Bir Katilin Günlüğü: Pişmanlık yok!
Barış Bıçakçı'nın yeni romanı 'Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin' bir insanın hayatına giren insanlardan öğrendiklerinin ansiklopedisini yazma macerasını anlatıyor. Bıçakçı romanında hayata dair değerli olanı bulup çıkarıyor.
Barış Bıçakçı yaklaşık beş yıllık bir aranın ardından yeni romanıyla okurlarla buluştu. ‘Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin’ hayatına giren insanlardan öğrendiklerini ansiklopediye dönüştürmek isteyen yaşlı bir adamla ansiklopedinin gölge yazarlığını üstlenen genç bir kadının ve hayatın hüzünlü anlarının hikayesi…
13 Kasım 1966’da Adana’da doğan Barış Bıçakçı ilk, orta ve yüksek eğitimini Ankara’da tamamladı. Mühendislik eğitimi almıştı, ama edebiyata meraklıydı. İlk göz ağrısı şiirdi; 1994 ve 1997 yıllarında, Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte iki şiir kitabı yayımladı.
Daha sonra romana geçti. ‘Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’ ile 2000 yılında başladığı romancılık kariyerini ‘Veciz Sözler’ (2002), ‘Aramızdaki En Kısa Mesafe’ (2003), ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ (2004), ‘Baharda Yine Geliriz’ (2006), ‘Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra’ (2008), ‘Sinek Isırıklarının Müellifi’ (2011), ‘Seyrek Yağmur’ (2016) ve ‘Tarihî Kırıntılar’ (2019) sürdürürken öykülerini ‘Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme’ (2021) kitabında topladı. Ayhan Geçgin ve Behçet Çelik’le birlikte edebiyat üstüne yazışmalarından oluşan ‘Kurbağalara İnanıyorum’ kitabı 2016’da yayımlandı. Sinemayla da ilgilenen Bıçakçı’nın senaryo çalışmaları da var.
Roman iki ana karakter olan Ayşe ile Halis Bey’in bunaltıcı bir yaz öğlen vakti çalıştıkları çeviri bürosunda karşılaşmalarıyla başlıyor:
“O günden sonra Halis Bey’le büroda karşılaştıklarında kahvehaneye gidip sohbet etmeye başladılar. Birbirlerine yaşlarını sormamışlardı. Halis Bey Ayşe’yi genç bir kadın olarak görüyordu, mesafeliydi. Ayşe de onu yaşlı bir adam olarak görüyordu, hepsi o kadar. Çeviri bürosu bir çeşit düşkünler evi olduğundan birbirlerine asıl mesleklerini, nereden düştüklerini sordular.”
Ayşe Adana’dan Fransa’ya göçmüş işçi bir ailenin altı çocuğundan dördüncüsü olarak gelmiş dünyaya. Sonra liseyi okumak için Ankara’ya dönmüş. Peyzaj mimarlığı eğitimi almış, ama mesleğini hiç yapmamış. Hayatını çeviri işiyle kazanıyor. Az kazanıyor ama halinden memnun; “dille, sözcüklerle uğraşmak hoşuna gidiyor” Ayşe’nin. Bu uğraşısını edebiyata da yöneltmiş, ödül kazanan bir öykü kitabı yazmış. İstanbul’da yaşayan sevgilisi Kerem ile adını tam koyamadıkları bir ilişki sürdürüyorlar.
Halis Bey ise İstanbul’da doğmuş, orada okumuş, orada çalışmaya başlamış, orada evlenmiş. Mesleği elektrik mühendisliği. Sonra Devlet Su İşleri’ne girince Ankara’ya taşınmışlar, çocukları orada doğmuş. Uzun yıllarını şantiye şantiye dolaşarak geçirmiş. Karısından yıllar önce ayrılmış. Çocukları İstanbul’a yerleşince yalnız kalmış Halis Bey. Emekli olunca Almanca teknik çeviriye başlamış. Aslında maddi sıkıntısı yok, oyalanmak ya da melekelerini yitirmemek için yapıyor bu işi.
