 dergisinde bir çalışma yayınlayarak Eylül 2022’de yaklaşık 1 milyar ışık yılı uzakta gerçekleşen bir LFBOT’a dikkat çekti. Tazmanya Canavarı da (Tasmanian devil) denen bu kozmik olay parlaklığının zirvesine vardıktan sonra bile sönmek yerine tekrar tekrar parlamış, bilim insanları her biri sadece dakikalar süren bu parlamalardan toplam 14 tane görmüş. Daha önceki hiçbir LFBOT’ta böyle bir şey görülmemiş. Dolayısıyla bilim insanlarının da aklı epey karışmış. Ho bu parlamaların başarısız süpernova fikrini destekleyebileceğini söylüyor. Gökbilimciler Tazmanya Canavarı’nın parlamasının ya nötron yıldızından ya da kara delikten geldiğini düşünüyor. Söz konusu nötron yıldızı ya da kara deliğin merkezinde güçlü jetler varsa patlamaları bununla açıklamak mümkün.
Google’a “NASA”, “astronauts” ve “romance” gibi anahtar kelimeleri girerseniz karşınıza “NASA yöneticisi: Lütfen seks yapmayın, bizler astronotuz“, “Bebek bezi giyen astronot, aşk üçgeninden hapse atıldı” gibi ilginç başlıklarla karşılaşmanız mümkün. Bundan yaklaşık üç hafta önce kadar bültende “Uzayda doğacak çocuklar nasıl olur?”u araştırmayı planlayan bir şirketten bahsetmiştik. Bugün, geçenlerde Mashable’da denk geldiğim bir habere bakacağız. Yukarıdaki başlıklardan da anlayacağınız üzere NASA astronotların birbirleriyle aşk yaşamasına pek sıcak bakmıyor. Bundan yaklaşık 30 yıl önce Mark C. Lee ve Jan David adındaki iki astronot Endeavour ile uzaya uçan dünyanın ilk çifti oldu. NASA bu iki astronotu daha evlenmemişlerken seçmişti. Normalde ajansın kurallarına göre çiftler uzaya gidemiyor ama bu ikilinin yerine geçecek astronotları eğitecek vakit olmadığı için bir seferlik istisna yapılmış. O zamanlar Lee ve Davis’in ilişkisinin görevi nasıl etkilediği bilinmiyor. Bazı haberlerde çiftin birbirine zıt 12 saatlik vardiyalarla çalıştığı, dolayısıyla görüşecekleri zamanın çok sınırlı olduğu belirtiliyor.
Bununla birlikte NASA da uzayda cinsel bir birlikteliğin mürettebat dinamiğini nasıl etkileyebileceğini merak ediyor gibi. Çünkü 2020’de tam da bu konuyu ele alan bir araştırmayı finanse etmiş. “140 milyon mil uzakta ikili ve üçlü gruplar: Uzun süreli uzay uçuşlarında kişilerarası ilişkileri etkileyen faktörler” adındaki çalışmayı Florida Maxima Corporation ve Central Florida Üniversitesi’ndeki psikoloji profesörü Shawn Burke yürütüyor. Çalışmada “Uzaya gönderilen mürettebatta nasıl ilişkiler ortaya çıkar ya da bu ilişkileri daha romantik noktaya neler taşır?” gibi sorular ele alınmış.
Araştırmacılar şimdiye kadar hem NASA’da çalışmaya devam eden hem de eski 20 astronotla görüşmüş. Psikologların dikkatini çeken astronotların ketum NASA’ya kıyasla aşk konusunda konuşmakta çok daha rahat olmasıymış. Psikologlar bu rahatlığın günümüz astronotların deneyimlerinden kaynaklandığını söylüyor: Hem NASA’da hem de diğer ofis ortamlarında meslektaşlarının birbirleriyle sevgili olduğunu, hatta evlendiğini görmeye alışıkken uzay neden farklı bir konu olsun ki? Yazıyı ilginç bulduysanız tamamını buradan okuyabilirsiniz.
