‘Akıntının tersine yüzebilirsiniz’

Ressam Mehmet Güleryüz, "İnsandan daha ötede hiçbir şey yok" diyen sanatçılardan biriydi. Eserlerinin odağında da hep insan vardı. Güleryüz'ü Prof. Dr. Jale Erzen ile yaptığı, kitaplarda kalan bir söyleşiyle uğurluyoruz.

Kültür Sanat 4 Eylül 2024
Bu haber 3 ay önce yayınlandı

86 yaşında hayatını kaybeden Mehmet Güleryüz’ün yaşamı hep üretimle geçti. Yaşamının da eserlerinin de odağında hep insan vardı. Birkaç yıl önce son dönemdeki eserlerine odaklanan bir kitap yayımlandı. Editörlüğünü Haldun Dostoğlu’nun üstlendiği, QNB Finansbank tarafından yayımlanan kitapta Prof. Dr. Jale Erzen, Güleryüz ile kapsamlı bir söyleşi yapmıştı. İşte o söyleşiyi yayımlıyoruz.

Yetmişlerin başında ikimiz de yurtdışından yeni gelmiştik sanıyorum. Sen bir ateş topu gibi müthiş bir enerji ile Türkiye’deki akademik ortamın içine fırlatıldın. O günkü resimlerini hatırlıyorum. Bana bir isyan, bütün estetik güzelliklerine, her şeye rağmen, bir isyan ifadesi olarak geldi. Öyle anladım ve bu gün hâlâ senin o enerjin devam ediyor.
– Zannediyorum kesintisiz sürdü.

– Bugün resimlerindeki bu enerji -ve hâlâ- bedenle ilgili, insanla ilgili, ilgilerin arkasında aynı dramı, aynı isyanı yaşıyor musun? Bununla başlamak istiyorum.
– Senin tarafından gözlenmiş olan kısmıyla ilgili çok doğru bir saptama… Bunun dışındaki ve bunun öncesindeki süreçler de söz konusu tabii. Yurtdışından geldiğim zamanın öncesinde, gençliğimin ilk yıllarındaki tepkilerim, algılayış, içselleştirme, bünyemle ilgili.

Sanırım gençliğinde başlayan ilgiler bugünü de tayin etti.
– Genç bir insan için, aslında zamanının büyük kısmını bu tür meraklara ayırması zaten gelecekteki yolunu da gösteriyordur. O zaman bunu hiç farkına varmaksızın, iç güdülerinle, senin doğal davranışın olarak birtakım seçimler yapıp, seçtiğin durumlara odaklanıyorsun. Konformist bir yapı değil yapım. Kollektiften yana, uyumsuz olmayan(!), ezeli muhalif bir bünye diyebilirim.

– Hangi meraklardan söz ediyorsun?
– Mesela temelde benim ta çocukluktan gelen bir tiyatro sevgim ve oyunculuk dürtüm var. Bunun yanında aynı şekilde bir de resim tutkum var. Bunlar böyle iki at olarak arabayı çektiler. Bir arabanın iki atı olarak koştu. Bazen bir atı arabadan söküp, binip gittim ama her zaman o öbür atla ilişkim oldu. Yedekte tuttum, bakımını yaptım… O iki atı tekrar koşturma yollarını aradım.

‘Hep resme aittim’

– Demek oyunculuğa girdin?
– Erken bir tarih diyebileceğim, on sekiz yaşımdan itibaren oyunculuk fırsatları aradım. Ciddi olarak öğrenim görme ihtiyacını duyduğumda o yıllarda tesadüf olarak Haldun Dormen de Yale’den (1958) dönmüştü. Kurduğu cep tiyatrosundaki kurslara devam ettim. O cep tiyatrosu sonra bize kaldı. Biz orada bir, iki sene oyun oynadık. O sürede Akademi’deki öğrenciliğim de sürüyordu.

– Hangi oyunları oynadığınızı anımsıyor musun?
– Erol Keskin, Özcan Er’in yönetimlerinde Türk yazarlarının küçük oyunlarını, mesela Yılmaz Gruda’nın ‘Susanların Sonu’, Plautus komedileri, hatta Heinrich von Kleist’ın ‘Kırık Testi’sini oynamaya kalktık. Parasızlıktan sürdüremedik. Tiyatro benim birinci derecede hayatiyetimi cevaplayan bir şey; enerjimi koyduğum, hem bedenimi sınadığım, hem ifademi oluşturabildiğim alan. Resim gariptir, bedenim gibi zaten benim malımdı, hep resme aittim.

