Reuters: Çin Husiler için İran’a baskı yapıyor, ABD ise ‘ricacı’
Tarihin tozlu sayfalarında bu hafta uğrayacak çok durağımız olacak. Hitler'in sığınağından Beyaz Saray'a uzanacak, sonrasında Sing Sing hapishanesinin ürkütücü koridorlarında dolanacağız.
Her hafta olduğu gibi bu pazartesiyi de tarihte bu hafta yaşanan 10 olayla kapatacağız. Bu hafta konularımız epey yoğun ve ağırlıklı olarak Amerika Birleşik Devletleri etrafında dönecek.
Ama tek derdimiz tabii ki “demokrasi” adına dünyanın altını oyan Washington değil. Ekim Devrimi’nin lideri Lenin’in ölümünden Hitler’in yeraltı sığınağına, Paris Barış Konferansı’ndan bir yamyamın infazına kadar anlatacak çok şeyimiz var.
Önce parmağımızı hafif ıslatalım ve sayfaları hızlıca geri çevirmeye başlayalım. İlk durağımız 15 Ocak 1919 olacak. 15 Ocak için iki konumuz var, bu iki konunun çerçevesi de tam hayatı özetliyor, doğum ve ölüm.
15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg’un nasıl suikasta uğradığını hatırlayıp 1929’da da aynı gün yine bir özgürlük mücadelecisinin doğumunu anacağız: Martin Luther King Jr.
Tabii ki o yıllarda yaşamadım, ancak okuduklarımdan ve bugün kadın olmanın ne demek olduğunu bildiğimden 1919’u da tahayyül etmek benim ve eminim hemcinslerim açısından hiç zor değil. Şimdi 1900’lü yılların henüz başlarında sesini hiç çekinmeden çıkaran tüm “erkek” zihniyete karşı en yüksek tonla, sosyalizmi, eşitliği, adaleti, ekonomiyi, Marksizmi anlatan Rosa Luxemburg’u anlatacağım ben de size.
Hep bir mücadele, anlatı, koşuşturma içinde geçen ama asla kaçışın olmadığı bir hayattı Luxemburg’unki. Hatta ölümün geldiğini bile bile ayrılmadığı Almanya’da her zaman söyleyecek bir söz, hikayesini anlatacağı bir ezilen, isyan edecek bir düzen buldu. Gözaltına alınıp suikasta uğrayana dek de bundan vazgeçmedi. Luxemburg’u 15 Ocak 1919 gecesi vurdular. Öyle ya vurunca “öldürdük” sandılar… Cansız bedenini nehre attılar, atınca “kurtulduk” sandılar. Ancak gerçek şu ki fikirlerinden korktukları o kadından asla kaçamadılar. Hatta Rosa Luxemburg filminin yönetmeni Margarethe von Trotta “Onu üç kere öldürdüler. Önce dipçikleriyle beynini zedelediler. Sonra kafasına kurşun sıktılar. Yetmedi, Landwehr kanalına attılar. Ondan öyle korkuyorlardı ki” demişti. Henüz 16 yaşındayken “kişinin herkesi gönül rahatlığıyla sevmesine izin veren bir sistem” hayali kuran bu kadın cesedi bulunduktan sonra Friedrichsfelde Merkez Mezarlığı’na defnedildi. Luxemburg’un fikirlerinin ölmediği, bugün hala filmlere, belgesellere, kitaplara konu olan, kendi yazdığı eserlerin hala dünya çapında birçok dile çevrilmesinden ve elbet yattığı mezarın üstünde asla solmuş çiçek olmamasından bellidir.
Onunla beraber Almanya Komünist Partisi’ni kuran ve Rosa ile aynı gün yani 15 Ocak 1919!da öldürülen Karl Liebknecht de bu mezarlıkta yatmaktadır.