Halis Bey’in kendi başına yaptığı bir iş daha var; bir ansiklopedi hazırlıyor. Ne denli bilgili olduğunu göstermek için değil ama, niyeti hayatına giren insanlardan öğrendiklerini derleyip toparlamak. Ancak bir türlü istediği gibi yazamamış ansiklopedi maddelerini. Bu nedenle öykülerini beğendiği Ayşe’den istediği bu ansiklopediyi onun için kaleme alması. Elbette bir ücret karşılığında..
Ayşe teklifi kabul edip Halis Bey’in kurşun kalemle yazılmış notlarıyla dolu mavi kaplı defterini okumaya başladığında başka bir dünyaya açılacaktır. Önce bu notların Halis Bey’in hayatına, yaşadıklarına dair bir şeyler olduğunu düşünür. Yavaş yavaş onlarda kendisini de içine alan daha derinlikli bir şeyler olduğunu fark edecektir. Ansiklopedi ikisi arasındaki ilişkiyi de derinleştirmiştir…
Hızla geçip giden günler gerçekten de -Halis Bey’in ansiklopedi maddesinde vurguladığı üzere- kelebeklere benziyor. Bunu Bıçakçı’nın ilk romanının tam 24 yıl önce yayımlandığını, benim de roman hakkında bir şeyler yazmış olduğumu düşününce hatırladım. Açıkçası daha dün gibiydi. Şöyle bir giriş yapmışım değerlendirme yazıma:
“Romanda aslolan öyküdür diye düşünenler için ilk bakışta çekici gelmeyecek bir metin üretmiş yazar. Kahramanları olmayan, mutlu ya da mutsuz bir aşkı anlatmayan, önemli şahıslara hiç yer vermeyen roman, kısa bir zaman diliminde, sıradan insanların sıradan hayatlarına dikiyor gözünü…”
İlk romanına ilişkin bu tespitler ardından gelen ‘Veciz Sözler’, ‘Aramızdaki En Kısa Mesafe’ (2003), ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ (2004) ve diğer romanlarını da kapsıyor. Barış Bıçakçı’ya edebiyatımızdaki ayrıcalıklı yerini veren “sade ve içten üslubuyla gündelik yaşamı, insan ilişkilerini ve duygusal derinlikleri” başarıyla işlemesidir. Halis Bey’in Ayşe’nin öykülerini överken söylediği gibi, “farklı hayatları birbirine bağlamakta epey hünerli”dir.
Romanlarını birbirine teğellenmiş bir dolu yan hikayeyle kurgulayan Bıçakçı hayatın sanki rastgele seçilmiş önemsiz -genellikle hüzün dolu- bir anına odaklanır, o anı yaşayan bireyin iç dünyasına dalar, oradan insana ve hayata dair değerli olanı bulup çıkarır.
Sally Roney’in ‘İntermezzo’sunu değerlendirirken de sormuştum bu soruyu; dünyanın ekonomik, sosyal ve ekolojik sorunları dururken sıradan insanların sıradan hayatlarını, gündelik işlerini, kişisel kaygılarını, güvensizliklerini, yalnızlık korkularını işlemenin anlamı nedir?
Sorunun yanıtını Barış Bıçakçı’nın romanından bir alıntıyla verebiliriz:
“Ayşe maddeleri yazdıkça aslında Halis Bey’in ansiklopedisiyle insanları yargılamadan anlamak mümkün mü, sorusuna cevap aradığına inanmaya başlamıştı (…) Dünyaya Halis Bey’in gözüyle bakmanın nasıl bir şey olduğunu düşündü. Yaşlı adam büyük çelişkilerin, haksızlıkların yol açtığı öfkeyi ve nafile mücadelelerin kederini bir anlığına da olsa bir kenara koyuyor; şiddetin, yoksulluğun, yabancılaşmanın alıp götürdüğü onca şeye rağmen insanın elinde hâlâ insanca bir şeyler kaldığı için yine bir anlığına seviniyordu sanki.”
Sadece ansiklopedi maddeleriyle sınırlı kalmıyor hikaye. Süreç ilerledikçe Ayşe, Kerem ve Halis Bey arasındaki ilişkilerin değişip derinleştiğini, özel hayatlarının yavaş yavaş şekillendiğini ve onlar üzerinden Barış Bıçakçı’nın başka meselelere temas ettiğini görüyoruz.