Hem resimde hem tiyatroda bedensel bir ifade var. Senin resminde özellikle. Aslında tiyatroda da bunu görüyoruz. Bedenle konuşmak ve insan ilişkilerinin gerginliği veya yumuşaklığı -ama umumiyetle sende bu gerginlik olarak ortaya çıkıyor- bu bedensel ifade aynı zamanda tabii mekânı oluşturuyor. Mesela Merleau-Ponty diyor ki: “Mekân bedendir.” Senin bedenindir mekân.
– Birinci mekân bedendir.

– Birinci, ama bulunduğun mekâna da odaya da bedenin dinamikleri yansıyor. O şekilde algılıyorsun bütün mekânları, girdiğin bütün mekânları, hem de başkalarının bedenlerinin dinamikleriyle. Böyle bir enerji yoğunluğu, bir enerji örgüsü oluyor. Senin resimlerinde de bu var. Bu konuda ne düşünüyorsun? Bu doğru bir saptama mı?
– Tabii.

– Tiyatronun ve resmin ilişkilendirildiği yer de tam burası. Bir sahneleme içinde dramın, gerginliğin ifade edilmesi.
– Kökeni ressam olan bir oyuncu, bir tiyatro kişisi olarak (çünkü oyunculuğun yanı sıra. Kostüm tasarımları, dekor yaptım, Mask yaptım vs.) beni ilgilendiren daha ziyade kendi oyunumun veya tiyatronun benden istediği değil, benim tiyatrodan beklediğim… Resmi düşünerek yaratma, oluşturma dürtüsünün tiyatrodan kaynaklanmasını, dağılmasını sorguluyorum. Bu dürtü ve bu enerji nerelere varabilir? Antonin Artaud’nun da aynı şekilde, çok yönlü; yazar olarak, filozof olarak, oyuncu olarak, desenci olarak… Benim sorunlarıma benzer sorunları çok yönlü yapıtlarla deneyimlediğini daha sonraları keşfettim.

– Anladığım, tiyatroda ve Artaud’da gördüklerinle kendini tanıdın.
– Tiyatro size çok yönlü fırsatlar veren bir yapı. Fiziğinizi tanımanızı, ruhsal yapınızın boyutlarını anlamanızı şart koşuyor. Resim de sonunda sizin bunu sorgulamış olmanız gerektiğini anlatıyor. Ressam da oyuncunun hazırlık safhasından geçmeli. Eğitim metodu olarak kendi atölyelerimde his çalışmalarını öne alan süreçler oluştururum. Ana kaynağı, kişideki öz suyun kaynağını keşfetme araştırmaları. Kendimde, tiyatroda ilerlediğim anlama süreçlerinde, duygu durum araştırma süreçlerinde attığım adımlarda önümde açılan düşüncemi, buna bağlı sorularımı cevaplayan haller, kurguladığım resimde tıkandığım durumları çözebilmemde önemli rol oynadı.

– Yani resim eğitiminden daha çok olanaklar verdi?
– Resimde, akademik eğitimin insiyaki olarak sorguladığım sonuçlarından ve eksiğinden anladım eleştirimin doğruluğunu. Tiyatrodaki araştırmalarda teorisyenlerin beden ve duygu kontrolü üzerine önerilerinin çoğu resimde bedenin rolü, bedenin aklı ile ilgili sorularımla uygunluk gösteriyor.

Çok doğru anlatıyorsun, zaten, bugün artık “Kartezyen Bölünme” kabul edilmiyor.
– Bütün sorun bunun dışında kalanların meselesi.

