İhracatçı ana pazarlardan iyi haber aldı
Dünyanın doğu ve batı bloğu olarak ikiye ayrıldığı Soğuk Savaş döneminde rekabet askeri ortamdan çıkıp bilim, uzay ve sanat gibi birbirinden farklı dallara taştı. Bu rekabetten pek tabii spor da etkilendi. Üstün gelme isteği dopingi zorunlu kıldı.
1984 Olimpiyat Oyunları’nda dokuzuncu olan Alman heptatlet Birgit Dressel, bir keresinde annesine şöyle söylemişti, “Bu ilaçlar tamamen zararsız. Bütün sporcular bunları alıyor. Gerçekten önemli bir şey değil.” Ne yazık ki bu sözler gerçeği yansıtmıyordu. 8 Nisan 1987’de sırt ağrısına yardımcı olması için ilaç aldıktan sonra Dressel’in vücudu alerjik şoka girdi ve hızla organ yetmezliği gelişti. Mainz hastanesinde iki gün süren acının ardından henüz 26 yaşında hayatını kaybetti. Otopside vücudunda anabolik steroidler de dahil olmak üzere 100’den fazla ilaç kalıntısı bulundu. Tıbbi geçmişi, kariyeri boyunca en az 40 farklı madde enjekte edildiğini, sadece bir doktorun 400 enjeksiyon yaptığını gösteriyordu.
Dressel son dönemlerinde ağrısız biçimde yarışabilmek için reçeteli ilaçlara aşırı bağımlı hale gelmişti. Yorucu antrenmanlar vücudunu sınırına kadar zorlamıştı ve ölümüne kadar geçen sürede kalça ağrısı, omurga eğriliği, disklerde hasar ve omurgada kaynaşma, pelvisin yer değiştirmesi, her iki diz kapağının dejenerasyonu ve ayak kemerlerinde çökme gibi sorunlar yaşıyordu. Ağrıyı hafifletmek için günde dokuz hap aldığı ve üç ayrı doktor tarafından verilen ek ilaçlar kullandığı bildirildi. Dressel’in trajik ölümü insanların rekabete ayak uydurmak için ne kadar ileri gidebileceğinin ürkütücü bir örneğiydi, ancak hikayesi çok daha geniş bir etkiye sahipti.
1990’da Almanya’nın yeniden birleşmesinden sonra Doğu Alman gizli polisi Stasi tarafından tutulan belgeler on yıllardır birçok kişinin şüphelendiği şeyi ortaya çıkardı: Doğu Almanya, muazzam sportif başarıya yol açan devlet destekli ve sistematik bir doping operasyonu yürütmüştü. Kirli detaylar yavaş yavaş ortaya çıktıkça batı bloğu ülkeleri haklı çıktıklarını hissettiler. 1980’ler boyunca Doğu Almanya’nın diğer Sovyet uydu devletleriyle birlikte doping yaptığı iddiaları hızla artmıştı. Burada demir perdenin ötesindeki tarafın baştan beri hile yaptığına dair bir teyit vardı. Ancak hikaye bu kadar basit değildi. ‘Temiz’ ve ‘kirli’ sporcular arasındaki ayrım, Almanya’yı yaklaşık 50 yıl boyunca ikiye bölen çizgi kadar net değildi. Bremen doğumlu ve Mainz’de yaşayan Birgit Dressel Doğu Almanya’dan değil, Batı’dandı. Ortaya çıkmaları onlarca yıl sürecek olsa da, Batı Alman sporunun da kendi sırları vardı…
Freiburg Üniversitesi’nde 2009’da Batı Alman doping faaliyetlerini araştıran komiteye başkanlık eden Letizia Paoli konu hakkında şu demeci verdi:
“1970’lerden itibaren Doğu Almanya birçok madalya kazanmaya başlayınca Batı Alman politikacılar endişelenmeye başladılar ve Batı Alman sporcuların da madalya kazanması gerektiği mesajını yaydılar. Doğu’dan daha kötü görünmeyi göze alamazlardı. Madalyalar, politik ve ekonomik başarının bir göstergesi olarak görülüyordu.”
