Moğolistan’ın göçebe çadırlarında başlayan ve Ulan Batur’un modern caz barlarında son bulan 16 günlük maceraya hazır mısınız? Bu heyecan dolu yolculuğu Akın Art, 10Haber okurları için yazdı.
”Dünyanın en soğuk başkenti” Ulan Batur, Moğolistan’ın 3,5 milyonluk nüfusunun yaklaşık 1,5 milyonunu barındırıyor. Grönland, Falkland Adaları ve Pitcairn Adaları’nın ardından, dünyanın en az nüfus yoğunluğuna sahip dördüncü ülkesi Moğolistan’da kilometrekare başına düşen kişi sayısı 2.04.
Frankfurt’tan yaklaşık dokuz saatlik bir uçuşun ardından başkentteki Cengizhan Uluslararası Havalimanı’na ulaşıyoruz. Ancak burada çok kalmayacağız. Ülkenin kuzeyinde, Ren geyiği çiftçiliğiyle geçinen Duhaların (Moğolca ismiyle Tsatan) yaşadıkları Tayga ormanlarına doğru yola çıkacağız. Dinlenmek için bir günümüz var.
Ulan Batur’un güzel olduğunu söylemek güç. Sürekli sıkışık olan trafiğin yanından yürüyoruz. Araçlarının bir kısmının direksiyonu solda, bir kısmının ise sağda. Üzerimizdeki yorgunluğu bastırmak için şehrin kafelerini geziyor kahve içiyoruz. Ardından ilk Moğol mantılarımızı (Buuz) yiyoruz. Şehirde gidilecek yerler, yapılacak şeyler oldukça çok. Ama yolumuz uzun, 12 günlük yolculuğumuza hazırlanmak için otele gidip uyuyoruz.
Ertesi gün, sabah erkenden 12 günü beraber geçireceğimiz rehberimiz ve sürücümüz ile tanışıyoruz.
“Yollar oldukça engebeli, rotanın çok küçük bir bölümünde asfalt yol var. Duhaların yaşadığı ormanlarda kara yakalanmanız olası. Yol boyunca dört mevsimi de yaşayacaksınız. Çoğunlukla tuvalet olmayacak. Duş alabileceğiniz yerlerin sayısı da oldukça az” diye uyarıyorlar bizi.
On saatlik yolun ardından, rehberimizin çocukluk arkadaşının ailesinin yanına uğruyoruz. Moğolların yaklaşık dörtte biri gibi bu aile de geleneksel göçebe hayatı sürdürüyor. Geleneksel Ger çadırlarıyla ilk karşılaşmamız da böyle oluyor.
Rehberimiz, ailenin yazlık konumlarına yeni geçtiğini, hayvanlarını henüz buraya getirmediklerini söylüyor. İlk süt çayımızı içiyor, dikkatle etrafı inceliyoruz. Kapıdan girince karşıda Budizm sembolleriyle dolu bir kısım, sağ ve sol tarafta ise oturmak ve yatmak için döşekler var. Öbür yanda mutfak bulunuyor. Elbette bu mutfak, şehirde yaşayan bizlerin mutfak imgesinden oldukça farklı. Ger’in içinde hiç köşe bulunmuyor. Rehberimiz bu yapının arkasında köşelerin uğursuzluk getireceğine dair inancın yattığını söylüyor.
Yolumuzda ilerledikçe Gerlere ve yapısına aşinalığımız artacak. Yol üstünde Geyik Taşları gibi etkileyici arkeolojik kalıntılara rastlayıp mola veriyor, sonra yola devam ediyoruz. Rotamız üzerinde yol yok. Şoförümüz herhangi bir haritaya bakmadan engebeli yollarda ilerliyor. Nerede olduğumuza, ne kadar yolumuz kaldığına baktıkça Google Maps’in pek de yardımcı olmadığını fark ediyoruz.
Üçüncü günde Duhalardan önceki son durağımız olan Arkhad Vadisi’ne varıyoruz. Yemek yiyoruz. Moğol mutfağı kırmızı et ve mantı, erişte gibi hamur işleri üzerine kurulu. Moğol mutfağı üzerine konuşurken oldukça şaşırtıcı bir şey söylüyor rehberimiz: “Kış aylarında çok fazla et yesek de yazın durum değişir. At sütünden bir biramız var. Birkaç tane içince yemek yemiş gibi olursun. Yazın bol bol at sütü birası içer, pek yemek yemeyiz. Vücut da dinlenmiş olur.”