Diğer romanlarıyla temaları, dili ve üslubuyla bütünlük arzeden ‘Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin’ ile Bıçakçı kendi ansiklopedisini yazmayı sürdürüyor. Benzer konuları benzer bir üslupla dile getirmesine rağmen tekrara düşmediğini, her romanda hayatın farklı farklı hallerini sergilediğini, üstelik her romanında dilini, üslubunu ve kurgusunu biraz daha geliştirdiğini de eklemek gerekir.
Ne söylediği kadar nasıl söylediğini düşünen, dil ve düşüncenin birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçtiği metinler üreten bir yazar olarak Bıçakçı okurlarının aklına ve ruhuna nüfuz eden bir dille yazıyor. Üslubunun yazmayı çok kolay gibi gösteren bir sadeliği ve ekonomik bir anlatımı var. Ama dikkatle bakan bir göz bu cümlelerin genişleyip derinleştiğini kolayca fark edebilir. Kendi ifadesiyle “Böyle güzel cümleler aracılığıyla bazı kuytulara girebiliyoruz, algıladığımız dünyayı ifade edebiliyor, yılanı deliğinden çıkarıyoruz.”
Derinlikli, vurucu ve güzel cümlelerle dolu ansiklopedinin maddeleri. Bir örnek vermek gerekirse, kocasıyla boşandıktan altı yıl, oğlu öldükten dört ay sonra -tarihlerin, takvimlerin, zamanın geçişinin artık bir öneminin kalmadığı günlerde- bir sahil kasabasına gelen yalnız kadınla doldurmaya başlıyor ‘Anlam’ maddesinin içini. Kadının doğa tasvirleriyle bütünleşen melankolik ruh haline ilişkin tasvirlerle genişleyen bu yan hikayeciği vurucu bir sona hazırlıyor: “Hayatın anlamını sizden öğrendim ben, hayatın anlamsızlığını sizden öğrendim. Adınızı öğrenir gibi öğrendim.”
Elif’i Çağırmak, Sahne, Örgü, Mübalağa, Gene Hackman, Çöp, Ara, Hastalık, Dans, Kötülük, Boşluk, Soba, Günlük, Duvar Yazısı, Anadili, Güzellik, Aşk, İyilik, Şiir, Gerçek, Başarı, Roman, Boş vakit, Kaza, Fark, Düğün maddeleriyle sürüp giden ansiklopedinin içi Bıçakçı’nın titiz ve zarif cümleleriyle “okuyanı dışlamayacak, yavaşça kendi dünyasına alacak” şekilde dolduruluyor.
Bu maddelerden rastgele seçilmiş alıntılarla sürdürüyorum:
“H. şehrinde ya da sefaletin hüküm sürdüğü başka herhangi bir şehirde, gerçek diye bir şey yokmuş. Oralarda isyanın bayrağı ve marşıyla tevekkülün bayrağı ve marşı birebir aynıymış. Sizden öğrendim.”
“Ben sizden kayıpların acısıyla baş edilemeyeceğini, insanın baş etmeye çalışırken savrulacağını, saçmalayacağını mı öğrendim? Hayır, ben sizden, zamanın hem ileriye hem geriye doğru aktığını öğrendim.”
“Herkesin kendisini değerli hissedeceği bir sahne aradığını, bulduğunu ya da kurduğunu ben sizden öğrendim.”
“Ömrümüzü ilmek ilmek, bir ölüm bir yaşam ördüğümüzü ben sizden öğrendim.”
“Başlangıçta söz varsa, muhakkak mübalağa da vardır. Sizden öğrendim.”
“Kötülüğü ancak sağlıklı bir zihin düşünebilirmiş, bunu sizden öğrendim.”
Sona gelindiğinde edebiyata ve romana dair maddeler de bulacaksınız: “İyi bir roman insanı önce evcil bir kediye, sonra da ontolojik bir meseleye dönüştürüyormuş, bunu sizden öğrendim.”
Dünyaya yeni gelen bir okurun Barış Bıçakçı romanlarından öğreneceği tam da budur işte…