Kanarya Adalı Andrea Abreu'nun 10'lu yaşlarındaki iki kız çocuğunu anlattığı ‘Yaz Köpekleri’ tüm dünyada epey yankı uyandırdı, zira onların gizli dünyası pek anlatılan bir şey değil edebiyatta. 'Kız neşesi' saçan cesur bir roman okumak isteyenlere.
Kanarya Adalı Andrea Abreu’nun ‘Yaz Köpekleri’ adlı romanı Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Sanırım Kanarya Adalı bir yazardan ilk kez Türkçeye çeviri yapılıyor. Kanarya aksanıyla yazıldığı belirtilen romanın çevirmeni pek çok İspanyolca eserden adını iyi bildiğimiz Seda Ersavcı. Seda Ersavcı 10’lu yaşların başındaki iki kız çocuğunun argo, küfür, yer yer İngilizce, yer yerse yanlış söylenen sözcüklerle dolu konuşma dillerini ustalıkla çevirmiş ama tabii bizim çeviriden aksan anlama imkanımız yok. (Aslında aksan Türkçede doğru terim değil, bizde bunu ya Azerbaycan Türkçesi gibi biraz anlayabildiğimiz versiyonuyla şive sözcüğü karşılıyor ya da İç Anadolu, Karadeniz gibi yerel olanı belirten ağız sözcüğü.)
Anlatıcımız bu iki arkadaştan daha minyon ve sessiz olanı, adını öğrenmiyoruz ama en yakın arkadaşı Isora ona genelde ‘Shit’ diye sesleniyor. Kanarya Adaları tamamen turizme bağımlı, özellikle Avrupalı üst sınıfın tercih ettiği bir yer. Pek çok adadan oluşan bu adalar Fas’ın batısında, Afrika’ya çok yakın fakat uzun yıllar İspanya sömürgesinde kaldıkları için halkın yerel inancı Katolik mezhebiyle kaynaşmış, ten renkleri farklılaşmış, medeniyet anlayışları başkalaşmış diyebiliriz. Bizim iki karakterimiz Tenerife’te, denize uzak, yanardağa yakın, oldukça fakir bir mahallede yaşıyor.
Isora, mahallenin bakkalını işleten anneannesi ve teyzesiyle yaşıyor. Epey sevgisiz bir ortamda olduğunu söyleyebiliriz. Annesi yıllar önce intihar etmiş. Mahalleli Isora’nın da fiziken aynı ona benzediğini söylüyorlar. Yemyeşil gözleri var ki bu roman boyunca arkadaşı tarafından hayranlıkla çokça belirtiliyor. Isora’nın kilo sorunu var, küçük yaşlardan beri kendisini kusturarak rahatlamaya çalışıyor, çok erken yaşta adet görmüş ve şimdiden memeleri çıkmış. Bunları özellikle belirtiyorum, çünkü bugün olsa toksik diyeceğimiz iki arkadaşın bu ilişkisi birisinin emir vermeye diğerinin de ona uymaya çalışmasıyla yürüyen bir ilişki. Ve o yaşlarda erken adet görme ya da memelerin erken çıkması bile üstün olanı belirleyebilir. Nereden bildiğimi sormayın.
Adını bilmediğimiz anlatıcımızın anne ve babası hizmet sektöründe çalışıyor. Yani her gün akşama kadar deniz kenarında otellerde canları çıkıyor. Annesinin vakti kaldığında şehrin en tepesinde bulunan ve duvarlarla ayrılan sayfiye yerindeki turistlerin evlerine temizliğe gidiyor. Herkesin ev üstüne ev yapmasıyla garip şekiller almış evlerinde anneannesi, onun erkek kardeşi ve anne babasıyla yaşayan anlatıcı, Isora’ya göre daha uyumlu, anneannesinin ona gösterdiği sevgi ve şefkatle daha sakin diyebiliriz. Ve tabii çok zayıf olması, memelerinin çıkmamış olması ve adet görmemesi onu bu arkadaşlıkta daha aşağı bir konumda bırakıyor.
Roman Isora’nın kusmasıyla başlıyor. Yaz tatili öncesi okuldaki kermeste her şeyi silip süpüren çocukların macerası anlıyoruz ki her zaman Isora’nın kusmasıyla sona eriyor.
“Kedi gibi. Isora kedi gibi kusuyordu. Öyköyköyk, kusmuk klozetin içine hızla akıyor, adanın uçsuz bucaksız yeraltı toprakları onu emip götürüyordu. Haftada iki, üç, dört kez yapıyordu bunu.”
Hemen sonraki sayfada ise kusmadan önce ne yaptıklarını okuyoruz:
“Çişimi yapıp Isora da yapsın diye kenara çekildim. Yaptı, pantolonunu çektikten, ben onun dağ zemininde bir eğreltiotu misali açılan tüylü kukusunu gördükten sonra tuvalete eğildi, orta ve işaretparmaklarını uzatıp ağzına soktu.”
