10Haber, 10 sinema yazarına sordu: Yılın en iyi filmleri hangileri? Eleştirmenlere göre, bu yıl vizyona giren filmler arasında 'Kuru Otlar Üstüne' en iyi Türk filmi. En iyi yabancı film ise 'The Bansheess of Inisherin'
2023 sinema açısından bereketli bir yıl oldu. Yerli ve yabancı toplam 364 film vizyona girdi. 10Haber olarak 10 sinema yazarına, 2023’te Türkiye’de vizyona giren en iyi Türk ve yabancı filmlerini sorduk. 10Haber sinema jürisine göre yabancı filmler içinde 3 Şubat 2023’te vizyona giren Martin McDonagh’ın yönettiği ‘The Banshees of Inisherin’ yılın en iyisi. Türk filmleri arasındaysa Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan 29 Eylül 2023’te vizyona giren ‘Kuru Otlar Üstüne’ ipi göğüsledi.
Nuri Bilge Ceylan’ın, Ebru Ceylan ve Akın Aksu’yla senaryosunu yazdığı son film merkezine Doğu’da bir köyde öğretmenlik yapan Samet’i (Deniz Celiloğlu) alıyor. Karlı bir kış günü 15 tatil sonrası öğretmenin köye dönmesiyle başlıyor film. Sonra onun ev arkadaşı başka bir öğretmen Kenan (Musab Ekici) ile tanışıyoruz. Samet bulunduğu köyü hiç sevememiş, sürekli İstanbul’a gitmenin hayalini kuran ve yaşadığı coğrafyayı da biraz küçümseyen bir karakter. Kenan ise o coğrafyanın insanı. Lakin filmin ilerleyen dakikalarında tanıştığımız Ankara Tren Garı terör saldırısında bir ayağını kaybetmiş Nuray (Merve Dizdar), Ceylan’ın diğer filmlerinden aşina olmadığımız kadar politik bir kişilik. Bu üçlü ve onların çevresini saran ilişkiler etrafında Ceylan memleket insanının düşünsel ve ruhsal anatomisini çıkarıyor. Tabii en başta da erkeklerin. Kötücüllüğün izlerini sürüp, gündelik ilişkilere sirayet eden benciliği, gerçekle ilişkimizi, tartıştıra tartıştıra dört dörtlük anlatıyor.
‘Sonbahar’, ‘Gelecek Uzun Sürer’, ‘Rüzgarın Hatıraları’ filmlerinde toplumsal acıların, kolektif hafızamızdaki izlerini süren Özcan Alper ‘Karanlık Gece’de bu coğrafyanın en büyük karanlıklarından birine filmiyle fener tutuyor. Sürekli kendini üretmeyi başaran ve hep gölgelerde kalan organize kötülüğün ya da Rakel Dink dediği gibi “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığın” içinden bir hikaye anlatıyor. Ali bu kötülüğün kurbanı, İshak ise faillerinden biri. Ama filmden anlıyoruz ki o kötülüğün pençesine bir kere düşmeye gör, kötülüğün esiri oluyor insan. O karanlıktan çıkmak isteğiniz zaman bile bu pek mümkün olmuyor.
Alper de senaryosunu yazar Murat Uyurkulak ile birlikte yazdığı filminde bu kötülüğün ortaya çıkış nedenlerini, kendini var edişini ve nasıl sürekli kendini üretebildiğini gerçekçi ve acı bir hikayeyle karşımıza getiriyor. Kasabada yaşayan birkaç genç, kasaba dünyasının iki yüzlü ahlakına teslim olup, sistemin öğretilmiş bilgileriyle, tüm farklılıkları, şiddeti kullanarak bastırmaya çalışıyor. Ki verili düzenin öğretileri de takdir edersiniz ki makro iktidarın söylemleriyle şekilleniyor.
