10Haber Berlinale Günlüğü: Festival başlarken manzara bir tuhaf!
74. Berlin Film Festivali'nde İngiltere, İtalya ve Avusturya'dan gelen üç filmin ortak noktası Katolik Kilisesi. Kilisenin etkisi her ülkede farklı cereyan etmiş. Üç yaşanmış hikayeden yola çıkarak çekilen filmlerde bunu görüyoruz.
Festivalde izlediğim üç filmi birbirlerine bağlı olarak değerlendirmek doğru olacak. İlki açılış filmi olarak gösterilen ‘Küçük Şeyler /Small Things Like These) idi. Çok beğendiğimi belirten bir yazı yazmıştım. 1985 yılında geçen, kilisenin ön planda olduğu bu filmde İrlanda’da 1826-1996 yılları arasında kilise tarafından yönetilen “düşmüş kadınların rehabilite edildiği” Magdalena Çamaşırhaneleri ve dinin toplum üzerindeki baskısı anlatılıyordu.
Kilisenin ve papazın önemli bir rol üstlendiği ikinci film Veronika Franz ve Severin Fiala’nın birlikte yönettikleri ‘The Devil’s Bath /Das Teufels Bad’ idi. 1780 yılında Avusturya’da geçen bir öyküyü anlatan bu filmin tanıtımında da “Mahkeme tutanaklarından yararlanıldığı” belirtilmişti. Yani karşımızda yine gerçek bir olay vardı. Filmin adını ‘Şeytanın Banyosu’ olarak Türkçeye çevirmek de pek doğru olmayabilir, çünkü “şeytanin etkisi altına girmiş, ruhları çalınmış insanlar” için kullanılan bir deyimmiş.
İlk sahnesi hiç iç açıcı olmayan filmde genç Agnes komşu köyden Wolf ile evleniyor. Tören sırasında gelinin saçının örgüsü açılıyor, başı örtülüyor, önlüğü takılıyor ve kucağına bir bez bebek veriliyor. Mesaj çok açık, kızımızın geleceği toplum tarafından saptanmıştır.
18. Yüzyılda kadına biçilen rol bu. Yeni evliler damadın satın aldığı karanlık ve izbe bir eve taşınıyorlar. Ancak ilk gece sorunlar başlıyor. Damadın kadınlara ilgisi yok, sırtını dönüp yatıyor. Yeni gelin “iyi bir eş olayım, çocuklarım olsun” diye sürekli Tanrı’ya dua ediyor. Zavallı büyük bir baskı altında: “Kocana yemek yapmazsan Tanrı seni sevmez”. Zor hayat şartlarının sürdüğü bu köyde bağnazlık, cehalet ve korku egemen, şeytan ve cehennem de gökte değil yeryüzünde.
Bir genç adam intihar edince bir başka gerçek ile karşılaşıyoruz. Papaz kilisede “O intihar etti, hayata hayır dedi, böylece Tanrı’ya hayır demiş oldu, onu gömemeyiz. Çocuğunu öldüren kadın günah çıkardığı için affedildi, onu gömebildik, ama intihar eden birini gömemeyiz” diye vaaz veriyor. Böylece kilisenin 1700’lerde intihar eden birine bir mezarı bile çok gördüğünü öğreniyoruz. Adamın cesedini bataklık bir alana atıveriyorlar.
Yeni gelin amaçsız ve mutsuz, çayırlarda dolaşıyor, sürekli dua ediyor, ev işlerini ihmal ediyor. Kaynana yemek yapmadığı için onu suçluyor, annesinin evine dönme çabası da sonuç vermiyor, bu da geleneklere aykırı. Damat gelince evine geri dönmek zorunda kalıyor. Keçilerden birinin hastalanması ve yarasının kurtlanmasının faturası da geline çıkıyor. Depresyonu artan gelin berbere götürülüyor. Berber aslında doktor. İçindeki melankoli çıksın diye ensesinden bir iğne ile girip deri altına bir iplik yerleştiriyor.
Gelinimiz artık bu dünyada yaşamak istemiyor ama eğer intihar ederse cennete gidemeyecek. O da insanın düşünemeyeceği bir çözüm buluyor. “Artık günah işleyemeyeceksin” diyerek küçük bir çocuğu öldürüyor. Papaza her şeyi itiraf edip günah çıkartınca ruhu temizleniyor ve sonsuz huzura kavuşuyor. Sonra kafası kesilerek idam ediliyor.