Andrea Abreu’nun bu romanı İspanya’da ve tüm dünyada yankı uyandırmış. Bunun sebebini anlayabiliyorum, çünkü kız çocuklarının gizli dünyası pek de anlatılan bir şey değil edebiyatta. Uzun yıllar boyunca mahrem sayılan, sonrasındaysa anlatılması basitlik gibi görülen bu detaylar oysaki her kadının yaşadığı şeyler. Romanda çiş, kaka, adet kanı, memeler, kusma gibi bedensel özelliklerden ve eylemlerden başka pek çok defa kızların nasıl sürtüne sürtüne masturbasyon yapmayı alışkanlık haline getirdikleri, hatta yaz sıcağında bazen sınıfın ‘sürtünme’ koktuğu anlatılıyor. Isora romanın baskın ve cesur karakteri olduğu ve tabii hormonları daha erken geliştiği için onun önderliğinde külotlara sokulan mandal, tebeşir gibi bahisler de var. Edebiyat dünyası şoke olmasın da kim olsun?
Bırakalım edebiyat dünyası biraz da şaşırsın. Bu yine de ‘Yaz Köpekleri’nin çok güzel bir arkadaşlık romanı olduğu hakikatını değiştirmez. Böylesi arkadaşlıklar çocukluktan itibaren yaşanır, dediğim gibi kimin neden üstün olduğunu kimse bilmez, biri birinin uydusu olur ve ne dese yapar. Ta ki bir yerde bir şey çıt edene, artık bunu çekmeyeceğini anlayana dek. Bu şiddetli hep birlikte olma isteği ve sonrasında kaçınılmaz ayrılık acısı aynı aşk gibidir aslında çünkü arkadaşlıkta da aşk gibi doruk noktaları, bitiş süreçleri ve ayrılık yaşanır. Romanın başında anlatıcı ne halde olduğunu çok net cümlelerle anlatıyor.
“Kalkıp peşinden gittim. Tuvalete de, yanandağın ağzına da peşinden gider, uyuyan ateşi görünceye, sonunda yanandağın uyuyan ateşini bedenimde hissedinceye dek onunla beraber başımı aşağı sarkıtır, bakardım.”
Cehenneme beraber gidelim dese, gidilecek türdeki bu arkadaşlık tam da söylediğim sebeplerle, Isora’nın kendi doyumsuzluğunun ve mutsuzluğunun hep daha fazlasını istemesi ve başını belaya sokacak olması nedeniyle en sonunda biter gibi oluyor. Anlatıcımız Isora’ya hayatında ilk kez karşı çıkıyor ve ağzına yumruğu yiyor. Bir hafta süren ayrılık da elbette aşk ayrılığı gibi. Nefret süreci, aramama kararı, sıkılma, dayanamama, merak etme ve en sonunda gururu filan bırakıp ne olacaksa olsun deyip konuşmaya gitme…
Kısacık bir yaz tatilinde bir arkadaşlığın en güzel günlerini anlatan yazar bunu oldukça da esprili bir biçimde yapıyor. Romanın başında kahkaha attığım şu bölüm mesela:
“Isora ona tamam bitch, hemen hallediyorum bitch, anlaştık bitch, emrin olur bitch, teşekkürler bitch, başka arzun bitch, diyordu. Anneannesi ona hafif bir şüpheyle bakıyordu bakmasına ama Isora bitch kelimesinin İngilizcede anneanne anlamına geldiğini söylüyordu.”
Tüm bunların dışında 90’ların sonunda geçen bu romanda batıl inancın, bir yandan din baskısının ne denli yoğun olduğunu görüyoruz. Nazar dualarından tutun da büyüler, büyü bozmalar gırla gidiyor. Halk hem Chaxiraxi denen yerel tanrılara, Güneş Ana’ya hem de Tenerifli Candelaria Meryem’ine inanıp tapıyor. Hayvanların bakımsızlığı, pisliği bırakın Avrupa’yı elbette Ortadoğu’yu hatılatır nitelikte ve epey uzun anlatılıyor. Halkın fakirliği, sokakların kiri, kanalizasyon sıkıntısının yanında anlatıcının annesinin yanında temizliğe gittiği sayfiye sitelerindeki havuzlar, yerli halkın girmesi yasak olan yerler, sokaklarda dolaşan bemeve’ler de var. Avrupa sömürgesi olmak Latin Amerika ülkelerini ne hâle getirdiyse Kanarya Adaları’nı da aynı hâle getirmiş.
Erkek çocuklara daha fazla harçlığın verildiği, kızların ise her halükârda yine de daha fazla eğlenmenin yolunu bulduğu bir roman bu. ‘Kız neşesi’ denen türden. Roman boyunca üstümüze sinen sıcak, nem sonlara doğru doruk noktaya ulaşacak ve tüm trajedisiyle birlikte denizde son bulacak. Cesur bir roman okumak isteyenlere, kız çocuklarını daha iyi tanımak isteyenlere muhakkak öneririm.