Anadolu’nun orta yerinde genç bir kadının çevresini saran erkek tahakkümünden kurtulma çabası diye okunabilir Zeki Demirkubuz’un ‘Hayat’ filmi. Baba evi de sevgili yanı da koca evi de aynı türden bir çıkışsızlık onun için. İtaat et! Etmiyor Hicran. Yara alsa da doğası gereği etmiyor. Baba evine döndükten sonra babasının direncinin kırılacağını umut etse de yine itaat etmiyor. Annesinin hayatından itaat etmenin sonuçlarını görüyor. Lakin öfkeli bir isyan değil onunkisi. Kabulleniyor başına gelenleri ama içselleştirmiyor. Komşularının dul bir adamla evlenip yeni bir hayata başlama önerisine evet dese de, o evlilik de çare olmuyor. Nihayetinde medeni olarak gösterilen o erkek de bir tahakküm kurma eğiliminde.
Bir üçüncü sayfa hikayesi ya da Yeşilçam melodramlarından tanıdık bir öykü, Zeki Demirkubuz’un elinde dingin ama bir o kadar da yakıcı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Akrebin kendini öldürmesi gibi öğrenilmiş erkek tahakkümünün erkekleri nasıl iğdiş ettiğini görüyoruz. Sevse bile erkek bu iğdiş edilmiş haliyle karşısındakiyle eşitlikçi bir ilişki içine giremiyor. Yani gömlek baştan yanlış iliklenmiş. İşte Hicran bu düğmeleri tek tek açıyor. Çevresindeki her erkeği kendi çıkışsızlığı ile yüzleştiriyor.
‘Atatürk 1881-1919 (1. Film)’ Mustafa Kemal’in karakterini oluşturan süreçleri, onun anne ve babası dahil yakın çevresiyle ilişkisini anlatırken nasıl tarih sahnesine çıktığına odaklanıyor. Genel olarak Çanakkale’de tarih sahnesine çıktığı anlatılır. Son yıllarda onun Trablusgarp’taki başarılarıyla dikkat çektiğini söyleyenler de var. Ama film ya da dizi, 31 Mart Vakası’nın bastırılması için kurulan Hareket Ordusu mimarı olarak gösteriyor ve Mustafa Kemal’in tarih sahnesine çıkışını daha da öne çekiyor. Filmin tarihsel olarak bu iddiası önemli… Sonrasında Trablusgarp günleri. Enver Paşa ile çatışmanın daha da gün yüzüne çıkması, bu çatışma nedeniyle Çanakkale Savaşları’nda yedek kuvvet olan bir tümen komutanı olarak atanması anlatılıyor.
Dolayısıyla film, Mustafa’nın Mustafa Kemal’e evrilmesinin hikayesi olarak okunabilir. Şimdiye kadarki filmler düşünüldüğünde sivil bakışa uygun olarak daha kişisel bir portresi çıkıyor ortaya. Yönetmen Mehmet Ada Öztekin’in başarısı sivil bakıştan gelen cesaretle Mustafa Kemal’i bir sinema kişisi haline getirmesi. Kurmaca bir filmde, Atatürk’e atfedilen ‘dokunulmaz kişilik’ personasını yıkıyor ve daha kişisel bir persona yaratabiliyor. Tabii ki askeri ve mücadeleci kişiliğini anlatılıyor film ama muziplik yapan, hüzünlenen, sinirlenen, ihtiraslarını gizlemeyen, annesiyle Rumeli şivesiyle konuşan, kardeşi Makbule ile şakalaşan, kedileri ve köpekleri seven, bir kadınla flörtleleşen bir adam var karşımızda. Yani daha insani boyutlarıyla işleniyor Mustafa’nın Mustafa Kemal’e dönüşümü… Bu da hem günümüz konjonktürüne, hem de sivil bakışlı Atatürk filmi beklentisine uygun bir yaklaşım.
Bu yıla damgasını vuran Merve Dizdar’ın başrolde oynadığı ‘Kar ve Ayı’, hemşire olarak tayin edildiği kasabada kar yolları kapattığı için sıkışıp kalan ve kasaba hayatı ve ahlakıyla sert bir yüzleşme yaşamak zorunda kalan Aslı’nın hikayesini anlatıyor. Taşra dünyasına genel olarak erkeklerin gözünden bakmayı seven son dönem Türk sinemasında, yıllar sonra kadın karakterin bakışıyla bu dünyayı göstermek yeni bir eğilim.
