Haftanın grafik romanı: Bir uzun hayat yürüyüşü…
Fanny Briant, Emmanuelle Delacomptée ve Christian Regouby imzalı 'Büyük Şefler' genç bir gazeteci adayının gözünden Fransa'nın büyük şeflerinin öyküsünü anlatıyor. Kütüphanenizde bulundurmaya değer 'lezzetli' bir grafik roman olarak var karşımızda.
Guillaume muhabir olmak, eylemleri, savaşları haber yapmak, haksızlıkları dile getirmek, halktan gizlenenleri ortaya koymak istemektedir. Bu mantıkla eski bir ‘yemek eleştirmeni’ olan büyükbabası onun gözünde çok da meşakkatli bir iş yapmadan ömrünü geçirmiştir. Ne de olsa bir yemeğe ‘Lezzetli olmuş’ ya da ‘Lezzetli olmamış’ demek o kadar da zor bir şey değildir.
Büyükbabası bedavadan restoranlara gitmiş, sonra pek de zor olmayan yazılar yazmış ve ‘gel keyfim gel’ yaşamış biridir onun gözünde. Bütün bu düşündüklerine yaşlı adama söyler. Büyükbaba ise endüstriyel (fast-food) yeme biçimlerine karşı, geleneksel yapıda biridir, torununa şöyle cevap verir: “Gerçek bir meslekle uğraşmamış olabilirim ama en azından gerçek yiyecekler yiyorum.”
Bu iki ayrı kuşak temsilcisi arasındaki görüş ve yaklaşım farkları çok geçmeden büyükbabanın bir teklifiyle değişik bir rotaya kayar. Guillaume dedesinin yazdığı dergi için ünlü şeflerle görüşecek, onların öykülerini, menülerini, kendine özgü bakışlarını kaleme alacak ve bu yolla yaptığı stajla da mesleğe adımına atacaktır. Önce Alain Ducasse’ın kapısını çalar, sonrasında da Alain Dutournier, Michel Guérard, Anne-Sophie Pic, Laurent Petit, Gilles Goujon, Arnaud Donckele ve Guy Savoy’un…
Büyükbabasının referansıyla gittiği bu zirve isimler ona büyük bir nezaketle hem bir anlamda repertuarından nadide eserleri sunarlar, hem de yemek kültürü üzerine kişisel deneyimlerini yansıtır, meseleyi nasıl ele aldıklarını ve baktıklarını paylaşırlar… Bütün bu süreç genç gazeteci adayı için unutulmaz bir deneyimdir ve hiç ummadığı, uzak durduğu sularda yüzerken bambaşka bir dünyanın içinde dolaşmış, bilgi ve görgü kazanmıştır…
Desen Yayınları, meraklılarının çok iyi hatırlayacağı üzere geçen yıl çıkardığı Benoît Peeters imzalı ‘Bir Şef Gibi’den (‘Comme un chef’) sonra grafik roman okurunu bir kez daha mutfağın o kendine özgü enfes kokuları arasına ve baş döndürücü yemeklere davet ediyor. Ya da şöyle ifade edeyim; girişte konusunu özetlediğim ‘Büyük Şefler’ (‘Sacrés Chef!’) vasıtasıyla büyük ve mükellef bir masanın etrafında buluşturuluyoruz adeta. Fransız mutfağının sekiz saygın şefinin dünyalarında, özgün tariflerinde, öne çıkan yemeklerinde yaptığımız bu yolculuk dolayısıyla hem onları ve değişik lezzetlerini tanıyoruz hem de yemek kültürü üzerine son derece keyifli bir görsel bir tura çıkıyoruz.
‘Büyük Şefler’ üç kişinin; Fanny Briant (çizimler ona ait), Emmanuelle Delacomptée ve Christian Regouby’nin emeğinin ifadesi. Kitap okurunu Guillaume’un bir anlamda zoraki olarak çıktığı yolculuğun tanığına dönüştürürken gastronomi dünyasının koridorlarına çekiyor ve uğradığı duraklar itibariyle organik tarımın, ekolojik sistemin önemine de vurgu yapıyor.
