Sanatın çeşitli düzeylerinde yaratıcılığın gelişme öyküsünü anlattığım ‘Kütüphanemdeki Sesler’ kitabımın sonuna doğru sanatla bu kadar ilgilenmeme ramen çağdaş sanatı anlamakta zorlandığımı ve bu eksikliği en kısa zamanda telafi etmeyi umduğumu söylemiştim. Ve üstelik çağdaş sanatı öğrenme sürecinde başıma gelebilecekleri yeni bir çalışmada anlatmayı umduğumu da açıklamıştım.
Anlama maceram için ilk yola çıktığımda çağdaş sanata bakıp bana son derece sinir bozucu gelen bir şekilde ‘Bu da sanat mı, bunu beş yaşındaki çocuğum bile yapar’ diye konuşanlar seviyesindeydim maalesef.
Anlayacağınız çok sıkı bir okuma ve öğrenme eğitiminden geçmem gerekecekti. Ama ondan önce kendimi önyargılardan arındırmak için işe şok terapisi ile başlamam gerekiyordu. Çağdaş sanatın biraz uç örnekleri ile işe başlarsam önyargılardan kurtulup sonraki öğrenme sürecinin daha rahat gideceğini düşünüyordum.
Evde tek başına olduğum bir gün loş ortam oluşturduğum bir odaya tek başıma girdim. Odanın duvarına tamamen beyaz boş bir tuval astım ve karşısına iskemle çekip oturdum.
kurduğum mizansene göre üstünde hiçbir çizim olmayan tuvale bakarak ve sadece sessizlikten oluşan bir müzik parçası ‘dinleyerek’ çağdaş sanatı şok terapisiyle anlamaya başlayacağımı sanıyordum.
Sonradan öğrendim ki sadece tek renkten oluşan veya boş resimlerin temelinde de ciddi felsefi bir düşünce var. O başlangıç gününde ise karşımdaki boş tuvalin Robert Rauschenberg tarafından silinmiş bir Willem de Kooning resmi olduğunu hayal ediyordum.
1953 yılında bir gece ressam Robert Rauschenberg ressam Willem de Kooning’in evinin kapısını çaldı. de Kooning kapıyı açınca Rauschenberg kendisine bir tablosunu vermesi istedi ondan. de Kooning doğal olarak ne yapacaksın tabloyu diye sorunca da resmi tuvalden tamamen sileceğini söyledi. de Kooning başta buna pek sıcak bakmasa da sonra bunun aslında felsefi bir tavır olduğunu görüp ikna oldu. Stüdyosuna gidip teknik açıdan silinmesi özellikle zor bir tablo seçip verdi Rauschenberg’e.
Rauschenberg’in resmi tuvalden silmesi tam bir ayını aldı, sonuçta ortada boş bir tuval kaldı sadece. Sanatçı bu ‘eserine’ de ’Silinmiş de Kooning resmi’ adını verdi ve tabii sonra bu ‘eser’ de meşhur oldu.
O gün tek başına olduğum evimde oluşturduğum loş ortamda karşıma astığım boş tuvalin bu silinmiş eser olduğunu hayal ederek sessizlik ‘müziğini’ dinleyecektim.
Sonuçta o odada neler olduğunu anlatmadan önce sessizlik müziğinin de hikayesini anlatmak zorundayım.
4’33’’ (dört dakika otuz üç saniye veya kendi deyişiyle dört otuz üç) meşhur müzisyen John Cage’in 1952 yılında ‘bestelediği’ üç bölümden oluşan müzik yapıtının adıydı.
Yapıt aslında dört dakika otuz üç saniye süren sessizlikten ibaretti.
4’33″ün ilk performansı 29 Ağustos 1952’de David Tudor tarafından bir piyano resitali sırasında Woodstock, New York’ta gerçekleştirildi. Tudor sahneye çıkarak piyanonun başına oturdu ve kapağı açıp kapayarak parçanın başladığını işaret etti. Bir süre sonra birinci bölümün sonunu ifade etmek için kapağı açıp kapadı ve bu hareketi ikinci ve üçüncü bölümde de tekrarladı. ‘Konser’ boyunca Tudor tek bir nota çalmadı, kasıtlı bir ses çıkarmadı ve sadece kronometre tutarak nota kâğıtlarını çevirdi.
