Michelin yıldızlarını açıklama zamanı yaklaşıyor.
Bu yıl en büyük merakım Urla’daki 6 masalık ‘Narımor” restoranın yıldız alıp alamayacağı.
Çünkü bu genç şefin yıldız almasını çok istiyorum…
Yıldızları beklerken size Urla’dan bir başka haber vereyim.
Bir Türkiye vatandaşının bugüne kadar yurtdışında en büyük üzüm bağını Urlalı bir hemşehrim almış.
Lucien Arkas…
Onun için İzmirli demem daha doğru olur ama, artık kendimi Urlalı saydığım, onun evi de Urla’da olduğu için belki bunu söylememi kabul edersiniz.
Lucien Arkas’ın İtalya’da arazi baktığını epeydir biliyordum.
Hatta aldığını da öğrenmiştim, okumuştum.
Ancak geçen akşam bu işin çok önemli bir ayrıntısını öğrendim.
Aldığı arazi 1000 dönümmüş.
Muazzam bir arazi bu…
Hem de Toscana’da…
Sting, Colin Firth, Richard Gere, Massimo Ferragamo gibi ünlülerin evi veya bağları olan bölgede 1000 dönüm arazi…
Sienna’ya 45 dakika mesafede bir bölgede…
“Vino Nobile di Montepulciano” bölgesinde…
1000 dönüm bugün kadar cebinde TC pasaportu taşıyan bir kimsenin yurtdışında aldığı en büyük arazi neredeyse.
Bunun şimdilik 140 dönümü bağ.
Bu bağla daha önce Kavaklıdere ilgilenmiş. Ali Başman gelip gezmiş.
Ancak o daha sonra Bordeaux’nun Saint Emillion bölgesinde bir bağ almaya karar verince bundan vazgeçmiş.
Tabii Lucien Arkas’ın aile ağacında 1700’lere gidildiğinde bu bölgeyle bağı var…
Hatta bizzat gidip dedelerinin adını taşıyan bir köy bile bulmuş.
Biraz da onun etkisiyle almış bu araziyi.
Araziyi bulmada orada İtalyan eşiyle çok güzel bir butik otel işleten ve şarap üreten Mete Nisari de yardımcı olmuş.
İçinde ayrıca sekiz villa varmış ve oraya küçük bir de otel yapmak istiyor.
Oteli de eşi Merve Arkas işletecekmiş.
Bu bağlardan gelen ilk ürünü önümüzdeki günlerde içeceğiz.
Böylece Kavaklıdere’nin La Croix Lartigue ve Chateaux Claud- Bellevue’den sonra Toscana’nın “Vino Nobile di Montepulciano” etiketli ürünlerini de bir Türk markası olarak tadabileceğiz.
Bunları geçen gece İzmir’in ve Türkiye’nin ünlü ve başarılı iş insanlarından Lucien Arkas’ın iş hayatındaki 60’ıncı yılı için düzenlenen gecede öğrendim.
Kutlama yemeği Torbalı’da devasa bir bağın ortasına kurulmuş tesiste verildi.
Burası herhalde Avrupa’nın en modern üretim merkezlerinden biri…
Fıçılar arasındaki kutlama yemeği beni oradan alıp Toscana bağlarına götürdü.
Salonun bir ucuna konmuş İtalyan renklerine boyalı 1960’ların iki İtalyan efsanesi bir Fiat 500 ve Vespa motosiklet ailenin İtalyan kökenlerine de gönderme yapıyordu.
Geceye gazeteciler davetli değildi.
Sadece aile üyeleri ve çalışanlar davetliydi.
Benden Lucien Arkas’la sahnede sohbet etmemi istediler.
İzmirli bir pop sosyolog olarak İzmir’den çıkmış çok başarılı bir rol modeli hemşehrim ile sohbet benim için büyük keyifti.
Lucien Arkas’ın benim hayatımda çok önemli bir yeri var.
O 1945 yılında varlıklı bir levanten ailenin çocuğu olarak Bornova’da doğdu.
Bense ondan iki yıl sonra İzmir’in Kahramanlar mahallesinde bir matbaa işçisinin oğlu olarak dünyaya geldim.
Onun annesi Bornova’da evlerinde doğum yapmış.
Benim annemse Devlet hastanesinde.
Kenar mahalle çocukları mahallenin kahramanlarıyla yaşar.
Benim ilk kahramanım da mahalleden çıkmış bir futbolcu, Metin Oktay’dı…
Yıllar sonra ölüm haberini Antalya’da bir otelin havuzunda öğrenmiştim.
Çok ağlamıştım o gün….
İzmir’den çıkıp başarı hikayesi yazan insanlardan biri de Onasis’ti.
O da İzmir’in Karataş semtinde doğmuştu.
İzmir’in kurtuluşundan sonra Yunanistan’a yerleşmiş ve gemi taşımacılığında yükselerek dünyanın en önemli armatörlerinden biri olmuştu.
Ona ilgim asıl Maria Callas’la beraberliğinden sonra başladı.
“La Casta Diva….”
O yüzden hemşehrim Onasis’i hem kıskanır, hem de onunla gurur duyardım.
Ta ki 1978 yılına kadar.
O yıl Türkiye gemicilik tarihinde benim için bir devrim yaşandı.
İzmirli 33 yaşında genç bir iş insanı Türkiye’de “konteyner” denen taşımacılığa başladı.
Konteyner deniz taşımacılığında tam anlamıyla bir devrimdi.
O sırada Onasis gibi devasa armatörler hala yük gemisi anlayışıyla çalışıyordu.