Rehberimiz bize ata binme konusunda tecrübeli olup olmadığımızı soruyor. “Hiç, hem de hiç” diye cevap veriyoruz. “Güzel, çünkü yarın dört ile altı saat arasında at süreceğiz” diyerek gülüyor. Biz de gülüyoruz. Uyumadan önce yanımıza bir şişe pet su alıp diş fırçalamak üzere dışarı çıkıyoruz. Etrafın karanlığı karşısında önce şaşırıyor, sonra ürküyoruz. Ardından yıldızlara bakıyoruz ve içimizi bir sevinç kaplıyor. İki metre ilerisini zar zor gördüğümüz bir karanlık. Ne bir lamba ne uzaklarda bir evin yanan lambaları, ne bir arabanın farları, ne de başka bir ışıltı… Açık alanda böyle bir karanlığın içinde olmak bize hiçliğin ortasında olma hissi uyandırıyor. İçeri geçiyor, sobaya birkaç odun atıyor, uyuyoruz.
Ertesi gün rehberimiz bize geleneksel Moğol kıyafeti ‘deel’lerden veriyor. Yolculukta ihtiyacımız olabileceğini söylüyorlar. Bunun fotoğraf çekmelik bir turist eğlencesi olmanın ötesinde, oldukça işe yarar bir müdahale olduğunu yakında öğreneceğiz.
Tüm acemiliğimizle güç bela ata binmeyi başarıyor, atların sahibi ile oğlu Cengiz Han ve rehberimiz eşliğinde yavaş yavaş ilerlemeye başlıyoruz. Tayga ormanlarının içinden geçecek ve tepeye doğru yavaş yavaş tırmanacağız. Sık ağaçlar ve zaman zaman bataklık kıvamına gelen zemin sebebiyle yolu arabayla katetmek mümkün değil. En makul ulaşım aracı atlar. Yaklaşık 2 saat at üstünde ilerledikten sonra yemek molası veriyoruz. Tekrar yola çıktığımızda önce yağmur, sonra kar yağmaya başlıyor. Havanın bu kadar ani değişmesine şaşırıyoruz. Henüz 1-2 saatlik yolumuz var, kar durmadığı gibi zaman zaman adeta tipiye dönüyor. “Dağ başında” hasta olmaktan endişeleniyorum. Ama kıyafetlerimiz bizi beklediğimizden çok daha iyi koruyor. Enerjim tükenmek üzereyken rehberimizin neşeyle bağırarak söylediği Moğolca şarkıya kulak veriyorum. Bu beni biraz oyalıyor.
Bir süre böyle gittikten sonra ilk Ren geyiklerini görüyoruz. Mutlulukla atlarımızdan iniyoruz. 300 kadar Ren geyiği ve 2-3 aileden oluşan bir Duha topluluğundayız. Bizi ısınmamız için çadırlarına davet ediyorlar. ‘Teepee’ adı verilen bu çadırlar ‘Ger’lerden farklı, çok daha az konforlu olduklarını söylemek mümkün. Filmlerde gördüğümüz Kızılderili çadırlarını andırıyorlar. İçeri giriyoruz, sobanın yakınlarında ilk bulduğumuz yere oturuyoruz. Ren geyiği sütünden yapılan çaylarımızı içiyoruz. İçerideki 6-7 kişilik erkek grubu bir süre susup bize bakıyor, sonra art arda sigaralarını yakarak sohbetlerine devam ediyor.
Tam o sırada çadırın iskeletini oluşturan ağaçtan direklerden biri büyük bir gürültüyle sobanın üzerine devriliyor. Soba yerinde hafif bir şekilde zıplıyor ama devrilmiyor. O ana kadar sıcak ve güvenli bir yerde olmanın rehavetine kapılıp rahatlayan zihnim yeniden savunmaya geçiyor. Bir an tamamı ağaçtan yapılmış bu çadırların ufacık bir soba kazasında ne kadar kolay tutuşabileceği aklıma geliyor. Erkeklerden birinin yavaşça ayağa kalkıp büyük bir rahatlıkla direği yeniden yerine oturtması bende yeniden bir kayıtsızlık yaratıyor. Çayımı içmeye devam ediyorum.
Kalacağımız teepee’ye geçiyoruz. Ailenin en büyüğü bizimle Duhaca konuşmaya çalışıyor. Ortak kelimeleri keşfedip, rehberimizin çevirisine ihtiyaç duymadan çok basit de olsa bir iletişim kurabilmek hoşumuza gidiyor fakat bu sohbet bir dakika bile sürmüyor. Rehberimiz yeni neslin çoğunlukla Moğolca konuştuğunu, kendi dillerini öğrenmediğini söylüyor. Ailenin en büyüğü bir süre bizimle oturup, votka içiyor, neşeyle rehberimizle sohbet ediyor. Sonra “Sakın eşime içtiğimi söyleme” diyerek gülüyor ve çadırdan çıkıyor.