Belki bu çalışmanın şu özellikleriyle tartışılabilir bir yanı var; genç gazeteci adayının söyleşiye gittiği tüm şefler hazır gıdaya ve endüstriyel yapıya karşı çıktıklarının altını ısrarla çiziyor ve referans olarak kökenlerini, yetiştikleri ortamları, ailelerinin tarımla, ekme biçmeyle olan ilişkisini gösteriyorlar. Bütün bunlar iyi güzel ama bu denli büyük bir nüfusa sahip dünyada ve çarkların son derece hızlı döndüğü kapitalist bir ekonomik düzende adeta bir sanatın ifadesi olarak yapılan, sunulan yemeklere kimler hangi bütçelerle ulaşabilir? Bu nokta tabii ki flu bir alan ve kitabı okurken metnin sunduklarının genel olarak klasik burjuvalara seslendiği kanısına varıyor ve ‘Hali vakti yerinde bir kitlenin hislerine tercüman oluyor’ diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Öte yandan geçen hafta ‘Büyük Şefler’i okudum eleştirisini yazmak için, hafiften demlenmesini bekledim. Derken baktım ki hafta sonu Hürriyet Cumartesi ekinde yemek üzerine ülkemizde yazan çizenlerin en başında gelen isim konumunda Vedat Milor’le sevgili Hakan (Gence) bir söyleşi yapmış. Öncelikle meraklısına bu söyleşiyi önereyim; sevgili Vedat Milor sadece hayatı bu yönüyle ele alan bir kalem ustası değil, ilgi alanları ve birikimi geniş bir yelpazede seyrediyor, bu açıdan söyleşisi doyurucu olmuş. Öte yandan bu söyleşinin başlığı Milor’un bir tespitine dayanıyordu: “Ben şefleri sanatçı olarak görmüyorum, damak tadı güçlü iyi bir zanaatkâr olmalılar.”
Oysa ben hem Benoît Peeters imzalı ‘Bir Şef Gibi’yi hem de Fanny Briant, Emmanuelle Delacomptée ve Christian Regouby birlikteliğinin ürünü ‘Büyük Şefler’i okurken karşıma gelen isimleri sanatçı gibi gördüm ya da algıladım. Bu mesele aslında daha uzun bir metnin konusu gibi görünüyor. Bu saptaması da Milor’un özellikle sosyal medya üzerinden başlayan ve ardından çok daha geniş bir zemine yayılan “Menemen soğanlı mı olur yoksa soğansız mı?” türü bir tartışmanın kapısını aralıyor gibime geldi.
Ki benzer bir tartışmanın öğrencilik zamanımda mimarlık üzerinden de yapıldığını hatırlıyorum. Öğrenciyken kimi hocalarımızın altını çizdiği “Mimar bir sanatçı mıdır yoksa zanaatkâr mı?” şeklinde bir mesele vardı diye aklımda kalmış. Nihayetinde mimar tasarım esnasında hayal gücünün sınırlarını zorlar, hatta aşar ama iş pratiğe geldiğinde tasarladığı yapıyı, binayı, mekânı gerçeğe döndürmek, inşa etmek için çabalarken belli kriterlerin dışına taşamaz. Çünkü örneğin bir çıkmanın genişliği, ön gerilmeli betonun kapasitesinin el verdiği sınırlar kadardır. Veya taşıyıcılar olmadan o yapı ayakta duramaz ve siz çok geniş alanları kolonsuz, kirişsiz geçemezsiniz. Dolayısıyla sanatınızı yapı statiğinin imkânları oranında icra edebilirsiniz vs.
Velhasıl şeflerin sanatçı mı zanaatkâr mı oldukları, eski yemekleri revize ederek karşımıza getirmeleri sebebiyle aslında sadece ‘post-modernist’ bir profile sahip olup olmadıkları da bence kayda değer bir tartışma konusu olabilir. Kim bilir, bu tartışmalar bu konunun uzmanlarınca çok daha eskiden yapılmış ve eskimiş de olabilir. Neyse, ben nihayetinde okumaya ve kütüphanenizde bulundurmaya değer bir grafik roman olarak ‘Büyük Şefler’i önerdiğimi belirterek noktayı koyayım… Bir yemeğin üretim biçimini, sunumunu, nasıl dokunuşlarla ortaya çıktığını, kokusunu, hatıralardaki yerini Fransız mutfağının çizgi üstü sekiz şefinin eşliğinde anlatan bu kitabı da Türkçeye tıpkı ‘Bir Şef Gibi’de olduğu gibi Damla Kellecioğlu’nun çevirisiyle kazandırıldığını da son bir not olarak düşeyim…