Hamile eşini boğarak öldürüp mahalleye anons yapmıştı: Ne oldu hatırlamıyorum
Adana'da mahallelinin şikayetiyle 'temizlenen' çöp evden dört kamyon eşya çıktı. Bir işçi kötü koku nedeniyle fenalık geçirdi. Akıllara 1940'ların en 'grotesk' vakası, New York'ta yaşayan Collyer kardeşler olayı geldi.
“Ev bizi kapsayabilmek için sağlam olmalıdır, yani kendimizi rahat hissetmemizi sağlayan bir alanın sınırlarını çizmek yoluyla bize güven verebilmek için ‘sert’, ‘yalıtkan ve dışarıya kapalı’ olmalıdır. Ama dış dünya ile iletişimimiz temeldir ve ev de bizi dış dünyadan koparmadan, uygun bir şekilde etkinliklerimizi geliştirmemize olanak tanımak için aynı zamanda ‘esnek’ ve ‘açık’ olmalıdır. Evin de bedenimiz kadar bize yararlı ve doyum kaynağı olmasını bekleriz. Bunun sonucunda habitat üstünde bedenimizin ‘resmini’ az çok yeniden üretiriz; beden hatlarımızı ve fizyolojisinin çizgilerini orada yeniden yaratırız.” – Psikiyatr Alberto Eiguer.
Yazar ev kavramıyla insan ruhunun paralelliklerini irdelerken konutun bölümlerini ihtiyaçlarımıza göre düzenlediğimize dikkati çeker. Yatak odasında uyuruz, mutfakta yemek pişiririz. Yerimiz yoksa beslenme eylemini de burada yapar, varsa ‘yemek odasına’ geçeriz. Misafirlerimiz geldiğinde onları sosyal alan olarak addettiğimiz ‘oturma odasında’, ‘salonda’ ağırlarız.
Haliyle dört duvar, birkaç pencere, kapı ve çatı hiçbir şekilde yeterli değil bir eve ‘ev’ dememiz için. Bu aktiviteleri yapabilmek için eşyalara ihtiyacımız var. Perde, koltuk, masa, sandalye, televizyon, oyun konsolu, şarj aletleri, prizler, yatak, nevresim, buzdolabı, tencere, tabak, çatal, bıçak, buzdolabı, ekmeklik, duşakabin, lavabo, çamaşır makinesi, havlular ve ilk etapta akla gelmeyen niceleri.
Ancak kısaca ‘istifçi’ diye nitelenen, yani kompulsif biriktirme hastalığına sahip insanlar bunlarla yetinmiyor. ‘Bir gün işe yarar’ düşüncesiyle ya da aradaki duygusal bağ nedeniyle sahip olduğu materyali değerine, kullanım durumuna bakmaksızın elden çıkarmaktan imtina ediyor. Bunları sakladığı yer de genellikle evi oluyor.
Adana’nın Seyhan ilçesinde bir işçinin fenalaşıp kendinden geçmesine sebep olan evin sahibi de büyük ihtimalle bu sorundan ya da buna yol açan bir problemden muzdaripti.
Yeşilyurt mahallesinde ikamet eden 53 yaşındaki Abdullah Aslan’ın evinden uzun süredir kötü koku geliyordu. Komşuları artık dayanamadı, 112 Acil Çağrı Merkezi’ni aradı. Polis ve belediyenin temizlik işçileri de binaya gitti.
İçeri giren işçiler gördükleri manzara karşısında şaşkınlıklarını gizleyemedi. Geldikleri yer adeta küçük çaplı bir çöplüktü. Yaklaşık 10 saat boyunca temizlik yapıldı. Bir işçi kokudan etkilenip bayıldı. Arkadaşları hastaneye kaldırdı.
Günün sonunda evden dört kamyon çöp çıkarıldı.
Mahalle sakinlerinden Osman Köksal gelinen yerden hoşnut. Ancak geleceğe dair pek de umudu olmadığı anlaşılıyor. Durumun yaklaşık 20 yıldır böyle olduğunu dile getirdikten sonra şunları anlatıyor:
“Bu sokak daha önce kapalıydı, ama yol açtılar. Bunları görmüyoruz, evden çıkmıyorlar. Bir kişi var, o topluyor genelde. Sanırım hasta ve ruh sağlığı tedavisine de götürüyorlar. Sağda solda ne varsa toplayıp getiriyor. Bu kokuyu ve görüntüyü kim ihbar etmez. Burada biriktirmenin ne faydası var, para da etmez ki bunlar. Milletin çocuğu var, sinekten geçilmiyor çok rahatsızız. Burayı temizliyorlar, ama iki hafta sonra yine böyle olacak.”
Şimdi başka bir yere, başka bir zamana gidelim : 1909 – 1947 arasında New York’ta yaşadıkları malikaneyi bir yığın eşyayla dolduran Homer ve Langley Collyer kardeşler tarihin en ünlü istifçileriydi.