– Yani farklı düşünenlerden söz ediyorsun, sorgulamayı onlar yapıyor.
– Bu sorularımı tiyatro; bedenin meseleleri olarak, ritim meselesini, yine beden ve oyunculuktaki ritim meselesini, resimdeki ritim meselesini cevapladı. Tiyatroda resmi anladım. Buldum dediğimde, bu sadece yapısal kısmı değildi, düşünsel kısmıydı da ayrıca. Meselâ “Emprovizasyon” meselesi, doğaçlama, tiyatronun ve resmin müşterek meselesidir. Şöyle bir noktaya kadar geliyor; Siz bir metne bağlı kalarak oyun oynayabilirsiniz, bir rol kurabilirsiniz ama bütün bu süreç içerisinde emprovizasyon o metnin dışına çıkmak değil, metni yeniden yorumlama! Bir oyuncunun belki yanlış anladığı bir noktada… Ki ben bunu kendimde duydum. Ressam olarak oyunculuğu sınırlı bulduğum bir zaman da oldu, resimdeki imge oluşturma hızım, kurgu hızım oyunculukta metinle tahdit ediliyordu. Aktör Stüdyo’da duygu-durum çalışmalarında, bütün önerdikleri egzersizler ve senden bekledikleri, senin o duyguyu bütün kılcal damarlarının içinden geçirebilmeni sağlayacak bağdaştırma hakimiyetini elde etmendir.

– Anladığım tiyatroya da yaratıcılıkla yaklaştın.
– Emprovizasyon süreçlerinde kendi imkanlarımı keşfettiğimi sanıyorum. Oyunculuğumda da önemli bir, iki şey yönetmenlerce görüldü. Birincisi vücut suplesi; vücudun ifadeci rahatlığı ve dışavurumcu bir bünyede görsel derinlik olduğu için imaj kurgusunda… Kendimdeki kurguda, katmanlar oluşturabilmek; iyi bir oyuncu alt yapısı. Bütün bunlara bakarak metne, rejiye, yaratıcı oyuncu olarak sorgulama ve yeniden kurma gücü ile katkıda bulunabilirsiniz. Mesela şöyle bir şey vardır: Oyun kurma sürecinde provalarda ezberi oturtma sürecinde aceleci olmamaya özen göstererek, emprovizasyonla elde edilecek duygu katmanlarının bedenle ve metinle buluşmasına müsaade etmesidir; ama ezberini en önce yapan oyuncu provaya ikinci gün ezberini tamamlamış olarak gelir. Bu görece iyi bir şeydir. Bazı yönetmenleri de rahatlatır. Acil bir metal konstrüksiyon kuruyorsunuz. Bu metal konstrüksiyon emniyetli bir davranış olarak sıklıkla benimsenir ama oyununuzda deneyimlere, geliştirmelere set çeker, tıkızlaştırır, dondurur. Resimde karşılığı: Akademik eğitimde hakim desen metodu, antik heykel çizimlerinde de atölyedeki canlı model desen etüdlerinde modleye, dayalı çizimlerin kapalı çevre (kontur) deseninde nihai, çizim olarak kabulü? Boya safhasında rengin, önceden tasarlanmış mekânla ilişkilendirilmemiş kapalı formun içini boyamaktan öte bir çözüme fırsat tanımaması.

Akademi’deki hocalığımda bu yöntemin sürüş enerjisini, hayatiyetini, çevre, mekân, figür etkileşimlerini nefessiz kıldığını hissettim. Desenin sınırlandırıcı değil; açık, nefes alan boya sürüşündeki rolünü öne çıkaran, ışık bazlı bir hayatiyeti örnek alarak cendereden çıkmış özgür bir desen ve boya beraberliğini yaratma çakışmalarını sağlayacak doğaçlamaya ön ayak olması için uğraş vermem gerekmişti. Akademi dışındaki kendi atölye derslerimde desene giriş sürecinde; öğrencilerimden hiç bir form endişesi duymamalarını, tamamen vücut ritimlerine uymalarını, özellikle kendilerine saçma gelenin peşine takılmalarını talep ederim. Bu süreci ne kadar uzatabilirlerse o kadar iyi. Yani figür amaçlı desen çizimlerine figürü adeta yasaklayarak başlarım. Danstan, boya sürüşe bağlanan, bedenin hareketini çizgiye, biçime dönüştüren iç müziği duymak.