Henüz karanlık çökmediği halde hava oldukça soğuk. Üstelik Mayıs ayındayız. Rehberimiz burada yaşayanların bu gibi havalarda uyurken ateş yakmaya bile ihtiyaç duymadığını söylüyor. “Nasıl olabilir?” diyorum, ”üç gün kalın siz de alışırsınız” diyor. Duhaların çok daha zor koşullarda bile hayatta kalmayı başardıklarından bahsediyor. Az önce birlikte votka içtiğimiz ailenin en büyüğünün bir gün sarhoşken kış vakti, kaybolan bazı Ren geyiklerini aramak için ormana girdiğini, düşüp ormanda uyuyakaldığını, ailesi onu bulduğunda bacağının morarmış vaziyette olduğunu anlatıyor. “Gördüğünüz gibi hala yürüyebiliyor” diyor gülerek. Yine bir gün ailenin büyük oğlunun kaybolan Ren geyiklerini bulmak için ormana gittiğini, iki hafta boyunca dönmediğini söylüyor. Aileye “telaşlanmıyor musunuz?” diye sorduğunda ”yok ya döner gelir” cevabını almış. Gerçekten de genç adam sağ salim dönmeyi başarmış. Kışın hava kaç derece oluyor diye soruyorum “Eksi 40’tan fazlasını ölçemiyoruz. O yüzden bilmiyoruz ama soğuk oluyor” diyor.
Zifiri karanlık bastırmadan birkaç mum yakıyoruz. Belli aralıklarla sobanın ateşini harlıyoruz. Birkaç ahşap parçasının üstüne serilmiş döşekten yatağıma giriyorum. Uyumaya çalışıyorum. Rehberimiz belli aralıklarla uyanarak sobaya odun atıyor. Üzerimde dört kat elbise onun üzerinde iki kat yorgan var. Sobaya da oldukça yakınım. Yine de sobanın ateşinin zayıfladıkça ürpererek uyanıyorum.
Sabahleyin rehber nasıl uyuduğumuzu soruyor. ”Fena değil” diyorum. ”Dün sence kaç dereceydi?” diye soruyorum. “Normalden biraz soğuktu eksi 15-20 olmuştur herhalde” diyor. Bunu çok normal bir şeymiş gibi söylemesi beni gülümsetiyor. Dışarıda yüksek sesle çalan çocuksu bir müzik sesi duyuyorum. Önce ne olduğunu anlamıyorum. Sonra ailelerden birinin sabit telefonunun çalma sesi olduğunu öğreniyorum. Rehberimiz burada yaşayanların dış dünyayla iletişiminin çoğunlukla, kasabalarda yarı göçebe olarak yaşayan akrabalarıyla yapılan telefon görüşmeleri aracılığıyla sağlandığını söylüyor. Ardından “Bugün Ren geyiklerinin sütünü sağacaklar sanırım, görmek ister misiniz?” diye soruyor.
“Genelde böyle şeyler son dakika karar verirler, planlı yaşamazlar. Taşınmaları da çok kolay. Her şeyi toplayıp yola çıkmaları bir gün falan sürüyor. Kafalarına esince yer değiştirirler.”
Bir süre etrafta dolaşıyor, neler yaptıklarına bakıyor, Ren geyiklerini seviyoruz.
Hava kararıyor. Gece yarısı yıldızları seyretmek için dışarı çıkıyoruz. Teepe’lerin içinde yanan ateşin duvarlara vuran ışıltısı dışında hiçbir şey yok. Sadece yıldızlar. Başta korkutucu gelen ıssızlık hissi yerini huzura bırakıyor.
Ertesi gün Duha’ların yanından ayrılıyoruz. Yine at sırtındayız. Önce buzları henüz çözülen Hövsgöl Gölü’ne, oradan Orhun Yazıtları Müzesi ve ardından Karakurum’a gidiyoruz, Karakurum’dan Ulan Batur’a dönüyoruz.
Bir çırpıda yazdığıma bakmayın. Yol toplam altı gün sürüyor.
Ulan Batur’a girdikten sonra otele varmamız bir saatten uzun sürüyor. Küresel iklim değişikliği ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte azalan yardımlar sebebiyle son 30 yılda 600 bine yakın kişinin kırsal bölgelerden Ulan Batur’a göçtüğü tahmin ediliyor. Bu sayı şehirdeki trafiği ve altyapı eksikliğini açıklayan sayılardan biri.