İşte ben o loş odada güya silinmiş de Kooning tablosuna bakarak, John Cage’in bu ‘bestesini’ dinleyerek çağdaş sanatı anlamaya giriş yapacaktım.
Teori buydu ama pratikte işler pek öyle gitmedi. odada birden sıkıntıdan inanılmaz bir bunalım bastı içimi. yapacak başka bir şey yok bari biraz gözümü kapayıp dinleneyim, loş ortam bir işe yarasın dedim ama buna da üşendim.
Şok terapisiyle filan anlaşılabilecek bir konu değildi tabii ki bu çağdaş sanat.
Modern sanatı ve o tıkandıktan sonra hemen gelen postmoderni, çağdaş sanatı anlamak için felsefe ve sanat/kültür tarihini yoğun çalışmak gerekecekti.
Çok güçlü bir okuma listesi oluşturdum.
Okuma listesi oluşturdum da, hemen başlarda sadece listenin kabarıklığına ve içeriklerine bakarak bu işten vazgeçmem daha makul olurdu gibi gelmişti aslında bana.
Çünkü ana konum çağdaş sanat olmasına rağmen okunacak kitaplar listesinde ağır felsefe metinleri oldukça çok yer tutuyordu.
Haydi bunları bir şekilde okumayı başardık diyelim, tanımı üstünde bile hemen hiçbir anlaşma sağlanamayan, tartışmanın bol olduğu, hem de hikayesi önceden birçok defa anlatılmış bir alana girdiğimi de fark etmiştim.
Örneğin çağdaş ve modernin tanımı ve bunların farkının ne olduğu üstünde de ciddi ve bitmeyen tartışma vardı ve bunlar hakkında birikimi ve zekası benden çok daha ileri olması gereken birçok insan kitaplar yazmıştı.
Anlayacağınız anlama çalışmamın henüz başındayken önümde duran sorun şuydu: kavramları net yerine oturmamış ve birçok belirsizlik olan bir alan hakkında yeni öğrendiklerini yazan benim de laf etmeme gerçekten gerek var mıydı, bugüne kadar yazılmış onca kitaptan sonra bu konuda yeni bir şey söylemek mümkün müydü? Daha önce kafamı meşgul etmiş olan bu sorular yeniden canlanmıştı.
Bütün bunlara rağmen bayağı çalıştıktan sonra anladığımı sandıklarımı da yazmaya başladım. çünkü diyeceklerim ‘yeni’ olmasa da bazı konuların saf özüne indirilerek anlaşılır yazılmasına acil ihtiyaç vardı bana göre. Amacım aslında benim gibi konuya yabancı olanlara ucundan da olsa çağdaş sanatı tarihi içinde konumlandırıp anlamaya başlamaları için bir keyif yolculuğu sağlamaktı.
konunun uzmanları belki bana kızacaktır, bu iş senin anlattığın kadar basit değil, her şeyi basitleştirerek anlatmak da doğru değil diyenler olacaktır, bundan da eminim. Benim kabul ettiğim dönemleştirme ve tanımlara doğru değil diyenler olacağını da biliyorum.
Ama modernin şairi olan Baudelaire’nin dediği gibi ‘Yavaş yavaş yapmaya başlamazsanız hiçbir şey yapamazsınız’.
Buna ben de inanıyorum, dolayısıyla çok önem verdiğim çağdaş sanatı anlamak için bazı yanlışlar yapmayı, bilinenleri tekrarlama riskini de göze olarak yavaş yavaş giriştim çalışmaya.
Bu girdiğim alanda konuları özellikle zor anlaşılır yazmayı kendine ilke edinmiş birçok yazar da var. Ama ne Jacques Derrida ne de Hal Foster’ız çoğumuz. Bu tür insanların yazdığı tek bir kitabı anlamaya çalışarak tüm hayatımızı geçirecek lüksümüz de yok. Çoğunluk aslında benim gibi kolay okunur, temelde zor olan konuları özüne indirip saflaştırıp kolay anlaşılır hale getirilmiş metinlerle yürüyüp sadece çağdaş sanatın keyfini biraz daha bilgili yaşamak istiyor.
böyle deyip yola çıktım ve şimdi kitabımı bitirdim. Eylül ayında yayınlanması düşünülüyor. Umarım amaçladıklarımı gerçekleştirebilmişimdir.