Einstein’in görelilik teorisinin temel ilkelerinden biri “eşdeğerlik” ilkesi. Bu ilkeye göre nesneler kütlelerinden bağımsız olarak üzerlerine uygulanan tek güç yerçekimi olduğunda aynı ivmeyle düşer. Fizikçiler bu ilkenin doğruluğunu yıllardır test ediyor. Bunlar arasındaki en hassas testlerden biri California’daki özel bir tesiste çok soğuk rubidyum atomlarının serbest düşüşüydü. Almanya’daki Hannover Leibniz Üniversitesi’nden Naceur Gaaloul ve meslektaşları ise şimdi Uluslararası Uzay İstasyonu’nda ultra soğuk atomlar kullanacakları bir deneye hazırlanıyor. Bunun için de istasyondaki Soğuk Atom Laboratuvarı (CAL) kullanılacak. CAL’da atomlar bir çip içine hapsediliyor ve burada manyetik kuvvet ve lazerlerle çok soğuk hale getiriliyor.
Peki neden çok soğuk atomlar kullanacaklar? Çok düşük sıcaklıklarda atomlar kuantum özellikler göstermeye başlıyor, bu özellikler de atomların ayrık parçalar gibi değil de örtüşen dalgalar gibi davranmasını mümkün kılıyor. Yeni deneyde fizikçiler potasyum ve rubidyum atomlarını kullanacak. Ayrıca iki ayrı interferometre kullanılacak. Nedir bu interferometre diye soracak olursanız çarpışan madde dalgalarının oluşturduğu örüntülere dayanarak ivmeyi ölçebilen cihazlar bunlar. Uzay istasyonu yerçekimi nedeniyle daima ivmeleniyor ve eğer bu interferometreler birbirinden farklı ölçümler kaydederse eşdeğerlik ilkesi boşa çıkar.
Araştırmacılar şimdilik interferometreleri yapmayı başardı, ancak eşdeğerlik ilkesini tam olarak test edebilmeleri için öncelikle bu cihazları optimize etmeleri gerekiyor. Potasyum ve rubidyum atomlarını taşıyan roket ise önümüzdeki aylarda uzay istasyonuna fırlatılacak. Bu deneyin uzay istasyonunda gerçekleştirilmesinin sebebiyse atomlar ne kadar uzun süre serbest düşüşte kalırsa interferometrelerin ölçümünün doğruluğunun o kadar artması. Dünyada serbest düşüş konusunda bazı kısıtlamalar var, bu da deneyin uzayda yapılmasını gerektiriyor. Bu deneylerin uyduda yapılan deneylerden yüzlerce kat, dünyada yapılan deneylerden ise yüz binlerce kat doğru sonuç vermesi bekleniyor.
Dünyanın dörtte üçü sularla kaplı, binlerce yıldır bu sular üzerinde yolculuk yapıyoruz ancak okyanusun derinlikleri hakkında bildiklerimizle anca yolun başında sayılırız. Deniz tabanının yaklaşık sadece dörtte biri yüksek çözünürlükte haritalanmış halde. Bu haritaların çoğu da yaklaşık derinlikleri gösteriyor ve genellikle sualtı dağlarıyla kanyonları gözden kaçırıyor. Anlayacağınız daha keşfedecek çok şey var. Bilim insanları bu keşif için dalış konusunda bizlerden çok daha usta canlılara başvurdu: Deniz filleri ya da başka bir deyişle Weddell fokları.
Bilim insanları Antarktika çevresindeki bu deniz memelilerine taktıkları takip cihazlarıyla yıllardır okyanusun sıcaklığı ve tuzluluk oranı hakkında bilgi topluyor. Araştırmacılar Communications Earth & Environment dergisinde yayınlanan yeni bir çalışma için fokların dalışlarının konum ve derinliğini eldeki deniz haritalarıyla karşılaştırmış. Fokların haritalara göre mümkün olması gerekenden çok daha derine daldığı yerler tespit edilmiş. Bu da deniz sularının derinlikleriyle ilgili mevcut tahminlerimizin bir kısmının yanlış olduğu anlamına geliyor. Ayrıca bu çalışma sayesinde bilim insanları Antarktika’nın doğusundaki Vincennes Körfezi’nin derinlerinde büyük ve gizli sualtı kanyonu olduğunu da öğrenmiş. Bu kanyona hem fokları hem de burayı keşfedilir keşfedilmez araştırmaya başlayan RSV Nuyine gemisini onurlandırmak için Mirounga-Nuyina Kanyonu adını vermeyi düşünüyorlar.