Kölelik Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) 1863 yılında Abraham Lincoln tarafından kağıt üzerinde kaldırıldı. Kağıt üzerinde diyorum, çünkü insanların Ay’a ayak bastığı yıllara gelindiğinde bile ABD’de siyahlar otobüste oturmak istediğinde hala garip karşılanabiliyordu. “Herkesin herkesi dilediğince sevebildiği” bir sistem hayali kuran Luxemburg öldürüldükten tam on yıl sonra “Bir hayalim var” konuşması ile destanlaşan Martin Luther King Jr. doğdu. O da hayallerini anlamayan kişilerce katledildi, ancak öldürülemedi. 1977 yılında, ölümünden dokuz yıl sonra, eski ABD başkanı Jimmy Carter tarafından Başkanlık Özgürlük Ödülü’ne layık görüldü ve onuruna Martin Luther King Günü kutlanmaya başlandı.
Onun doğumunu efsaneleşmiş konuşmasından bir cümleyle anıp sayfamızı çevirelim:
“Bir hayalim var; bir gün bu ulus ayağa kalkacak ve sorgusuz sualsiz kabullendiğimiz tüm insanların eşit yaratıldığı gerçeğini tam anlamıyla sonuna kadar hayata geçirecek. Bir hayalim var; bir gün Georgia’nın kızıl tepelerinde eski kölelerin ve eski köle sahiplerinin çocukları, bir kardeşlik masasının etrafında birlikte oturabilecekler…
…Bugün bir hayal kuruyorum!”
15 Ocak’ta hayallerinin peşinden giden, asla yılmayan inat eden ve korkmayan iki ismi anlattım. 16 Ocak ise her diktatörün malum sonuna ilişkin iki örnekle geçecek. Önce 1945 16 Ocağına gideceğiz, Adolf Hitler’in Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Almanya’ya yaklaştığında girdiği o sığınağı ziyaret edeceğiz: Führerbunker.
Sonrasında 1979’a uğrayacağız, ülkesi karanlığa gömülürken korkakça kaçan isimlerden yalnız biri (tarihte ilk değil sonuçta) Şah Rıza Pehlevi. Ülkeyi nasıl terk ettiğine beraber tanıklık edeceğiz.
16 Ocak turumuz bunlarla sınırlı da kalmayacak. Wysteria’nın Kurt Adamı ve Brooklyn Vampiri gibi takma adlarla anılan tarihin en korkunç seri katillerinden Albert Fish’in idam edildiği Sing Sing hapishanesine gideceğiz, 1936’ya.
Evet, yukarıdaki fotoğraf bir devrin sonunu simgeler nitelikte. Ama takvim yaprakları 16 Ocak 1945 yılını gösterdiğinde de henüz o sona gelinmemişti. Sonuna gelinen bir şey vardı ki o da, gücün ta kendisiydi. Adolf Hitler; Nazi Almanya’sının lideri, tarihin en kötü şöhretli simgelerinden biri, diktatör ve daha bulabileceğimiz nice aşağılayıcı sıfatı şüphesiz çok uygun bir şekilde taşıyabilecek bir adam. O ve yardakçılarının kurduğu rejim tam tamına 40 bin tesisi sadece cinayet işlemek için kullandı. Tarihin görüp görebileceği en acımasız soykırımlardan Holokost’u işte bu tesislerde gerçekleştirdiler. Holokost’ta dokuz milyon Avrupa Yahudisi katledildi. Toplam katledilen insan sayısının ise 11 milyonu aşkın olduğu söylenir. Yani Naziler Yahudilerin yanında engelli, hasta, Romanlar da olmak üzere kendilerinden saymadıkları herkesi vahşice öldürdü.
Her devrin bir sonu olduğu gibi Nazilerin de sonu oldu. Kendisini dünyanın en büyük lideri zanneden Hitler bir sığınakta 150 gün geçirdikten sonra sevgilisi Eva Braun ile birlikte intihar etti. Cesetleri 150 gün saklandıkları sığınağın, yani Führerbunker’in kenarında bir çukurda yakılıverdi. İşte böyle oldu sonu.