Reha Erdem’in asistanlarından Selcen Ergun’un yönettiği film, dünya prömiyerini geçen yıl Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yapmıştı. Selcen Ergun’a 66. San Francisco Uluslararası Film Festivali’nde Yeni Yönetmenler Ödülü’nü kazandıran film Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülü almış, filmdeki performansı ile Merve Dizdar da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne değer görülmüştü
‘Kasap Havası’ filmiyle gönlümüzü fetheden yönetmen Çiğdem Sezgin’in pandemi sırasında çektiği ‘Suna’, geçimini hasta bakıcılığı ve temizlikçilik yapan 50’li yaşlarındaki Suna’nın erkek egemen dünyada varoluş hikayesini anlatıyor.
Yıllar önce evini kaptan Suna, kimi zaman akrabalarında kimi zamansa arkadaşlarının yanında kalır. İmam nikahıyla Veysel ile evlendirilen Suna, İstanbul’dan ayrılarak Veysel’le ıssız bir köyde yaşamaya başlar. Kocasının her ihtiyacını karşılayan Suna, onunla aynı yatağı paylaşmayı istemez. Bir kadını dört duvar arasında erkek egemen dünyadaki hapislik hayatı da böylece başlar. Nurcan Eren, Tarık Papuççuoğlu’nun başrolde oynadığı film trafik kazasında kaybettiğimiz sinema yazarı meslektaşımız Cüneyt Cebenoyan’a ithaf edilmişti.
Melisa Önel’in yönettiği geçtiğimiz haftalarda vizyona giren ‘Aniden’de Defne Kayalar, Öner Erkan, Şerif Erol, Ayşenil Şamlıoğlu, Dilan Çiçek Deniz rol alıyor. Yönetmenin ilk filmi ‘Kumun Tadı’nda olduğu gibi Önel’in Feride Çiçekoğlu ile birlikte yazdığı film koku alma duyusunu kaybeden Reyhan’ın hayatla yeni bağlar kurmak için çıktığı yolculuğu anlatıyor.
Reyhan uzun yıllar Hamburg’da yaşadıktan sonra kocasıyla kısa bir süreliğine İstanbul’a döner. Hamburg’a geri dönüşlerinin arifesinde Reyhan koku alamadığını fark eder, doktor tetkikleri ciddi bir sağlık sorunu olabileceğini işaret ettiğinde ise Reyhan bunu kabullenmek yerine şehirdeki geçmişinin peşine düşer. Dünya prömiyerini Tokyo Film Festivali’nde yapan Türkiye’deki ilk gösterimini 34. Ankara Film Festivali’nde gerçekleştiren film Ankara’da Defne Kayalar’a En İyi Kadın Oyuncu, Öner Erkan’a En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini kazandırmıştı.
Genç yönetmen Ziya Demirel’in yönettiği Ece Yüksel, Serkan Keskin, Denizhan Akbaba’nın oynadığı, geçen yıl festivallerde bol bol ödüllerle takdir edilen ‘Ela ile Hilmi ve Ali’, yaşları ve dünyaları farklı üç insanın hikayesini anlatıyor. Yılların matematik hocası Hilmi, kendinden yaşça küçük eşi Ela’yı üniversite sınavına hazırlarken, apartman görevlisinin ikidir sınıfta kalan 15 yaşındaki oğlu Ali’ye de matematik çalıştırır.
İdil Akkuş, Ekin İlkbağ yönettiği belgesel senkronize yüzme sporunda düet partneri olan iki arkadaşın yetersiz koşullar ve pandemi gibi engellere rağmen olimpiyat hayallerini gerçekleştirme çabasını anlatıyor.
Mısra ve Defne, senkronize yüzme sporu sayesinde tanışmış iki yakın arkadaş ve düet partneridir. 2016 Rio Olimpiyat Elemeleri’nde yarışma şansını kaçırdıktan sonra 2020 Olimpiyatları için çalışmaya başlarlar. Hayallerinin peşinden gittikleri sırada, spor için yetersiz koşullar ve pandemi gibi birçok sorunla yüzleşmek zorunda kalırlar. Kadınlar için baskıcı bir toplumda ortak hayalleri için çalışırken, karakterleri birbirinden tamamen farklı bu iki arkadaşın mücadelesi, onları zor bir kararla karşı karşıya bırakır.