Aslında oldukça varlıklı bir ailede doğmuşlardı. Babaları doktor Hermen L. Collyer, anneleri eski opera sanatçısı Susie Gage Frost Collyer’di. Langley hukuk, Homer elektrik ve makine mühendisliği alanında uzmanlaştı. Ebeveynleri Beşinci Cadde’deki evi sanatoryuma dönüştürmek istedi, anlaşmazlık oldu, ayrıldılar ve hayatları değişti.
Baba 1909’da evden gitti, 1923’te öldü. Anne de altı sene sonra yaşamını yitirince iki kardeş kendilerini dış dünyaya kapatmaya başladılar. Homer bir sigorta şirketine bazı işler yapıyordu, ancak gözlerini kaybetmeye başladığında, 1932’de çalışmayı bıraktı.
Haliyle Langley de kardeşiyle ilgilenebilmek için biraz zorunlu, biraz gönüllü inzivaya çekildi. Kardeşinin görme yeteneğinin C vitamini açısından zengin bir diyetle geri gelebileceğine inanıyor, ona haftada 100 portakal veriyordu. Bir yandan da ‘görmeye başladığında’ okusun diye gazete biriktiriyordu. Bunu yıllarca sürdürdü.
Onları ölüme sürükleyen ‘istifçilik’ işte böyle başladı.
Bu ‘kapalılık’ hali dışarıdan fazlaca ilgi çekiyordu. “Evde ganimet var”, “Büyük bir para saklıyorlar” söylentileri hızla yayıldı. Langley içeri girilmesini engellemek için kapıları, pencereleri çiviledi. Eve yığınlardan ‘tuzaklar’, ‘labirentler’ kurdu. Artık yalnızca geceleri dışarı çıkıyordu.
Kardeşler senelerce kimseyle iletişim kurmadı.
Evden çıkmadıkları için fatura da ödemiyorlardı. Sonunda icra memurları kapılarını çaldı. Langley borcu tek seferde kapattı. Adamın yazdığı çeki alarak evden ayrılan polisler birkaç yıl sonra yeni bir ihbarla döndü. 21 Mart 1947’de gelen bildirim şöyleydi: “Evde ölü var.”
O kadar çok eşya vardı ki polisler girecek kapı bulmakta bile zorlandı. Sonunda ikinci kattaki camı kırıp içeri daldılar. Kısa bir aramanın ardından bulundu Homer’ın cesedi. Ancak bahsettiğimiz gibi koca bir çöplüktü konut ve Langley’i ancak 15 gün sonra bulabildiler; 8 Nisan 1947’de.
Temizlik işini yürütenlere göre Langley bir yığının altında kalarak, Homer ise açlıktan ölmüştü; kardeşi ona yemek getiremediği için.
Evden 140 ton çöp çıktı.
Bebek arabaları, paslanmış bisikletler, bozulmuş yiyecekler, patates soyucular, silahlar, cam avizeler, bowling topları, kamera ekipmanı, terzi mankenleri, bir kano, at arabasının açılır kapanır tentesi, paslı yatak yayları, kavanozlarda turşu gibi saklanan insan organları, sekiz canlı kedi, kırık Noel ağaçları, bir Ford Model T’nin şasesi, on dört piyano, idrar ve dışkı dolu kaplar ve nereyi açtığı çoktan unutulmuş anahtarlar bulunanlardan sadece bazılarıydı.
Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından hazırlanan ‘Psikiyatriden Gündeme’ adlı programın 29 Ekim 2022 tarihli bölümünde istifçilik geniş şekilde ele alınıyor. Prof. Dr. Kadir Özdel, Dr. Sinem Yolcu’nun “İstifçilik nasıl tetikleniyor?” sorusuna şu yanıtı veriyor:
“Aslında bir şekilde ‘tutma’ isteği evrensel. Hepsinde bu var. Ama mesela bir nesne neden önemli veya değerlidir? Kendi hayatımızdan düşünelim. Ve neden vazgeçilemezdir? İşte bu noktada biriktiricilik bozukluğu olan bireylerde algıda bir sapma oluyor. Ya işte, ‘kullanılır, lazım olur’ gibi bir şey… Kişi ‘lazım olacak’ bir şeyi almadığında kendisini sorunlu da görüyor. ‘Normalde almam gerekir. Biriktirmem gerekir. İhmal ettim’ gibi.
Bir diğeri de ‘bilginin yok olması’ korkusu. Mesela aklıma geldi, dağıtmayayım konuyu, ama ‘akademik istifçilik’ diye de bir şey var. Online kitap veya makale indiriyorsunuz. İndir, indir, indir. Yüzde 99’una bakmıyorsunuz bile. Ama o bilgi ‘önemli.’