Her şeyde böyle Mehmet, yaşamın dinamiğini oraya koymak, dersini iyi yapmaktan çok farklı bir şey. Dersini iyi ezberlemiş, iyi yapıyor ama yaşayan bir şey değil. Çünkü ‘poiesis’ dediğimiz şey bu şiirsel yaratma, tamamen kendinden, yoktan bir şekilde. Metin orada olsa bile sen o metni yoğurup tekrardan bir şekle sokuyorsun. Bu söylediğin, bedensel ifade. Resimlerinin her birinde de, her figürde de bu görülüyor. Her figür, -şu arkandaki resimde de görüyorum mesela- çok ince vücut hareketleriyle birdenbire içinde bulunduğu mekâna bambaşka bir dinamik, bir ‘aura’ katıyor. Onun için senin tiyatrodan edindiğin birikimler ama aynı zamanda tiyatroda da bunu yapabilmen ressam olmandan dolayı olmuştur, değil mi? Senin ressamlığın etrafına ve değişik uygulamalarına, insan ilişkilerine, içinde bulunduğu mekâna, okuduğun kitaba, yazdığın mektuba havasını veren bir şey. Ressamlığının nefesiyle galiba dünyanı şekillendiriyorsun.
– Tabii hâkim olan, baskın olan son sözü söyleyen ressamlığım galiba.

– Metinden bahsettin. Tiyatroda her yazarın kendine göre bir metin odağı ve genel metni var. Senin metnin nedir? Resminde, dünyayla olan ilişkilerindeki metin? Hâkim olan düşünce tarzı, hâkim olan yaklaşım, politika diyebilirim; buna hâkim olan davranış ve resmine yansıyan davranış nedir? Senin için ifadelerinde kullandığın ve yahut da yarattığın bir metin var mı?
– Birçok metin var. Metinler benim olduğu kadar seyredenin de. Yapıtların üzerinden oluşacak seyirci metinlerine fırsat tanımak hoşuma gidiyor; bunu kolaylaştıracak ipuçları veriyorum. Önemli bir ipucu veriyorum. Bu son süreçte, son iki buçuk yılda, üç yılda bütün resimlerim baştan itibaren günü gününe tarihli. Bu şunu sağlayabilir: düşünce akışının takibini. Önce söylediğimle arkasından gelen onunla nasıl ilişkili? Onun ardı nasıl geliyor? Kendi yönümden de akışın hangi önceliklerle yol kat ettiği, doğru güzergahın tespiti, düşüncemi doğru takip için bir yol.

– İşlerinin bir güncesini tutuyorsun defterlerle.
– Hemen boyalarımın yanındaki defterlerde süren, prensip olarak boyaya geçirmediğim kompozisyonlar, bazen bir defter bir günde bitebiliyor. Çizim nasıl değişiyor? Son derece açık. Takip edilmesi açısından önemli.

– Kendi işinin tarihçesini kuruyorsun. Bu aynı zamanda bir sanatçıyı anlamak için çok önemli. Bunu yapan çok az sanatçı var sanıyorum.
– Her defter, bir performans. Başlıyor, sürüyor ve takip edilebiliniyor. Bir çeşit sinematografik yaklaşım. Ve benim kurguladığım şekilde; birinci sayfa, ikinci sayfa, üçüncü sayfa veya akordeon gibi açılan dört buçuk metrelik tek bir sayfadaki süreklilik. Bunların hepsi akışı ve düşüncenin çizgisel değişimleriyle, onun tiplemeleri ve onun -hikâyesi demeyeyim – öyküsel kısmı varsa; her hal, her durgun halin enerjisi birbirinin ardından, birbirini tekrar etmeden; hem çizgi birbirini takip etmeden, hem tipleme ve olay birbirini takip etmeden nasıl gider onun hesabını vermek. Bunun için bir güven gerekir. Bir şeye dayalı olması lazım. Bu kadar tiyatrodan bahsetme nedenim şu: Tiyatrodaki emprovizasyon, provalar sırasında kullanılan bir şeydir çoğu zaman. Oradan rolünüze ve yönetmenin kurgusuna damar açarsınız. Bu aslında eskizler gibidir. Bir eskiz eğer desen oluyorsa, desen kalitesine varıyorsa… Her emprovizasyon da ayrıca bir oyun bütünlüğü sağlıyorsa? Varılmak istenilen de bu! Bunu irdeliyorum. Bu desenler spontane olarak beliriyor; heyecanlı bir süreçte -bir çeşit- balonla kıta aşmak gibi…