16 Ocak Hitler’in gelmekte olan sonun farkında olarak Führerbunker’a, yani 150 gün yaşadığı sığınağa taşındığı gündür. Sovyet Kızıl Ordusu’nun Almanya’ya çok yaklaşmasıyla Hitler 16 Ocak 1945’te Führerbunker’e yerleşti, Onu Martin Bormann, Joseph Goebbels ile eşi Magda Goebbels ve altı çocuğu, sonra da Eva Braun ve özel sekreteri Traudl Junge takip etti. Daha sonra Erna Flegel adında bir hemşire ve telefon işleticisi ve koruması Rochus Misch geldi. Führerbunker’e uzun süre dayanabilen yiyecekler ve daha dayanıksız türden yiyecekler getirildi dışarıdan ve diğer üst düzey subaylar ve generaller de sığınağa yerleşti. Ve son burada başladı. Sona erdiği gün ise bir başka 16 sayısında gizli, nisan ayındaki bülteni bekler…
Aslında başlığı böyle atınca da sanki İran’ın karanlığa gömülmesinin sorumlusu Şah’mış gibi yanlış bir intiba yaratmış oldum, pek öyle değil. İran aslında, “bir devrim olacak ve herkes eşit ve özgür olacak” yanılsaması içinde olanlarca gömüldü bu karanlığa. Nobel ödüllü Avukat Şirin Ebadi şöyle anlatıyor Şarkul Awsat’a verdiği bir röportajında; “1979 devrimine verdiğim destekten ötürü pişmanım. Bu, Şah rejimini desteklediğim anlamına gelmiyor. Bilakis mevcut durumu reddediyorum.”
O halde İran’ın monarşik lideri Muhammed Rıza Şah Pehlevi’nin ülkeyi terk ettiği 16 Ocak 1979’da neler yaşanmış, bakalım. 1941’den, ülkesini terk ettiği 1979’a kadar tahtta kaldı Pehlevi. Batı yanlısı bir dış politika izledi, aynı Batı Ayetullah Humeyni’ye de ev sahipliği yapıyordu. Aslında İran İslam Devrimi, Pehlevi’nin ülkeden ilk kaçışı da değil ama konumuz da Ajax Operasyonu olmadığı için burayı geçeceğim. (Bir kitap önermeden geçmeyelim ama değil mi: Şah’ın bütün adamları)
Pehlevi’nin baskıcı yönetimi, yolsuzluklar, petrol ihracından sağlanan gelirlerin dengesiz dağılımı ve SAVAK’ın (İran’da Pehlevi Hanedanı döneminde faaliyet göstermiş istihbarat teşkilatı) topluma yönelik şiddet eylemleri derken işler şahın aleyhinde ilerledi. Batı’ya karşı duruşuyla dikkat çeken eski Başbakan Muhammed Musaddık’ın tabiri caizse kellesini siyaseten alan (Musaddık darbe sonrasında hayatının geri kalanını ev hapsinde geçirdi ve yine ev hapsinde öldü) Pehlevi için de saatler ağır ağır işlemeye başlamıştı. Şahlık rejimi büyük bir öfkenin odağı haline gelmeye başlayınca, dini çevreler de halkın toplumsal adaletsizliklere, despotluğa ve yabancı egemenliğine karşı mücadeleye çağırarak muhalefeti bir araya toplamayı başardı. İşte böyle oldu, aydınlık umuduyla bir araya gelenlerin karanlığı örgütleyişi. Şah yönetimine karşı kitlesel gösteriler, SAVAK’ın protestoları kanlı bir şekilde bastırması ardından 8 Eylül 1978’de sıkıyönetim ilan edilmesiyle tırmandı. Gösteriler durmadı. Her bir görüşten insani bir araya getiren Şah öfkesi, Ayetullah Ruhullah Humeyni çevresinde toplanılmasına neden oldu. Muhammed Rıza, ılımlı muhalefete yanaştı ama bu adımı da rejimini kurtarmaya yetmedi. Şah, yapacak bir şeyi kalmadığını anlayınca, 16 Ocak 1979’da kesin olarak ülkeyi terk etti. Humeyni’nin 1 Şubat 1979’da ülkeye dönüşüyle, son direnci de yıkılan şahlık rejimi çöktü.