Ne var ki okyanusların tamamının haritasını çıkarmak için tümden foklara güvenemeyiz. Çalışmada kullanılan takip cihazları fokları ancak 1,5 mil derine kadar izleyebiliyor ki 1,5 mile ulaşırken verilerin yüksek çözünürlüğü de giderek düşüyor. Ayrıca foklar daima okyanusun dibine dalacak diye bir kaide yok. Bilim insanları şimdi daha hassas takip cihazları kullanarak, fokların dalış düzenlerini analiz ederek bu canlıların deniz tabanına ulaşıp ulaşmadığını ya da dalış yapmaya devam edip etmediklerini belirleyerek elde ettikleri verileri geliştirebileceklerine inanıyor. Bu veriler Antarktika’daki buzun erime düzeyi hakkında bilgi sahibi olmak açısından önem taşıyor.
Müzisyenler, ressamlar, yazarlar gibi yaratıcı tipler genelde ruhsal problemler yaşamaya daha meyilli bir grup olarak görülür. Bu üç meslek grubundan da acılarından çıkardıkları eserler tüm dünyada beğeniyle karşılanan pek çok isim sayabiliriz. Yeni bir araştırma ise bu yaratıcı gruplar arasında yer alan bir meslek grubunun ruhsal olarak dengede kalmanın püf noktasını çözmüş olabileceğini ortaya koyuyor. Onlar kimler mi? Sihirbazlar. Aberstwyth Üniversitesi’nin psikoloji bölümü dünyanın dört bir yanındaki 200 sihirbazın ruh sağlığını anlayabilmek için birtakım testler yapmış ve elde ettikleri sonuçları diğer yaratıcı meslek gruplarıyla ve genel nüfusla kıyaslamışlar. Sonuç: Sihirbazların ruh hastalığına sahip olma ihtimali diğer yaratıcı gruplara ve sıradan halka göre çok daha düşük.
Biraz ironik gelecek, yaptıkları iş göz yanılsamasıyla ilgili olmasına rağmen sihirbazların halüsinasyon ya da bilişsel bozukluk gibi olağandışı deneyimler yaşama olasılığı da daha düşükmüş. Ayrıca sihirbazlar antisosyal davranış bozukluğu ve düşük oto-kontrolle ilişkilendirilen bir özellik olan “dürtü kontrol bozukluğu”nda da düşük puan almış. Bilim insanlarına göre bu özellik gelenekselliğe meydan okuyan yazar, şair ve komedyenlerde görülen kritik bir özellik. Sihirbazlık her ne kadar yenilikçi ve sınırları zorlayabilen bir meslek grubu olsa da araştırmayı yöneten Gil Greengross’a göre çoğu yenilik peşinde koşmak yerine bilindik numaraları ya da benzerlerini yapmaya devam ediyor. Greengross ayrıca ilk defa yaratıcı grup içinde yer alan bir meslek grubunun ruhsal bozukluklar konusunda genel nüfus ortalamasının altında puanlar aldığını söylüyor.
Araştırmaya katılan New Yorklu sihirbaz Sara Crasson The Guardian’a “Bir araya geldiğimizde sıkça yaptığımız şeylerden biri kendi hayat hikayelerimizi anlatmak oluyor: Bu sanatı icra etmeye nasıl başladık? Özellikle erkek sihirbazlar sekiz ila 14 yaşları arasında sosyal sorunlarının üstesinden gelmek için sihirbazlığa başlıyor. Kendilerine zorbalık yapan çocuk belki bir iki havalı numara görürse onları dövmez diye bu işe başlıyorlar” diyor. Sihirbazlığın “olumlu sosyal statü ve ilgi” elde etmenin yollarından biri olduğunu söyleyen Sara sözlerini şöyle tamamlıyor: “Genellikle sosyal beceri eksikliğinin üzerinden gelinmesini sağlayan bir meslek. İnsana özgüven veriyor ve gelişiminize katkı sağlayabiliyor. Sorunların üstesinden gelmenize de yardımcı olabiliyor.”