Bir genç kadın, yönetmen Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuğa çıkarsa tüm sıkıntılarının çözüleceğine inanır. Yolculuk terk edilmiş kasabalarda, harabelerde ve kimsenin kalmadığı otellerde sürerken kadın ile Kavur arasında hayali bir diyalog başlar. Sahipsiz mektuplar, yıllar geçse de değişmeyen ortak saplantılar, hatırlanmayan rüyalar ve kayıp bir film onlara aradıkları cevapları bulmalarında yol gösterecektir.
Fırat Özeler’in çektiği belgesel ilk kez İstanbul Film Festivali’nde gösterildi. Türk sinemasının en özgün yönetmenlerinden biri olarak çektiği filmlerle sinema tarihimizde özel bir yere sahip olan Ömer Kavur’un kendine dert ettiği meselelere onun sineması üzerinden bir yolculuk…
İrlanda İç Savaşı’nın sonlarına yaklaşılan 1923 yılında, Inisherin adasında yaşayan müzisyen Colm Doherty, eski arkadaşı Pádraic Súilleabháin’ı birdenbire görmezden gelmeye başlar. Hayatının geri kalanını müzik besteleyerek ve hatırlanacak şeyler yaparak geçirmek isteyen Colm, adalılar tarafından sevilen, iyi niyetli Pádraic’i artık sıkıcı bulmaktadır. Pádraic’in hayatı, en iyi arkadaşını kaybetmesiyle istikrarsız hale gelir; Pádraic reddedilmekten giderek daha fazla rahatsız olurken, Colm eski arkadaşının onunla konuşma girişimlerine karşı daha dirençli hale gelir. Colm sonunda Pádraic’e bir ültimatom verir: Ne zaman onu rahatsız etse veya onunla konuşmaya çalışsa, sol elinin parmaklarından birini kesecektir.
İrlandalı yönetmen Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği Colin Farrell ve Brendan Gleeson’un başrolde oynadığı film, yılın ilk yarısında vizyona girmiş olsa da izleyenlerin üzerinde etkisini uzun süre muhafaza edebilecek sakin ama bir o kadar da hayatın içinden bir filmdi. 10Haber sinema jürisinden pek çok eleştirmenin listesinin ilk sıralarında yer aldı.
Cannes Film Festivali’nde bu yıl Altın Palmiye alan ‘Bir Düşüşün Anatomisi’, “Birinin özel hayatı başkasının cehennemidir” fikrinden yola çıkan, “Hitchcockvari mahkeme filmi” olarak değerlendiriliyor. Justine Triet’nin yönettiği ve kimi festivallerde seyirci ödülü de alan filmin odağında Fransız Alpleri’nde bir kulübede kocası Samuel ve görme engelli oğluyla izole bir yaşam süren Alman yazar Sandra var. Samuel yüksekten düşerek ölür fakat soruşturma sonucunda ölüm nedeninin intihar mı kaza mı olduğu kesinleşmez ve Sandra cinayet suçlamasıyla tutuklanır. Samuel’in ölümünün sorgulandığı mahkeme süreci, çiftin çalkantılı ilişkilerinin de derinine inen rahatsız edici ve tatsız bir psikolojik yolculuğa dönüşür.
Günümüz Alman sinemasının en gözde sinemacılarından olan, ‘Barbara’, ‘Transit’ ve ‘Undine’nin yönetmeni Christian Petzold’un son filmi, dünya prömiyerini büyük ödüle layık görüldüğü 2023 Berlin Film Festivali’nin ana yarışmasında yapmıştı. Yönetmenin doğal elementleri konu alan üçlemesinin ikinci filmi olan ‘Kızıl Gökyüzü’, Baltık Denizi kıyısında, bir yanı orman, küçük bir tatil evinde geçiyor.
