“Anahtarı alayım” dedi hastanenin yanındaki üçüncü nesil kahvecilerden birinin yanındaki otoparkın sarsak valesi. “Olmaz, araba dolu” dedi kısacık kesilmiş saçlı, sinek kaydı traşlı, kahverengi takım elbiseli ürkütücü adam. Gömleği maviydi, gömleğinin üstten iki düğmesi açıktı ve göğsünde hiç kıl yoktu – yoksa tüy mü demeli, bilemedim. Muhtemelen gizlice erkeklerin de gitmeye başladığı güzellik salonlarından birinde komple epilasyon yaptırmıştı, yoksa benim ondan daha kıllı olmam pek akla yakın gelmedi bana doğrusu – ya da tüylü. Her neyse…
İkiletmeden, “Tamam ağbi” dedi sarsak vale ve kendine hızla çeki düzen verdi ya da bana öyle geldi. Bizse, biz, yani sevgilim Zümrüt’le ben hâlâ arabanın anahtarını valeye vermeye çalışıyorduk ama yüzümüze bakan yoktu, çünkü araba boştu. Sanırım yani.
Ben Sıtkı. Sıtkı Enpatik. Psikolog. Siz sormadan ben söyleyeyim. Hayır, biz ilâç yazamıyoruz, ilâç yazanlar psikiyatrlar – ya da psikiyatristler. Amerikan ekolüne bağlı olanlar psikiyatrist diyor, Fransız ekolünden gelenlerse psikiyatr. Bu çok önemli onlar için sanırım. Her neyse… Biz ilâç yazamıyoruz, biz konuşuyoruz. Psikiyatrlar konuşmuyor anlamına gelmiyor bu elbette. Onlar da konuşuyor, belki daha da çok konuşuyor olabilirler. Biz de onlar da konuşuyoruz. Bak işte, ben de bir kutuplaşmanın bir parçası oluverdim durup dururken. Biz ve onlar diye ayırdım. Ama nasıl anlatayım aradaki farkı bilemedim birden ve telaşlandım. Konu haricine çıkıverdim. Her neyse…
Kendimi tanıtmaya çalışıyordum. Bu bir ilk yazı olduğu için ve sizler beni tanımıyor olduğunuz için tanıtmam lazım kendimi sanırım. Çözülemeyecek bir çelişki içindeymişim gibi bir his var içimde. Beni tanımadığınız için durup dururken beni niye okuyasınız. Bir soru değil bu. O nedenle sonuna bir soru işareti koymadım cümlenin. Editör de inşallah dalgınlıkla soru işareti koymaz yazıyı edit ederken – böyle deniyor biliyorsunuz, ‘edit etmek’. Her neyse… Tanımadığınız birini okumayacağınız için de benim kendimi yazının içinde tanıtmam boş ve nafile bir çaba. Boşla nafile aynı anlama mı geliyor bilemedim ama canım sözlüğe de bakmak istemiyor doğrusu. Umarım ikisini birlikte kullanınca bir yazım hatası yapmıyorumdur. Ne de olsa bir yazarım artık.
Ben aslında yazar falan değilim elbette. Eli kalem tutan her üç Türk gencinden dördünün şiir yazması gibi – söz Aziz Nesin’e aittir, ben böyle alay acı ve zeki sözler söylemekte oldukça başarısızımdır – ben de çok etkileyici ve hiç kimsenin şimdiye kadar aklına gelmemiş olduğunu sandığım dizeler karaladım tabii ki. Her neyse. Yine konu haricine çıktım. Bunun bir Türklük hastalığı olduğunu düşünüyorum ama bunu da Orhan Pamuk ‘Tristram Shandy’ye yazdığı önsözde söylemiş zaten. Her şeye geç kalıyorum gibi his peyda oldu içimde nedense. Üstelik o Robert Kolej mezunu olduğu için İngilizcesini bile eklemiş yazdığı önsöze. Düşündüm de ben Türkçesini bile bilmiyorum doğru dürüst. Geçende oğlum Kar söylüyordu bir arkadaşı için, umarım doğru kullanıyorumdur, kendimi eziklememeye karar verdim, Orhan Pamuk ne de olsa Nobel Edebiyat Ödülü almış, bunun yanında yaşını başını da almış bir yazar sonuçta. Elbette benden fazla bilecek ve bir sürü şeyi de benden önce söylemiştir. Yani sanırım, bütün kitaplarını okumadım maalesef. Hayır, kendimi onunla mukayese etmeye kalkacak kadar kendini bilmez bir narsist değilim. Yani, yine sanırım. İnsan kendi hakkında yanılabiliyor. Ben de terapiye gitmiş olmayı isterdim, şartlar uygun olsaydı. Neyse, yine konu haricine çıktım işte.
Bir ilk yazının konusunun ne olması gerektiğini de pek bilemiyorum doğrusu. Dediğim gibi ben aslında yazar değilim. İsmet Berkan arkadaşımdır, aynı üçüncü nesil kahveciye gideriz, Kapı Eşiği adı bu nezih yerin, orada karşılaştık. Evet onunla aynı kıraathaneye – herhalde böyle söylenebilir, bilemiyorum ama uzatmak da istemem – gidecek kadar yakınız. Bana “Haydar Dümen Sözcü’de ne kadar güzel yazılar yazıyordu, sen de bizde yazar mısın” diye sordu. Benimle alay mı ediyor, yoksa iyi bir şey mi söylüyor bilemediğim için bir an boş bulunup “Peki” dedim. Sonra İsmet geçen hafta bana bir Whatsapp mesajı atıp “Ne zaman başlarsın” diye sordu. Evet, telefon numaralarımız var birbirimizde. Sever beni. Yani, sanıyorum. Neyse…
“Peki, ne yazabilirim ki ben” diye sordum İsmet’e biraz da çocuk gibi çekinerek. Çocuk gibi sesimin incelmesi ve kekeler gibi konuşmak sinirimi bozmadı değil. Sonuçta 51 yaşında olgun bir adamım. Her neyse. İsmet 10Haber’deki gündemi takip edip psikolojik yorum yapılabilecek haberleri tespit ederek onlar hakkında yazabileceğimi söyledi. Daha doğrusu “Yaz” diyerek emir kipi kullandı. Bu da sanki biraz sinirime dokundu ama ne de olsa müdürüm sayılır diye teselli etmeye çalıştım kendimi. Gerçi daha yazımı yazmadığım için henüz ast üst ilişkisi yok aramızda. Bilemiyorum. Ama sizler bu yazıyı okurken o benim müdürüm olmuş olacak. Her neyse. Konu haricine çıkmayayım yine.
Bu arada “sizler” derken bu yazıyı okuyanlar olacağını varsaydığımın farkındayım. Gazetenin yazar kadrosuna baktığımı itiraf edeyim, profesörler filan var yazarlar arasında. Onlar varken beni niye okuyasınız ki? Ama okuyun da isterim yani. Bir ilk yazı nasıl yazıldığını da bilmediğim için İsmet’i aradım, sordum ve şu ana kadar yazmış olduklarımı da ona gönderdim. “Olmuş mu, oluyor mu” diye sordum. Bir süre sustu telefonda, içini çektiğini duydum ve “Uzatma” dedi. Ben de, “Peki,” dedim. Her neyse…
Köşemin adını ‘Konu Haricine Çıkmak’ koymamın yerinde olacağını düşünüyorum.
Bilmem sizler ne dersiniz?