Robotlar bizim kadar akıcı bir şekilde hareket edemiyor. Evet bizden daha hızlı koşabilir, daha yükseğe zıplayabilir ya da daha iyi dans edebilirler ancak tüm bu hareketlerin mekanik olduğu gerçeği değişmiyor. Bunun nedeni bizde olan ancak onlarda olmayan kemik ve dokularda yatıyor. Robotların karbon fiber ve metal boru gibi malzemelerden yapılmış yapay bağlantıları ve eklemleri var. Bu yapısı sayesinde nesneleri yakalayıp ayakta durabiliyorlar. Ancak sert malzemelerden yapıldıkları için tüm o esneklik, çeviklik ve yumuşaklık ortadan kayboluyor. Gerçi bu artık değişiyor olabilir.
Zürih’teki İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü (ETH) ve ABD merkezli Inkbit girişiminden bir grup araştırmacı, insan benzeri kemik, bağ ve tendonlardan oluşan dünyanın ilk robotik elini 3D olarak basmanın bir yolunu buldu! Bu yol, görüntü kontrollü püskürtme (VCJ) denen yepyeni bir 3D inkjet yöntemi. Şu anda 3D baskılı robotlar hızla sertleşen poliakrilat kullanılarak yapılıyor. Bu polimerler dayanıklı olsalar da çok elastik olmadıkları için şekilleri sınırlı kalıyor. Ayrıca basılan malzeme hızla katılaştığı için bilim insanları örnek üzerinde değişiklik yapacak zaman bulamıyor. Bu sebeple her parçanın ayrı ayrı üretilmesi sonrasında birbirine monte edilip denenmesi gerekiyor. Bu da takdir edersiniz ki çok zaman alıcı ve sıkıcı bir süreç.
İşte bu sebeple VCJ yöntemi fark yaratıyor, çünkü bu yöntemde yumuşak ve yavaş sertleşen tiyolen polimer kullanılıyor. VCJ sisteminde ayrıca katmanlar yerleşirken yüzey düzensizliklerini görsel olarak inceleyen 3D lazer tarayıcı da kullanılıyor. Böylelikle baskı süreci temasa gerek duyulmayan bir süreç haline geliyor, polimerlerin olabildiğince geniş bir yelpazede biriktirilmesine olanak tanıyor. Taramadan sonra herhangi bir aksilik varsa bile bunun bir sonraki katman tarafından telafi edilecek şekilde düzenlenmesi sağlanıyor. Araştırmacılar bu şekilde robotun tüm yapısını tek seferde basabiliyor. Yeni tasarlanan robotik el de tek seferde basılmış, herhangi bir montaja gerek kalmamış.
Yeni el dokunma petleri ve basınç sensörleriyle donatılmış, bilek ve parmakları hareket ettirmesini sağlayacak tendona benzer yapıya sahip. Araştırmacılar elin dokunma hissine sahip olduğunu, bir şeyleri kavrayabildiğini söylüyor. Elin yanı sıra robotik kalp, altı bacaklı yürüyen robot da basıldı. Araştırmacılar yeni teknikle bastıkları tüm bu yapıların esneklik açısından alışılagelmiş robotlardan daha iyi performans sergilediğini söylüyor.