Roman yazmak isteyen Leon hikayenin odağında. Bu konuda pek yetenekli değil. Ama kendini beğenmişliği bunu görmesine engel oluyor. Kendini beğenmiş olmanın ötesinde kendini dünyanın merkezine koymuş bir arkadaş Leon. Öyle ki o sırada tatil evine kadar ulaşan yangın bile umurunda değil. O yazmaya çalıştığı romanın peşinde. Petzold’dan çağ hastalığı kendini beğenme üzerine mükemmel bir portre çalışması…
Tarihin bile görmezden geldiği cinayetler… Lakin o cinayetler ABD’de FBI’ın kurulmasına vesile oluyor. Usta yönetmen Martin Scorsese, David Grann’ın ‘Dolunay Katilleri: Osage Cinayetleri ve FBI’ın Doğuşu’ kitabından (bizde İthaki Yayınları’ndan çıktı) uyarladığı filmde Kızılderililerin petrol çıkan topraklarına beyaz adamın cinayet işleyerek el koymasını anlatıyor.
1920’lerde geçen filmin odağında Oklahoma’daki topraklarında petrol bulunan Kızılderili Osage halkı var. 1. Dünya Savaşı sonrası… Petrol nedeniyle zenginleşen Osage halkı, şehir yaşamına adapte olmuş. Savaştan dönen Ernest Burkhart (Leonardo DiCaprio) Kızılderili Mollie’ye (Lily Gladstone) aşık olur ve dayısı William Hale’in de (Robert De Niro) oluruyla onunla evlenir. Kendisine kral denilmesini isteyen ufak tefek ve görünürde Kızılderililerle dost bir adamdır William Hale. Lakin birtakım karanlık ilişkilerin de tam ortasında yer alır. Toprak sahibi Kızılderililer cinayete kurban gitmeye başlar. Mollie’nin annesi ve kız kardeşi de öldürülenler arasındadır.
Gölgede kalmayı seven yaratıcı insanlar gibiydi ‘Başka Bir Hayatta’! Fazla göz önüne çıkmadı. Ama yıl sonu gelip en iyiler listesi yapılmaya başlanınca üst sıralarda yer aldı. Hatta IndiWire’ın listesinde en iyi film seçildi. 10Haber sinema jürisinin listesindeyse beşinci sırada. Dünya prömiyerini Sundance Film Festivali’nden yapan Celine Song’un yazıp yönettiği filmde, yıllar sonra buluşan iki çocukluk arkadaşı Nora ve Hai Sung’un hikayesi anlatılıyor.
Nora’nın ailesinin Kore’den Kanada’ya göç etme kararıyla yolları ayrılan iki arkadaşın yolları 20 yıl sonra New York’ta kesişiyor. Artık birer yetişkin olan iki arkadaş bir haftalık zaman diliminde aşkları ve geçmişleriyle yüzleşiyorlar. Herkesin kendisiyle aşırı ilgili olduğu zamanların tam ortasında insanın insana nasıl ihtiyacı olduğunu anlatan sıcacık bir film…
Robert Bresson’un efsane filmlerinden ‘Rastgele Baltazar’da 1960’ların dünyasında bir eşeğin gözünden insanlığın durumu resmedilir. İnsanın aç gözlülüğünü, acımasızlığını, hem kendi türüne hem de başka türlere olan hoyratlığını Baltazar adlı eşeğin gözünden izleriz. Baltazar adeta vicdan olur insanlığın vicdansızlığını bize gösterir.
Bresson’un bu filmi sinema tarihine yöne veren birçok yönetmenin en sevdiği filmlerden biridir.