Bazen çok kültürel görünen bir şey bile istiflemek olabilir. Koleksiyonerlik dediğimiz zaman istiflenenle ilgili değer ve önemi, faydayı çok daha net anlayabiliyoruz. Bir yönü böyle.
Öbür uçta o kadar farklı istiflemeler var ki… Hayvan sever diye düşünüyorsun. Ama bütün apartmanla kavgalı, 20 kedi. Onlara bakamıyor. Bakımıyla ilgili zorluk çekiyor. İnsanlar rahatsız oluyor. ‘Hayvan istiflemek’ diye bir kavram. Daha ağır bir olgu da tırnak kesmemek. Tırnakla bağ kurmuş kişi çünkü. O tırnağı kesip attığında vücudundan önemli bir şey attığını düşünüyor. Öbür ucu da saç kesememe. Uzadıkça uzamış. Saçını kesemiyor, sakalını kesemiyor. Kestiğinde vücudunun bir parçasını kesiyormuş gibi oluyor. Daha da ağır vakalarsa dışkısını biriktirme.
Olayın ağır tarafına gittiğimizde anlamakta, değer atfetmekte, algılamakta zorlandığımız bir tabloya gidiyoruz. Günlük hayatımızda bir şeyleri atmamak, koleksiyonerlik gibi tematik şeyler var. Neden biriktirir sorusunun böyle bir cevabı var. Neden olarak ortaya konan durum normal ve patolojik arasında gidip geliyor.
Bu kişiler sağlık hizmetlerine nasıl ve neden başvuruyor?
Özdel bir kısmının zaten kendiliğinden yardım aradığını söylüyor. “Kimse siz istemediğiniz sürece sizi değiştiremez” notunu düştükten sonra şunları anlatıyor:
“Bir kişinin yardım arıyor olması aslında değişim için çok büyük şans. Bir kısmı doğrudan bu belirtiler için geliyor, bir kısmının başka takıntıları oluyor yanında. Emin olamıyor. ‘Çocuğuma zarar verdim mi?’ diye korkan bir hastam olmuştu. Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) takıntıları vardı. Bebeğinin bezlerini istifliyordu. Bu bağlamda ortaya çıkmıştı mesela.
Bir kısmının gelişi ise yakınlarının ısrarıyla… ‘Annem, babam, eşim böyle diyor, bu benim için dayanılmaz hale geldi.’ Bazen tehdide dönebiliyor bu. ‘Eğer yardım almazsan boşanırım senden’, ‘Yardım almazsan evinden ayrılırım’ gibi.
Bir kısmı da hukuki süreçler nedeniyle geliyor. Mesela evde gazete biriktirmiş ve ufacık bir kıvılcımla yangın çıkmış. Biraz önceki gibi hayvan istifleme nedeniyle belediyeye haber verilmiş ve kokudan rahatsızlık duyulduğu için belediye hukuki süreç başlatmış. Bu kişiler zorla getiriliyor.
‘Doğrudan istifleme nedeniyle gelenler’, ‘başka belirtiler yanında bir de istifleme nedeniyle gelenler’, ‘yakınlarının getirdiği’ ve ‘hukuki nedenle gelenler’ diye dört kategoride özetleyebiliriz.”
Prof. Özdel istifçiliğin tedavisine geçmeden önce “Ne yapmamak gerekir?” sorusunu önceliyor. Ona göre bu kişilerin evine zorla girip eşyaları atınca, yani ‘evi temizleyince’ iyilik yapılmış olunmuyor:
“O davranışla ilgili herhangi bir değişikliğe sebep olmuyor. Bir süre sonra aynı düzen yeniden kuruluyor. Bu davranış kişilerin yardım almasıyla ilgili düşüncelerini, dış dünyadaki insanlarla ilişkisini bir derece daha bozuyor. Bu bireylerde izolasyon çok yaygın. Kendilerini toplum içinden gitgide çekiyor bu insanlar ve yabancılaşıyorlar ailelerine, insanlara. Komşuları var diyelim az çok görüştüğü. Onlar şikayet etmişler ve evdekiler kamyon kamyon atılmış. Komşular açısından iyi bir şey tabii, ama kişiler için değil. Onu söylemek gerekiyor. Gizli gizli atmak, zorla atmak, kişi istememesine rağmen onun gözü önünde bunları çıkarmak acı verici oluyor ve güveni sarsıyor.
Psikoterapi bunun tam merkezinde. Eğer bir gelişme sağlanacaksa bu gelişmeyi sağlamadaki en önemli rol sahibi psikoterapiler oluyor. Zor ama… Nasıl bazı ameliyatlar diğerlerine göre daha zorsa bu da öyle. Biriktiricilik bozukluğunun psikoterapisi zor psikoterapilerdendir. Başka belirtileri de varsa ilaç tedavisinden yararlanmak da gerekebilir.”