Şimdi ise biraz siyasetten uzaklaşalım. Tarihin en azılı seri katillerinden Albert Fish’in idamına gidiyoruz. 1875 yılında babasının ölümünden sonra, kimsesiz çocukların bakıldığı bir çocuk bakımevine yerleştirildi, Albert Fish. Psikolojisinin 7 yaşına kadar kaldığı bu kurumda maruz kaldığı şiddet nedeniyle bozulduğu da söylenir, ancak biliriz ki bazı insanlar sadece kötü oldukları için kötüdürler. 1910 yılında ilk cinayetini işlediğinde o zamana değin sadece küçük suçlara bulaşmış bir adamdı, ancak o tarihten sonra tarihin sapıklıklarıyla anacağı bir seri katile dönüştü. Fish kurbanlarını genelde küçük çocuklardan seçerdi. Kurbanlarına cinsel saldırıda bulunur, işkence eder, öldürdükten sonra da yerdi. Fish korkunç bir sapık, işkenceci, tecavüzcü ve yamyamdı. Bununla kalmaz, kendine de işkence ederdi. Biyografilerinde kendisini çivili sopalarla dövdüğü yazar. İşkence yaptığı ve öldürdüğü çocukları “Tanrı’ya verilen kurbanlar” olarak düşünürdü. Fish’in 10’a yakın cinayet işlediği sanılıyor, bazı kaynaklara göre sayı daha da fazla. Kendisi ele veren olay da güvenini kazandığı komşularının küçük kızını vahşice katletmesi oldu. Cinsel saldırı, işkence ve yamyamlığın da olduğu bu olayda Fish aileye kızlarını nasıl katlettiğini anlatan mektuplar yazdığı için yakalandı. Yargılandı, “akıl sağlığı yerinde değil” dendi, ancak idam cezasından kaçamadı. Elektrikli sandalyede idam edileceği kararını duyunca “Hiç tatmadığım bu büyük zevki tatmaktan mutlu olacağım” diyen Fish 16 Ocak 1936 tarihinde Sing Sing Hapishanesi’nde elektrikli sandalyede öldürüldü.
İsmi bu aralar Epstein dosyalarıyla gündeme gelen eski ABD Başkanı Bill Clinton 17 Ocak 1994 yılında da cinsel taciz davasıyla gündemdeydi.
Eski bir Arkansas eyalet katibi olan Paula Jones, eski ABD Başkanı Bill Clinton’a Ocak 1994 yılında 700 bin dolarlık tazminat davası açtı. Jones, Clinton’ın Arkansas valisi olduğu dönemde kendisine cinsel tacizde bulunduğunu söylüyordu. Jones aynı zamanda Clinton’u kariyerini negatif yönde etkileyen karar ve uygulamalarda bulunmakla da suçluyordu. Dava Ocak ayında açıldı; Ağustos ayında görülmesine karar verildi. Clinton’ın avukatları, başkanın “dokunulmazlığını” gerekçe göstererek Jones’un davasının reddedilmesi yönünde bir dilekçe sundular. Federal bölge yargıcı Clinton’ın görevden ayrılana kadar duruşmaya çıkamayacağına ancak Jones’un iddialarına ilişkin soruşturmanın devam edebileceğine hükmetti.
Süreç 1998 yılında, Federal Yargıç Susan Webber Wright tarafından “ortada dava konusu yok” diye düşürülmesiyle sonuçlandı.
Yıl 1919. Gideceğimiz yer Fransa başkenti Paris. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tüm sömürgeci güçler bir masanın etrafında toplanmış, hangi güçten düşmüş devletin etine diş geçirsek diye düşünüyor. İsmi “barış” kelimesi içeren konferanstan ismi yine “barış” kelimesi içeren ve İkinci Dünya Savaşı’na giden yolları altın taşlarla döşeyen Versay Anlaşmasının çıktığını anımsatıp devam edelim.
I. Dünya Savaşı dünyayı temelden sarsmıştı. Avrupa mahvolmuş, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya gibi üç büyük imparatorluk yıkılmış, Osmanlı Devleti fiilen bitmişti. Avrupa eşi görülmemiş bir karışıklık içinde idi. Paris’te toplanacak olan barış konferansı dünyanın yeni düzenini belirleyecek ve bir sürü karmaşık meseleleri ve anlaşmazlıkları çözecekti. Galip devletler arasında Osmanlı Devleti’nin paylaşılması gibi bazı meselelerde daha önce bir takım anlaşmalar yapılmış olsa da bunlar yeniden ele alınacaktı. Yeni devletlerin sınırlarını çizmek, galiplerin çok defa birbiri ile çatışan isteklerini yerine getirmek çok zor olacaktı.