Doğu Alman doping sistemi katı, sistematik ve her şeyi kapsayıcıydı. Stasi dosyaları başlangıçta amatörce olan doping programının 1974 yılında masum görünümlü bir politika olan ‘Devlet Araştırma Planı 14.25’ ile profesyonel bir hale dönüştürüldüğünü ortaya koydu. Bu politika olimpik zafer getirebilecek tüm sporlarda doping yapılmasını zorunlu kıldı. Binlerce sporcu(bazıları 12 yaşında olmak üzere) hilenin bir gereklilik olarak görüldüğü bu programa dahil edildi. Soğuk Savaş döneminde Doğu Almanya’da eski bir sporcu olan “Duvarın Arkasında” adlı kitabın yazarı Ines Geipel konu hakkında şöyle diyor:
“Antrenman rejimi gerçekten zordu. Günde üç kez antrenman yapıyorduk ve antrenman yapmadığımız zamanlarda iyileşmek için fizyoterapi, sauna ve yogayla ilgileniyorduk. Yarışmaya hazır iyi yetiştirilmiş atlar gibiydik. Genç insanlar olarak spor bizim için dünyayı görmenin, dışarı çıkmanın tek yoluydu. Bize alüminyum folyoya sarılı çeşitli tabletler veriliyordu ama onlar hakkında hiçbir bilgimiz yoktu, sadece çok terlediğimiz için onları almanın iyi olduğu söyleniyordu.”
Kurtarılan belgeler sayesinde Geipel şimdi kendisine ağırlıklı olarak oral turinabol adlı anabolik steroid verildiğini biliyor. Sporcuların kendilerine dikte edilen ilaçları almaları reddetmeleri hatta sorgulamaları bile sponsorlukların geri çekilmesine ve Stasi’nin fişlemelerine neden oluyordu. Stasi’nin radarına bir kere girmek demek konut ya da sosyal yardım alma şansını düşürmek anlamına gelmekteydi. Geipel 1984 Olimpiyatları’ndan sonra Los Angeles’ta kalarak aşık olduğu Meksikalı bir atletle birlikte kaçma planlarını Stasi’ye yakalatmasının ardından gizli servisin tüm baskısını üzerinde hissetti. Doğu Almanya’ya döndükten sonra Stasi baskıyı daha da artırdı, spordan men edildi ve birçok hemşehrisi için sosyal bir ‘parya’ haline geldi.
“Eğer kaçtıysanız bir hain olarak görülürdünüz,” diyor Geipel, “İlk olarak aşık olduğum Meksikalıya benzeyen bir adam bulmak istediler. Sonra beni Stasi’ye bağlı olmaya zorlamaya çalıştılar. Ama bunu yapmadım. Son aşama, başka bir seçenek görmediklerinde beni ameliyat etmek ve karnımı kesmekti. Her şey dosyalarda var… karnımı öyle bir şekilde kestiler ki, tüm kaslar ve her şey zarar gördü, artık koşamayacak ve dünyaya ulaşamayacak bir hale geldim.”
Ines Geipel Ağustos 1989’da sıkı bir şekilde savunulan sınırın ötesine sürünerek Macaristan üzerinden Batı’ya kaçtı…
Almanya’nın yakın dönem doping geçmişinin izlerini sürmek ve on yıllar öncesine geri gitmek mümkün. 2006 Tour de France’tan bir gün önce patlak veren skandalda 1997 galibi ve 2006 yılının da favorilerinden biri olan Alman bisikletçi Jan Ullrich basın toplantısına giderken otobüste oturuyordu ki dünyasının etrafında çökmek üzere olduğuna dair haberi aldı. İspanyol polisinin dopingle ilgili yürüttüğü ‘Operation Puerto’ soruşturması, onu yasa dışı kan transfüzyonuyla ilişkilendirmişti. Soruşturmanın detayları skandalı ortaya çıkarıyordu. Liberty Seguros–Wurth takımının sportif direktörü Manolo Saiz, Madrid’de bir evrak çantası dolusu nakit para ile tutuklandı. İspanyol isim hiçbir zaman hüküm giymedi ancak profesyonel bisikletçiliğin en üst seviyesine de bir daha geri dönemedi.
Başka bir yerde doktor Eufemiano Fuentes’in kliniğinde sporculara ait kod adlarla etiketlenmiş 186 kan torbasıyla dolu bir buzdolabı bulundu; ayrıca kanı manipüle etmek ve transfüze etmek için karmaşık makineler de keşfedildi. Alman merkezli T-Mobile takımına yönelik araştırmalar on yılı aşkın doping faaliyetlerini ortaya çıkardı. İki takım doktoru, Andreas Schmid ve Lothar Heinrich, uzun süreli doping faaliyetlerine iştirak ettiklerini kabul ettiler.