– Ezbere değil yaşayarak, risk alarak!
– Havada iken devamlı rüzgâr hesaplamaları yapmanız lazım. Yani burada risk çok mühim. Ressamın seyircisi tarafından takibinde daima çok klasik ve herkese de artık gına gelmiş olan bir laf vardır: “sanatçının tuşları, fırça darbeleri”. Şimdi; insanlar o tuşlarda ve fırça sürüşünde hayat izini ararlar. Yani, ressama yaklaşmak için o, bir ipucudur, bir el izidir. Ressamın nefesi gibidir. Ressamın el izi ve nefesi çok mühim. Bir resmin enerjisinde eylem, hızdır: Düşüncenin hızı. “Action Painting” süreci, aslında bu süreci getirdi. Ve süreçteki enerjinin kaynağını sorgularken vardığı işlevsellik, vardığı tesir, etki… Arzulanan şey tiyatronun ön sırasında oturmak. Oyuncuya daha yakın olmak. Mümkün olsa, sahneye çıkıp oyuncunun yanına gidip bakmak istenir ya nasıl oynuyor diye?

– Resmin için benzer bir durum mu?
– Resim için de, tuşun veya boya sürüşünün… Bir ressamı seyrederken, bütün bu sorguladığı şey; hangi sırayla, hangi enerjiyle, hangi düşünce ile… Ve oradaki iz aslında düşünce hızını gösteriyor. Ben desende, düşünce hızının açılmasına, birbiri ardından akışındaki kurgunun ve bütün kompoze edilenin karşıt halini kontrolde tutan, daha ilerdeki bir noktada da bütün çizim ezberlerini engelleyici olanı arıyorum… Kendi hünerine karşı koymak gerek, ustalığı başka noktada arayanlardanım. Ustalığı; ustalıkta, ustalık olarak kabul görülende değil de, ustalığı kendine karşı duruşta arıyorum. Bilgilerine karşı duruş çok mühim. Dolayısıyla buradaki boya, buradaki resimlerin, bu kitapta da bakılacak olması gereken, bu süreç! Bütün bu boyanın arkasında şöyle bir şey var: Zaman. Yapıtların gerçekleştikleri gün gerçek tarihi yansıtıyor. Bu kitapta resimler bu tarih sırasına göre akarsa çok daha farklı bir okuma oluşturacak. Ancak, şimdi boyaların yanında, binin üstündeki desenin konma imkanı var mı? Buradaki seçkide belki biraz farklı çizimlerden örneklere yer verilebilirse, bu ʻemprovizasyon’ okunmalarına yardımcı olur. Resmimin temel dayanağı, beklenilmeyen… Benim de beklemediğim…

– O andaki nefes, o andaki yaşadığın şeyi belirli bir ezberlenmiş beceriyle değil, o anda yaratılan bir ʻpoiesis’… Şimdi, iki şey var: Senin bir resimlerin var, bir de desenlerin var. Her ne kadar bu desen otuz tane deseni arka arkaya gördüğümüz vakit daha bütün bir süreç oluyorsa da ben ona metin diyorum. Roland Barthes’ın dediği anlamda ʻtekst’.
– Evet, karara bağlanmamış bir metin, otomatik bir yazının oluşturduğu anlam. Bu nedenle defterlerde birlikteliğin korunması gerek. Her sayfadaki çizim kendi başına bir metin. Art arda çizimlerin müştereği farklı bir anlam bütünlüğüne ulaşıyor. Alysius Bertrand’ın ‘Gaspard de la Nuit’si gibi.