Polonyalı usta yönetmen Jerzy Skolimowski, yedi yıl sonra sinemaya dönüş yaptığı ‘Aİ’de tamamen bu filmden esinleniyor. (Bu esinlenmenin sebebi yönetmeni ağlatan tek filmin ‘Rastgele Baltazar’ olmasıymış.) O da Bresson gibi bir eşeğe başrolü veriyor ve Bresson gibi insanlığın durumuna bakıyor. Tabii Skolimowski’nin eşeğinin gördüğü dünya milenyum zamanları. Ama anlıyoruz ki insanlık pek de değişmemiş. Hatta 1960’ların dünyasından bile daha acımasız, hoyrat ve bencil hale gelmiş. Polonya’nın Oscar adayı olan film, bir saygı duruşu niteliğinde olmanın ötesinde çağdaş sinematografik bir ağıt. Üstelik insanlığın durumuna yakılan bir ağıt hem de…
İnanç, ölüm, doğa, aile, zaman, ahlâk kavramlarını ele alan film, bir kilise inşa etmek amacıyla 19. yüzyılda İzlanda’ya gelen Danimarkalı bir rahibin doğayla ve ada halkıyla karşı karşıya geldikçe asıl niyetinden, kendi ahlâki ve insani ideallerinden uzaklaşmasını anlatıyor.
Görsel atmosferi, kurgusu ve tarzıyla geçen yıl Cannes’da prömiyer yaptığında takdir toplayan ‘Tanrının Unuttuğu Yer’, ‘Kış Kardeşleri / Vinterbrødre’, ‘Bembeyaz Bir Gün / Hvítur, Hvítur Dagur’ filmleriyle tanınan yönetmen Hlynur Pálmason’un imzasını taşıyor. Yönetmen “Ölümde yaşamın ta kendisini görebiliyorsun. Bizi bir arada tutan şeyin aslında ölüm olabileceğini öğrendiğimde çok şaşırdım. Filmin özünde bu yatıyor, yüreği bu” diyor.
42. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen filmlerden biriydi ‘Saint Omer’. Fransa’nın Oscar adayı olan film, yönetmen Alice Diop imzasını taşıyor. Genç romancı Rama, 15 aylık kızını bir plajda yükselen gelgite bırakarak öldürmekle suçlanan genç ve siyah kadın Laurence Coly’nin duruşmasını izlemektedir. Yargılama sürerken, sanığın söyledikleriyle tanıkların ifadeleri Rama’nın inançlarını sarsar, kendi değer yargılarını sorgulamasına neden olur.
Kendi deyimiyle “adalet ritüellerini belgelemeyi takıntı hâline getiren” yönetmen Alice Diop, ‘Saint Omer’de gerçek olaylara dayanarak gerçek duruşma tutanaklarını yeniden canlandırıyor. Venedik’te Jüri Büyük Ödülü, Geleceğin Aslanı Ödülü’nü alan film, geçen yıl yılın en iyi Fransız filmi seçilmişti.
Colm Bairéad’in yönettiği, Carrie Crowley, Andrew Bennett, Catherine Clinch’in oynadığı film kalabalık aile ortamından koparılıp akrabaları olan yaşlı çifte verilen bir kız ve onun, yeni ortamında aradığı ilgi, sevgi ve şefkati bulmasının hikayesi. Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film dalının beş adayından biri olan İrlanda yapımı ‘Sessiz Kız’ gücünü sadeliğinden ve başrolündeki minik oyuncu Catherine Clinch’in olağanüstü performansından alıyor.
2023’ün 11 Eylül’ü Şili’deki darbenin 50. yıldönümüydü. Bu vesile ile yeniden gündeme geldi. Ne olmuştu derseniz, demokratik bir seçimle iktidara gelen Salvador Allende hükümeti 1973’te, ABD destekli bir darbeyle iktidardan düşürülmüş yerine geçen General Augusto Pinochet yönetimi de Şili’nin üzerinden buldozer gibi geçmişti.
Yönetmen Manuela Martelli işte bu darbeden üç yıl sonrasına götürüyor bizi ve imtiyazlı ve muhafazakar bir aileden gelen orta yaşlı bir kadın Carmen’in hikayesini anlatıyor. Carmen, sahildeki evinin tadilatını denetlemek için yola çıkıyor. Orada yaşanan bir olay onu rahatsız ediyor ama hayatını hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor. Ama aslında içindeki vazo çatlıyor. İşte o çatlak onu rejimin düşman bellediği birine yardım ettiriyor. Tabii vay sen misin yardım eden.