Schmid savunmasında bilinçsiz herhangi bir sporcuya doping vermediğini iddia ederek, “Bisikletçilere, özellikle EPO [eritropoietin, vücudun daha fazla kırmızı kan hücresi üretmesini sağlayan hormon] gibi ilaç maddelerini talep üzerine temin ettim” dedi. İki isim batının sınırına sadece 20 mil uzaklıktaki bulunan güneybatı Almanya’daki Freiburg Üniversitesi Tıp Merkezi’nde çalışmalarını yürütmektelerdi…
Freiburg Üniversitesi yaşananlar üzerine tarihteki doping iddialarını incelemek üzere bağımsız bir komite kurulacağını iddia etti. İlk komisyon sağlık nedenleriyle hızla feshedilirken İtalyan kriminolog Letizia Paoli’den ikinci komiteye başkanlık etmesi ve altı kişilik bir soruşturma ekibine önderlik etmesi istendi. Paoli kabul etti, ancak onun ve ekibinin üniversite ile ilişkisi kısa sürede bozuldu. Altı araştırmacının tümü, üniversitenin ve departmanlarının iş birliği eksikliğine protesto ederek istifa etti ancak sonunda bağımsız bir rapor yayınlayabildiler. Bu rapor Freiburg’da görev yapan hekimlerin on yıllar süren doping faaliyetlerini lekeleyici bir şekilde resmediyordu. İki kişi kilit oyuncular olarak gösterildi: profesörler Joseph Keul ve Armin Klumper.
2000 yılında hayatını kaybeden Keul 1960’lardan itibaren Almanya’da popüler bir hekimdi. Onlarca üst düzey sporcu ile çalıştı ve 20 yıldan fazla bir süre Alman Olimpiyat takımının başhekimi olarak görev yaptı. Klumper ise 1960’ların ortalarında Freiburg’a katıldı. Başlangıçta bir tıbbi asistan olarak, sonra spor travmatolojisi başkanı olarak görev yaptı. Komisyonun incelediği kaynaklara göre 1970’ler ve 1980’ler boyunca Batı Alman atletlerinin yüzde 90’ı Freiburg’dan geçti ancak kaçının doping yaptığı asla bilinmeyecek. Kesin olarak bilinen tek şey ise Keul ve Klumper’ın Batı Almanya’nın ve daha sonra Almanya’nın sportif başarılarında hayati roller oynadığı…
Komite başkanı Letizia Paoli, “Atletler Klumper’ı seviyordu. Tanı koyma konusunda mükemmeldi ve çok zaman geçirdikleri atletlerle birlikte pistlerdeydi, oysa Keul daha uzaktan yaklaşıyordu” diyor. Klumper’ın doping ile olan ilişkisine dair kanıtlar şaşırtıcı. Eski sporcularla yapılan röportajlarda kötü ün kazanmış ‘Klumper kokteylleri’ defalarca referans gösterildi. Buna maruz kalan isimlerden birisi de Dressel’di. Freiburg’a son ziyareti 24 Şubat 1987’de yani ölümünden üç ay önceydi. Burada kendisine 15 madde içeren bir kokteyl verildiği tespit edildi.
1980’lerin sonlarına doğru disk atıcı Alwin Wagner ve sprinter Manfred Ommer gibi birçok Batı Alman sportif figürleri tarihi doping ile ilişkilendirilen Klumper’i yaşananlarla açıkça ilişkilendirdi. Buna karşın Klumper’i destekleyenler de vardı. 1997’de bazı önemli Alman spor isimlerinden jimnastikçi Eberhard Gienger, dekatlet Jürgen Hingsen ve futbolcu Wolfgang Overath durumun diğer tarafında kalmayı tercih etti. Gienger kariyeri boyunca anabolik steroidler aldığını 2006’da itiraf etti. Ameliyat sonrası iyileşmesine yardımcı olmak için doping yaptığını ve Klumper’in burada kilit rol oynadığını söyledi. Hingsen ise 2016’da Klumper ve Keul’in kendisine hiçbir yasadışı şey teklif etmediği konusunda net demeçler verdi. Overath ise elit sporculuk döneminde doping yapıldığı iddialarını ‘absürt’ olarak nitelendirdi.
Olimpiyat altın madalyası sahibi çekiş atıcı Uwe Beyer, Keul’ün adını taşıyan steroid reçetesini ortaya sundu ancak Klumper’in meslektaşlarıyla doğrudan ilişkilendirilen deliller daha az yaygındı. Keul bunun yerine ilaç kötüye kullanımının sağlık risklerine dair artan kanıtları ve dolandırıcıları yakalamak için tasarlanan anti-doping sistemini baltalamaya çalıştı. 1976’da duruşunu kendine ve başkalarına nasıl açıkladığını anlatan bir röportaj veren Keul Alman ZDF kanalına şunları söyledi:
“Zarar vermeyi önlemeleri gerektikleri nerede yazıyor? Bu genel bir tıbbi görevdir ancak spor hekimliğiyle hiçbir ilgi alakası yoktur!”