Çizimlerde nereden başlıyorsun? Kafadan, kulaktan, nereden başlıyorsan; sanki elinle gördüğün ve yahut da düşündüğün, hayalini kurduğun o figürün üzerinde elin hareket ediyor. Konturda içeri giriyor falan. Her hareket, çizginin ve kalemin her hareketi farklı bir nefes alma gibi, sürekli titreyerek, sürekli sorgulayarak devam ediyor. Bitirdiğin vakit, o çizgi içinde bulunduğu kâğıdı aktive ediyor. Tamamen aktive ediyor başka hiçbir çizgi olmasa da. Halbuki resimde; oradaki kağıdı, tuvali, her neyse; bir şekilde yeniden dolduruyorsun. Sanıyorum ki çizerek başlamıyorsun boyaya, herhalde tablolarına direkt olarak boyayla, fırçayla yaklaşıyorsun. Çok daha aktif, çok daha spontane, bir şekilde direkt yaklaşıyorsun ve her fırçanın hareketi bir diğerini ve bütün o mekân içindeki oluşumu var ediyor. Bu çok farklı bir şey tabii. Yaklaşım olarak aynı ama teknik demek istemiyorum; birinde boya var, ötekinde kalem var. Çizmek şarkı söylemek gibi bedenin direkt olarak ortaya attığı bir şey. Bir şarkı gibi, bir nefes gibi birdenbire spontane ortaya çıkan bir şey. Halbuki boya, resim, bütün bir tuvali doldurmak bambaşka bir şey. Bu konuda ne diyebilirsin? Her ikisindeki espri aynı olabilir ama o andaki hareketin, o andaki yaklaşımın, o andaki metni kurma şeklin çizimle boyada -ister istemez- farklı bir uygulama ortaya koyuyor.
– Farklı görmüyorum ben. Boyada renk unsuru var… Onu öne alıyorsunuz. Ve de tek ses, çok ses, örgü, karşıt enerji, kendi alanını tayin eden leke deseni sürüş… Boyaya kurgulama yapmaksızın, ön hazırlık yapmaksızın girme nedenim, desendeki spontanlığı veya davranışımdaki spontanlığı aynı şekilde boya sürüşünde devam ettirmek… Aslında boyarken, bir alanı renkle kapatırken aynı anda çizimi de yapıyorum… Boya tekniğim bunu sağlayabiliyor.

– Tasarım var mı, yoksa spontan mı?
– Narratif, anlatımcı resmin tümü ile doğaçlama esaslı sürdürülmesinin bazı dayatmaları da yok değil tabii, özel yaptırımlar getiriyor; baştan sona ritim birliğini gerektiriyor benim yaklaşımımda. O yüzden çoğunlukla bir seansda bitirmem gerekiyor, uzun süren… On saat, bazen daha da üstünde saatler… Hakim rolü, kararı desen tayin ediyor, renk alanlarının enerjisini de iç desenle harekete geçiriyor. Sonuçta amaç, resmin bütün yüzeyine hakim olan sürüş hızını, nefesi, seyircinin takip edebilmesini sağlamak. Serbest sürüşle boş alana dalmak benim için hep önüne geçemediğim bir coşku, bir çocukluk neşesi. Spatüle alacağım renge karar vermiş olmamın da çoğu zaman hükmü olmuyor. Hazırlanmış renklerin çok ötesinde bir armoniyi, o ana kadar aklıma getirmediğim bir renkle başlatmış buluyorum kendimi. Yüzeyle ilk temasın, ses değerini bedenimin tayin etmesine bırakmak, renkle yüklü spatülün oluşturacağı lekenin çağrıştırdığı biçimlerin peş peşe gelmelerini sağlıyor.

– Demek ki tamamen içten gelen, önceden tasarlanmamış…
– Jackson Pollock’u düşünürüm çoğu zaman başlarken. Beklenilmeyen, kendim de bilmeden taşıdığım kayıtların su yüzüne çıkması. Bu aralar Francesco Del Cossa’ya meraklandım. Piero della Francesca’nın St. Jerome resimleri, İsa’nın kırbaçlanışının geometrik kurgularının peşine takıldım. Yaşlılığın lüksü olarak keyfini çıkarıyorum. Resmimle derin bağlar bulduğumda mutlu oluyorum.

– Hele Piero della Francesca’dan hiçbir zaman vazgeçemiyoruz… Çizginin ve kurgunun saflığı, sadeliği…
– Çizginin içinin renklendirilmesi; buna karşıyım. Boyam aslında bir desen boyası. Desen hâkim bir boya.

– Şu da var tabii, resimlerde sonradan alanı doldurduğun…
– Alanı doldurmuyorum. Ona başından itibaren çok karşıyım.

– Hayır, yanlış söyledim. Bir yansıma gibi, oradaki figürün bir ekosu gibi…
– Çizginin hiç başka bir şeye ihtiyaç duymadan bir söylemi taşıyabilme gücü, rengin dramatik rolü. Bunlar peşinden koştuğum meseleler.

– Tabii senin resminde renk çok önemli bir rol üstleniyor…
– Evet.