Trafiğe karşı alınan önlemleri konuşuyoruz. Şehirde toplu taşımanın oldukça cılız olmasının arabayla seyahati yaygın hale getirdiğini, bunun da trafiği büyük bir sorun haline getirdiğini söylüyor rehberimiz. “Bazı yerlere gitmek yürüyerek de arabayla da bir saat sürebiliyor” diyor gülerek. Devlet, trafiğe karşı önlem almaya çalışmış. Bunlardan biri de araçlara belli günlerde plakasına göre trafiğe çıkış yasağı uygulamak olmuş. Örneğin plakası çift haneli sayıyla başlayanlar pazartesi çarşamba ve cumartesi günleri trafiğe çıkmasın denmiş. İnsanların bir kısmı ikinci bir araba alarak bu yasağı delmeye başlamış.
Rehberimizle hayatlarımızdan konuşuyoruz. Yeni evlendiği eşinin okul sebebiyle Fransa’da olduğunu söylüyor. “Sen de Avrupa’ya taşınmayı istiyor musun?” diye soruyorum. ”Ben göçebe olmayı planlıyorum ama tabii bu tek başıma verebileceğim bir karar değil” diyor. ”Zor bir hayat değil mi?” diyorum. “Güzel bir hayat” diyor.
Issızlığın, neredeyse hiçliğin ortasından tıklım tıklım trafiğin içine girmek ani bir geçiş oluyor. Fakat 12 günde bir kere duş aldıktan, sadece bir kere bildiğimiz anlamda tuvaleti olan bir yerde kaldıktan sonra alışık olduğumuz hayata, şehre dönmekten şikayetçi sayılmayız.
Yeniden otele yerleşip dinleniyor, sonra şehirdeki hayatı keşfe çıkıyoruz. Ulan Batur’da Hard Rock Cafe’den üçüncü dalga kahvecilere, butik bira üreticilerinden gece kulüplerine hemen her şeye rastlamak mümkün. Şehirde çok sayıda Kore lokantası olması ilgimi çekiyor. Kore kültürünün gençler arasında ilgi çektiğini öğreniyoruz.
Bir süre sonra Almanya’daki hayatımdan çok da uzak olmayan bir yaşama geri döndüğümü hissediyorum. Akşamı Fat Cat adlı bir caz kulübünde noktalıyoruz. Çalışanlar burada görmeye alışık olduğumuz üzere son derece nazik ve arkadaş canlısı. Çalışanlar İngilizce konuşuyorlar. İçkilerimizi alıyor, konserin başlamasını bekliyoruz. Buranın New York ya da Berlin’deki caz kulüplerinden pek bir farkı yok.
Yalnızca bir gün öncesine kadar yaşadığımız hayatla burasının birbirine bu kadar yakın oluşuna şaşırıyorum.
Türkiye’de ya da dünyanın pek çok başka ülkesinde izole, altyapının, tuvaletin banyonun olmadığı, basit ahşap ya da taş yapılarda hayatını sürdüren ya da göçebe yaşayanlar ile büyük şehir hayatı aynı anda var olabiliyor elbette. Buna ilk defa Moğolistan’da rastlamıyoruz. Ama nüfusun bu kadar büyük bir kısmının göçebe yaşaması, bu yaşam pratiğinin böylesine büyük ve engin bir coğrafyada var olabilmesi beni oldukça etkiliyor.
Şehirde doğup büyüyen pek çok kişinin de Moğolistan’ı gezerken benzer hislere kapılacağını sanıyorum. Kilometrelerce boşluktan sonra görünen tek tük ‘Ger’lerde süren yaşam, uçsuz bucaksız doğanın içinde insanın kendini ufacık hissetmesine sebep oluyor. Ulan Batur’un yoğun trafiği ve beton silüetiyse bu ıssızlık hissinin tam tersini doğuruyor.
Şehri gezip tecrübe etmeye, insanlarla tanışmaya başlayınca işler değişiyor. Neredeyse tamamen gri şehir, Moğolistan’ın sevilen Rock gruplarından The Lemons’ın Ulan Batur’un eski günlerini nostaljiyle anan “1983…86” şarkısında dediği “gökkuşağı renkleriyle parıldayan” bir şehir haline geliyor.
Ülkenin her iki yüzünün de, soğuk havanın aksine oldukça sıcak, kucaklayıcı olduğunu söylemek mümkün.