Konferans 18 Ocak 1919’da Fransız Dışişleri Bakanlığı’nda Fransız Cumhurbaşkanının açış konuşması ile başladı. Aslında Paris Barış Konferansı esaslı bir hazırlık yapılmadan toplandı ve konferansta birçok yeni anlaşmazlık ortaya çıktı.
Haliyle çıkar çatışmaları yerini anlaşmazlıklara bırakırken savaşı bitirip barış getirmeyi vaat edenler de aç gözlülükleri nedeniyle diğer ülkeleri ağır anlaşmalara mecbur bırakınca dünya zaten ikinci dünya savaşına doğru yolmaya başlamıştı.
Eski ABD Başkanı D.W Eisenhower tarihte ilk kez TV’de basın toplantısı veren devlet yöneticisi olarak tarihe geçti. Sadece televizyon tarihi için de değil dünya tarihi açısından da önemli olan bu gelişme 1955 yılının 19 Ocak’ında yaşandı. Eisenhower, Beyaz Saray’ın zayıf akustikli ve sınırlı sayıda oturma alanına sahip odasına giriş yaptı. Başkan Eisenhower “Eh, bu sabah yeni bir deney yaptığımızı görüyorum. Umarım bu rahatsız edici bir etki yaratmaz” dedi.
Gazeteciler siyasette devreye girmek üzereydi, çünkü soruları ellerinde bekliyorlardı ve çok kritik konular da gündemdeydi. Politico’ya göre Eisenhower’ın basın sekreteri James Hagerty gazetecilerin Tayvan nedeniyle Çin’e nükleer saldırı olup olmayacağını sormasından endişe ediyordu. Eisenhower “Endişelenme Jim. Eğer bu soru sorulursa onların kafasını karıştırırım” cevabını verdi.
Yapılan bu deney Eisenhower’ın dediği gibi bazıları için gerçekten de “rahatsız edici” oldu; çünkü başkanlardan hatalar yapan çok kişi oldu. Ama yine de bunun hem TV hem de dünya tarihi için iyi önemli bir gelişme olmadığını söyleyemeyiz.
Yine ABD’den devam edeceğiz. Bu sefer yıl 2009. Barack Obama 20 Ocak 2009’da yemin ederek göreve başladı. Böylece ülkenin ilk siyah başkanı olarak yönetime geçti. Bir milyondan fazla kişiyle ABD tarihinin en kalabalık yemin törenini gerçekleştirdi.
Obama “korku yerine umudu tercih ettiklerini” ifade etti.
Bu törenle aynı zamanda George W. Bush’un sekiz yıllık yönetimi de sona ermiş olmuştu.
1917 Ekim Devrimi’nin önderi, ve daha sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ilk lideri olan Vladimir Lenin 21 Ocak 1924’te hayata veda etti. Lenin’in ölümü bir devrin sonu oldu, dersek mübalağa da etmiş olmayız. Çünkü Lenin Marksist teorik ve felsefi yazıların yazarı olarak bilimsel sosyalizmin Marx ve Engels’ten sonraki geliştiricilerinden biri oldu. En büyük amacı kapitalizmin uzlaşmaz sınıf çelişkilerinden proleter dünya devrimi yaratıp toplumsal sınıf karşıtlıklarının olmadığı insan toplumunun tarihsel oluşumuna öncülük etmekti.
Marksizm üzerine kurulmuş politik ve ekonomik bir teori olan Leninizm’in de kurucusudur. Leninizm, Marksizmin çağın gereklerine göre hem kuramsal hem politik hem de ekonomik alanda, temel ilkelere bağlı kalarak yeniden uyarlanması olarak tanımlanır.
Lenin dünya proleteryasının ve pek çok komünist partinin ideolojik önderidir, ayrıca dünyada eserleri yabancı dile en fazla tercüme edilen yedinci kişi olarak da tarih sayfalarında yerini alır.