– Bu sürecin bir ortak noktası muhakkak var. Eskiden bugüne, elli yıl altmış yıl… Fakat sen eskiye baktığında, bugünkü araştırma dedin, bugünkü araştırmanla eskinin arasında bir fark görüyor musun? Yani devamlılıktan söz ettin…
– Tabii var. Uzun yıllara yayılan, resimle, tiyatro ve öğretimle geçen yılların müştereğini daha iyi anlama isteği oldu. Öğrendikçe gereksinimlerim çoğaldı. Felsefe okumalarım, sanat felsefesi metinleri, yapmış olduğum resimleri söküp takmayı zorluyor.

– Her eğitimde her zaman bir şey eksik kalıyor, sezgilerin varsa tamamlıyorsun, değil mi?
– Laf aramızda(!) doğrusu hep eksik hissettim.

– Ta başından beri birçok kişi senin resmine hayran kaldı, resminden etkilendi. Bugün de bu böyle. Çok başında bin dokuz yüz yetmişlerde de öyleydi.
– 60’larda hatta.

– Tabii. Peki bu nedir? Bu resim insanları niye bu kadar kendine çekiyor, bu kadar etkiliyor?
– Resimlerim uzun bir süre itici bulundu, kendine çekmedi. Bir kere uzun zaman satın alınmadı. Daha da komiği ben hep genelden daha fazla fiyat talep ettim. Hoş, o zamanlar resim pek de satılan bir şey değildi.

Öyle mi?
– Bir kere ressamların kabülü daima böyledir. Evvela meslekteki kişilerin kabülü ve aralarında size yer vermeleri gerekir. Siz seyircinizden onu bekleyemezsiniz. Daha çok ressamlar, resim bilenler -ki çok azdırlar- farkımı gördü. Tabii ki “tek başınalık” hâli söz konusuydu. Seyirci uzun zaman resmimi ters, çirkin, itici, rahatsız edici buldu. Benim için söylenen “ezeli muhalif” titri var. Resmimdeki mizahın hiciv boyutu, sosyal eleştiri dozu, alışılmış bir şey değildi. Evet, ezeli muhalif bir bünye; yerleşik düzenle uyuşmanın dışında kalmayı tercih ettim. “Kabul edilmiş”in dışında. “Kabul edilmemeyi kabullenmek”. Kabul edilmeme hali bir anlamda yolunuzun doğruluğunu tescili gibi!

– Neden? Nedenini anlatabiliyor musun?
– Nedenler vardı.

– Bu karşı geliş, isyan aynı zamanda müthiş bir karizma da yaratıyor. Ben onu gördüm. Şu da var, belki bu karizma şuradan dolayı: Hep insanla ilgileniyorsun. Çizim, resim, tiyatro, ne olursa olsun bu insan ilişkileri ve insan dramı. Sofokles’in insana yaklaşımı gibi… İnsanın temel şeylerini sorgulamak ve… İki insan yan yana gelince ne oluyor?
– Bu ilgim hiç tükenmedi, yıpranmadı. Ben fark etmeden de bu yöndeki kayıtlarım sürüyor. Ortaya çıkan işlerimde ben de onu görüyorum.

– Onu görüyoruz. Mesela bana yolladığın videolarda da onu görüyorum. Sokağa çıkıyorsun, insanlar nasıl hareket ediyor? Bu hareket ne ifade ediyor? Nasıl bir iç dünyanın dışarıya yansımasıdır? Sanıyorum insanları çeken şey bu, insana gösterdiğin ilgi. İnsan dramı, insan ilişkileri ve insanın dünyadaki yeri. Hayvan olsun, ağaç olsun. Mesela bir resmini hatırlıyorum, suya düşmüş bir adamın mücadelesi. Hep bir mücadele, hep o yaşamın dinamiğini ayakta tutmak için bir çaba. Resmindeki çizgiler de, boyalar da bu çabayı gösteriyor, bu çabayı ifade ediyor. Bununla şekil buluyor gibi geliyor. Asıl insanları cezbeden tarafı bu herhalde resminin.
– Yetmişlerden itibaren -çok uzun süren, belki yirmi beş sene süren ve hâlâ ara ara zuhur eden- maymunlar serisi yaptım; insanlardan hiç bahis yoktu. Metaforik olarak insan odaklı yapıtlar. Sonra çok büyük bir doğa serim var. Tahrip olan doğa. Bu resimler bir anlamda medyumsu bir önceden haber veriş hallerinin doğrulanışı. Çekicilik unsuru çok zayıf konular. “Su” resimleri serisi var. Orada da insan yok meselâ. Ankara Sheraton’daki, on dört tane 3,5×3,5 metre büyük resimde hiç insan yok. Ama insan var. Yokluğunda da var. Bütün o boşaltılmışlıklarda, terkedilmişliklerde tahrip edilmiş bir doğa söz konusu. Ekolojik yıkımdan 1990’larda kimse söz etmezken?