Onun için sağlıklı sporcuların performans artırma amacıyla risk alması farklı bir tıp dalıydı ve burada normal etik kurallar geçerli değildi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra kamu fonlarının azalmasıyla 1992 yılında Keul büyük miktarlarda dış kaynaklardan, özellikle Deutsche Telekom’un bisiklet takımından (daha sonra T-Mobile olan) para almaya başladı. T-Mobile ve Keul’un Freiburg’daki meslektaşlarının 2006 Tour de France doping skandalına karışmasıyla sporun Soğuk Savaşı’ndan zaferle çıkan ‘erdemli Batı Almanya’ anlatısı onarılamaz bir darbe aldı. Ağustos 2013’te ise bu anlatı tamamen yıkıldı.
Alman Spor Bakanlığı tarafından görevlendirilen ve Berlin’deki Humboldt Üniversitesi ile Münster Üniversitesi araştırmacıları tarafından gerçekleştirilen bir rapor olan ‘1950’den Bugüne Almanya’da Dopingle İlgili Sızıntılar’ çeşitli Alman gazetelerinde yer aldı. Rapor yasal gizlilik endişeleri nedeniyle büyük ölçüde sansürlendi ancak Soğuk Savaş bölünmesinin her iki tarafında da dopingin yaygın olduğunu ve yeniden birleşmeden sonra da devam ettiğini iddia etmekte oldukça açıktı. Batı Alman dopingine dair ortaya çıkan bu açıklamalar bir bomba etkisi yarattı ve yankıları tüm dünyaya yayıldı.
Aynı rapor Batı Almanya’nın 1954 Dünya Kupası finalinde sıkça ‘Bern Mucizesi’ olarak adlandırılan Macaristan’a karşı şok edici geri dönüş zaferini bir enerji artırıcı metamfetamin tarafından desteklendiğini iddia ediyor. Bu maddenin 1950’lerde Freiburg’daki merkezde doping özellikleri açısından derinlemesine incelendiği biliniyor. Batı Almanya’nın 1966 Dünya Kupası’nda finale çıktığı ama İngiltere’ye 4-2 kaybettiği maçla ilgili de soru işaretleri bulunuyor. Rapor, bir FIFA yetkilisi olan Mihailo Andrejevic’in Alman Atletizm Birliği Başkanı Max Danz’a gönderdiği bir mektupta Alman milli takımının üç oyuncusunda merkezi sinir sistemi uyarıcısı olan efedrinin izleri bulunduğunu bildirdiğini ortaya çıkardı. Ayrı raporda 1972 Münih ve 1976 Montreal oyunlarına ilişkin şaibeler de ortaya konuldu.
Raporun belirttiğine göre Almanya’nın spor federasyonlarının çoğu kendilerinden istenen arşiv belgelerini paylaşmayı kabul etti ancak ülkenin atletizm federasyonunun başkanlık toplantılarının tutanaklarını vermeyi reddetmesi dikkat çekti. Rapor ayrıca Alman Futbol Federasyonu’nun araştırmacılara nihayetinde kabul edilemez şartlarda erişim sağladığını ve güvenlik hizmetlerinin Batı ve Doğu Almanya’dan potansiyel dopingle ilgili belgelere erişimi reddettiğini belirtti. On yıldan fazla bir süre karşın bu başlangıç raporu sansürlü haliyle bile yalnızca Almanya hükümetine talepte bulunarak fiziksel bir kopya olarak temin edilebiliyor.
Soğuk Savaş’ın bir galibi var ve galipler genellikle tarihi ve hikayeleri istedikleri gibi şekillendirme özgürlüğüne sahiptir. Ancak Batı Almanya’nın sırları kısmen de olsa senaryoyu değiştirecek şekilde ortaya çıktı. Doğu Almanya binlerce sporcuyu açık onayları olmadan spor avantajı elde etmek için sistematik olarak dopingle besledi ancak Batı’daki durum çok daha az şeffaftı. Batı Almanya’dakiler Doğu Almanların hayal bile edemeyeceği bir özgürlüğe sahipti, ancak giderek daha belirgin hale geliyor ki birçoğu düşmanlarıyla aynı yöntemleri tercih etti. Kimileri için Soğuk Savaş döneminde madalya mücadelesinde avantaj sağlamak için her şey mubahtı, Almanya’da yaşananlar da bu önermeyi destekler bir done olarak tarihteki yerini aldı.