Apple, ürünlerinin başka cihazlarla uyumlu çalışmasına izin vermemesi bakımından diğer şirketlerden ayrılıyor. Bunun bir örneği, iPhone kullanıcılarının mesajlaştıkları kişinin Android telefon kullandığını yeşil mesaj baloncuğundan anlayabilmesi. Yeşil baloncuk yine o kadar kötü bir şey değil, ancak Apple’ın yıllardır RCS denen zengin iletişim hizmeti standardını uygulamaması sorun yaratıyordu. RCS sayesinde telefon kullanıcıları birbirlerine yüksek kaliteli fotoğraf ve video gönderebiliyor, wifi ve mobil veri üzerinden sohbet edebiliyor ya da gönderdikleri mesajların karşıdaki kişi tarafından okunup okunmadığını öğrenebiliyor. Ne var ki iPhone bu standardı kabul etmediği için Android ve iPhonelar arasında fotoğraf ve video alışverişinde gönderilen görüntünün kalitesi düşüyor. iPhone ve Android cihazlar arasındaki mesajlar iPhonelar arasında iMessages’da ya da WhatsApp üzerinden gönderilen mesajlarda olduğu gibi şifrelenmiyor, bu da dışarıdan bir gözün mesajları istediği zaman görebileceği savunmasız bir alan yaratıyor.
Apple’a yıllardır bu konuda Google’ın çatı şirketi Alphabet tarafından baskı uygulanıyor. Sadece Alphabet de değil, iPhone kullanıcıları da bu durumdan şikayetçi. Annesi Android telefon kullanan bir muhabir geçen yıl Apple CEO’su Tim Cook’a şirketin Android-iPhone mesajlaşmalarında kaliteyi yükseltme gibi bir planlarının olup olmadığını sormuş ve karşılığında muhabirin muhtemelen aklına hiç gelmeyen çok akıllıca bir tavsiye almış: “Annene iPhone al.” Cook’a göre iPhone kullanıcıları RCS standardının uygulanıp uygulanmamasını çok önemsemiyormuş. Ancak bu bir yıllık süreçte bir şeyler değişmiş olacak ki sonunda Apple RCS standardını uygulamaya hazırlanıyor.
9to5Mac’in bildirdiğine göre Apple gelecek yılın ilerleyen zamanlarda RCS standardını uygulamaya başlayacak. Şirket yetkilileri, “RCS’in SMS ya da MMS’e kıyasla daha iyi bir ortak çalışma deneyimi sunacağına inanıyoruz” demiş. Apple’ın bu duyurusuna muhtemelen en çok sevinen de Google. Şirket bu kararı desteklediğini “Apple’ın RCS’yi uygulamak için ilk adımı attığını görmekten mutluluk duyuyoruz” diyerek gösterdi ve Apple ile bu konuda işbirliği yapma sözü verdi.
ABD’de eylül ayında son 20 yılın en büyük antitröst davası başlamıştı. Bu davada yargılanan ise Google çünkü Apple da dahil olmak üzere pek çok teknoloji şirketiyle cihazlarının varsayılan arama motoru olmak için anlaşma yapmış. Bu anlaşmaya toplamda 26 milyar dolar harcayan şirket, sadece Apple’a 18 milyar dolar vermiş. ABD Adalet Bakanlığı’na bağlı savcılar Google’ın bu anlaşmayla rekabet yasasını ihlal ettiğini söylüyor, Google ise kullanıcıların başka bir arama motorunu varsayılan seçmesinin daima mümkün olduğunu söyleyerek bunun rekabete aykırı bir durum olmadığını savunuyor. Aylardır tanıklar dinleniyor, bunlar arasında Google CEO’su Sundar Pichai ve arama motoru seçimlerine kullanıcıların karar vermesinin “sahte” bir kavram olduğunu savunan Microsoft CEO’su Satya Nadella gibi isimler de var. Şimdi delillerin incelendiği sürecin sonuna yaklaşırken davanın yargıcı Amit Mehta bir itirafta bulundu ve ne yönde karar vereceği konusunda “hiçbir fikri olmadığını” söyledi. Nihai karar Google aleyhine olursa uygun çözümün ne olabileceği konusunda ikinci bir duruşma yapılacak. Bu çözüm Google’ın kullanıcılar için “seçim ekranı” şeklinde uygulama başlatması gibi nispeten basit değişiklikler olabilir. Google için daha kötüsü belli başlı uygulamalarını durdurmaya zorlanmak olacaktır. Nihai kararın mayısa kadar verileceği düşünülmüyor, yani Mehta’nın önünde düşünmek için uzun bir süre var.