-Her şeyden önce, sanat öncelikle insana yönelik değil mi?
– Öncelikle her türlü tahakküme karşıyım. Hoyratlığa, baskıya, çocuk, kadın, hayvan, insana tahakküme karşıyım… Kadının durumunu düşünmeye çocuk yaşta başladığımı hatırlıyorum. İki yıllık evlilik sonrasında ayrılık kararı alan annemin yaşamını bir başına, benden de uzak kalma pahasına, bir daha hiç evlenmeden, ödün vermeden dimdik sürdürüşünün yakın şahidi olarak, öğrendiklerim rehber oldu. Zaman, zaman değerlendirmelerinde, yorumlarında üstelemeden değindikleri, evladına uyarılardan öte, erkeklerin dünyasına söylevler gibiydi. Her geçen gün değerini daha iyi anladığım kendi bünyesi ile uyumlu, üstü örtülü bir anlatımla aktardıkları belki de o üslup nedeni ile daha derinlere kazındı.

– Ne kadar güzel, annenle ilişkisini kurman.
– 1967-68’den itibaren kadın odaklı resimler yaptım. 1968’de Kadın diye bir sergi ile başladım. Ve hatta, şu anda Merkez Bankası Kolleksiyonu’nda olan, Çadır Tiyatrosu resmi (Bkz. sayfa 46, Çadır Tiyatrosu). Gökten bir cinsel arzu nesnesi olarak bir kanatlı bir koç iniyor ormanlık alana, çadır tiyatrosu aktrisine tecavüz etmek için. Bu resmi Bursa’da yedek subaylığımı yaparken sonradan yanan İstanbul Opera Binası için açılan yarışma için boyadım. Tabii ki reddedileceğini biliyordum ama hiç olmazsa jüriyi biraz olsun zıplatmak keyfini yaşarım diye düşünmüştüm.

– Sen o yıllarda resimlerinle epey kişiyi zıplattın… Sanıyorum giderek daha kolay kabul edilmeye başladın…
– Yıllar sonra bu resim Merkez Bankası Koleksiyonu’na alındı. Kadın benim için daima baş rolde. Dünyada da kadına bakış, kadının kendine bakışı ile değişti.

– Tiyatronun etkisi hep bir temel oluşturmuş gibi…
– Beklan Algan’ın yönettiği Aktör Stüdyo’da oyun yazarlığı dersine gelen Amerikalı Don Perez ( Ki Lee Strasberg’le de çalışmış), yazarın kendisi için hayati derecede önemli meseleyi çıkış meselesi olarak almasının önemini anlatırken “Tanrı gücünde olsanız neyi değiştirmek istersiniz, bu tür gereksinimlerinizden hareket etmeniz doğru bir itici güçtür, doğru bir nedendir” demişti. Kişi kendi meselesinden hareket etmeli. Evvela hakiki olmak, samimi olmak. Samimi olun. Beğenilmek veya beğenilmemek hiçbir şey ifade etmezse güçlüsünüz. Akıntının tersine yüzebilirsiniz. Bir şekilde de hayatın gerçeğinin, çok temel unsurlardan daha ötede olmadığına inanıyorum. İnsandan daha ötede hiçbir şey yok.

🔴 Birkaç yıl önce Mehmet Güleryüz’ün son dönemde yaşadığı Paris’teki 2017-2021 yılları arasındaki üretimine odaklanan bu kitap QNB Finansbank tarafından yaymlanmıştı. Kitap için Güleryüz’le Jale Erzen bir söyleşi yapmıştı. Bu söyleşi bu kitaptan alındı.  

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.