İnfazı izlemeye gelen insanlar kadının bir kapta biriktirilen kanını içebilmek için birbirlerini eziyorlar, sonra da müzik eşliğinde dans etmeye başlıyorlar. Çünkü bu kan artık şeytanın etkisinden kurtulmuş masum bir insana ait. Filmin sonunda çıkan yazıda o zamanki mahkeme tutanaklarına göre 400 kadının çocuk katili olarak idam edildiği bilgisi veriliyor. ‘Şeytanın Banyosu’nu bir korku filmi olarak değil, korkunç olayların anlatıldığı bir film olarak değerlendirmek gerek.
Kiliseli, papazlı üçüncü yarışma filmi ise İtalyadan. Avusturya’dan çıkıp 400-450 kilometre güneye, Venedik’e yakın bir kasabaya gidiyoruz. Aynı zamanda müzisyen olan Margherita Vicario’nun ilk filmi olan ‘Gloria!’, ‘Şeytanın Banyosu’ndan 20 yıl sonra 1800 yılında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Filmin sonunda, yukarıda sözünü ettiğim iki filmde olduğu gibi, anlatılan öykünün gerçek olaylara dayandığını belirten bir yazı çıkıyor.
Bu küçük kasabada gökyüzünde güneş var. İnsanlar daha mutlu görünüyor Ana mekanımız yine bir kilise, ama bu kilisede yetim kızların eğitim gördüğü bir müzik okulu var. Kilisenin orkestrası ve korosu tümüyle bu kızlardan oluşuyor. Papaz aynı zamanda besteci ve orkestra şefi, bu işi de çok severek yapıyor. Roma’yı “pis Fransızlar” işgal etmişler, bu nedenle Papa’nın Venedik’e geleceği, kasabayı da ziyaret edeceği haberiyle ortalık karışıyor. Vali papazdan Papa onuruna kilisede bir konser düzenlemesini istiyor.
Filmin başından beri ortalıkta dolaşan ama müzik okulundaki kızlardan farklı olarak hizmetçilik yapan herkesin itip kalktığı bir külkedisi var. Çok sevimli bir kız ve o da yetim. Külkedisi kiliseye hediye olarak gelen, ancak papazın çok ilgilenmeyip bir depoya kaldırdığı piyanoyu keşfedip geceleri gizlice çalmaya başlıyor. Belli ki bir müzik yeteneği var. Orkestradaki diğer kızlar da ona katılınca ortaya yeni bir orkestra çıkıyor. Sonuçta Papa için bir konser veriliyor ama ortalık da karışıyor.
Bu müzik dolu, eğlenceli, deli dolu filmi izlerken insanın aklına Whoopi Goldberg’in 1992 yılında oynadığı ‘Sister Act’ (kötü Türkçe çevirisiyle ‘Yırtık Rahibe’) adlı film geliyor. O filmde de kilise korosundaki kadınlar ziyarete gelen Papa için bir konser verirler. Ama burada feminist ve anarşist bir film ile karşı karşıyayız. O filmde Papa yapılan müzikten çok hoşlanırken burada kızların hepsi aforoz ediliyor. Kızlar da bir müzik grubu olarak hayatlarına devam ediyorlar. Mutlu son.
Filmin sonunda Napoleon’un 1807 yılında kiliselerde yetim kızlara müzik eğitimi verilmesini yasakladığını belirten bir yazı çıkıyor. Bu nedenle Napoleon’dan nefret edebilirsiniz.
Bu üç filmi aynı yazıda değerlendirmek istememin nedeni ise kafama takılan bir soru. Katolik kilisesinin toplum üzerindeki etkisi nasıl oluyor da farklı ülkelerde ve farklı zamanlarda değişkenlik gösteriyor?
‘Küçük Şeyler’ filmindeki olayları film eleştirmeni arkadaşım Jay Weissberg değerlendirdi. İrlanda’da Katoliklik İtalya’dakinden çok farklıymış, İtalya’da günah çıkartan rahatlar, huzura kavuşurmuş, İrlanda’da ise insanlar günahlarını içlerine atarmış ve böyle yaşamak zorundaki insanların çaresizliği kilisenin gücünün nedeniymiş. Mantıklı bir açıklama.
1780 ve 1800 yıllarında birbirinden 400 kilometre uzaktaki Avusturya ve İtalya’da nasıl bu kadar farklı iki Katolik kilisesi olabiliyor? İnsanlar dini neden bu kadar farklı yorumluyorlar? Bu soruların cevabı ise biraz daha zor.
Acaba deniz kenarında yaşamak insanları daha mı hoşgörülü yapıyor? İzmir’de mi yaşamalı?