Konteyner devrimini fark edemeyen Yunan armatörlerin çoğu kaybolup gitti.
Ama Ege’nin öteki tarafında Bornovalı genç bir insan bu devrimi tam zamanında yakalayarak konteynırlarına bindi ve denizlere açıldı…
Onasis’i doğuran İzmir şimdi Lucien Arkas’ı doğurmuştu.
1991 yılında kendisine ilk iki konteyner taşıyıcı gemiyi aldı.
Bugün konteyner taşımacılığında Akdeniz’in kaptanı deryalarından biri o.
Dün akşam anlattı.
Konteyner taşımacılığına geçince şirketlere gidip mal ve ürünlerini böyle taşımanın daha hızlı ve güvenli olacağını anlatmış.
Bu vizyonu anlayıp yük veren ilk üç vizyoner şirket Ülker, Caca Cola ve Kalebodur olmuş.
Vizyoner taşıyıcı vizyoner şirketler bulunca konteyner taşımacılığı da uçup gitmiş.
Lucien (Öyle diyorum çünkü geçen akşam artık bu yaştan sonra birbirimize ilk ismimizle hitap etmeyi kararlaştırdık) iş hayatında 60’ıncı yılını doldurdu.
Bu gece için Berna Sipahi ve kurumsal ekibi çok güzel bir kitap hazırlatmış.
Kitap Fransızca hazırlanmış, sonra Türkçeye çevrilmiş.
İş insanlarının yazdığı kitaplar arasında Hüsnü Özyeğin’inkini çok beğenerek okumuştum.
Rahmetli Can Kıraç’ınki de çok güzeldi.
Suna Kıraç’ın kitabı keza…
Lucien Arkas için hazırlanan bu kitabı da çok ilgiyle, zaman zaman gülümseyerek ve çok şey öğrenerek okudum.
Bornova’da doğup büyümüş.
O dönemde Bornova’da 30 Fransa kökenli, beş İtalyan kökenli aile varmış.
“Bornova’da bunun dışında Girit’ten gelmiş göçmenler otururdu” diyor.
Bahçeler içindeki evlerde yaşarlarmış.
O günlere ait çok güzel belgesel mahiyette fotoğraflar var.
Birinde arkadaşlarıyla kovboyculuk oynarken görüyoruz.
Benim açımdan sosyolojik bir belgesel.
Çünkü ellerinde oyuncak tabanca ve tüfek görünüyor.
Bizse aynı yıllarda Melez çayı kenarında koyun çene kemiklerini tabanca olarak kullanıp kovboyculuk oynuyorduk.
Kitapta ilginç bir belge var.
Okumak, eğitim için Oxford’a gönderilmiş.
Hüsnü Özyeğin gibi o da her gün yaptığı harcamaları bir deftere bilanço kayıtları gibi yazıyormuş.
Hemen her gününde sabit bir harcama var.
Otobüs-kahve-gazete…
Buradan anlaşılıyor ki okula devam durumu iyiymiş.
Bu arada bir notta “İngiliz tarihi” ve Dictionary” yazıyor.
Demek ki bir tarih kitabı ve İngilizce sözlük satın almış.
Tarihe merakı evindeki nadir ve çok eski kitaplardan oluşan müze kütüphanesinden de anlaşılıyor.
Ege ve İzmir tarihiyle ilgili kitaplarını onarmak için Fransa’da iki uzmanla çalıştığını biliyorum.
Yine kitapta İstanbul’da Saint Joseph Lisesi’ndeki okul yıllığından bir sayfa var.
Baktım, tanıdığım hiç kimse yok.
Oysa bir yerde Baskın Oran’la sınıf arkadaşı olduğunu okumuştum.
İlk eşi Vivien’le tanışma bölümleri de çok ilginç.
Bornova’da aynı mahallede oturuyorlarmış.
Vivien’in annesi Alman, babası ise Avusturya Macaristan kökenliymiş.
Annesi Vivien’i tam bir Alman disipliniyle büyütmüş.
Lucien onu çok beğenir ve zaman zaman bisikletiyle gezdirirmiş.
Öyle günlerden birinde bisikletle eve geç gelince Vivien’in babasından öyle azar işitmişler ki ilişkileri bitmiş.
Yıllar sonra iki aile çocuklarını evlendirmeyi düşünmüş.
Ama o sırada Lucien’in işi başından aşkın ve kendini işe vermiş.
Annesi zorla Vivien’i aratmış.
Telefona babası çıkmış, “Vivien evde yok, ava gitti” demiş.
Demek ki o dönemde Bornova ava gidilebilecek bir yermiş ve levanten kızları da ava gidermiş.
Kitapta Lucien Arkas’ın aile soyağacı da var.
1625’e kadar uzanan bir soyağacı bu. Kilise kayıtları tutulduğu için ulaşabilmişler.
İzmir’e ilk gelen anne tarafından Pagy ailesi.
Dün akşam ailenin o kolundan Guy Pagy masa komşumdu.
Çeşme’de oturuyormuş ve “artık oradan hiç çıkmıyorum” diyor.
Aile soyağaçları şimdilik, 1993’te ölen annesi Wanda Marguerita Pagy ve 1994’te ölen babası Lucien Gabriel Arcas ile bitiyor…
Demek ki aile olarak ben dahil çoğumuzdan eski İzmirli onlar.
Dün yemekte sohbet ederken ikimizi birbirine bağlayan çok hüzünlü bir geceyi keşfettik.
İzmir hayatımda en hüzünlü gecem 6-7 Eylül olaylarının olduğu geceydi.
O gece İzmir Fuarı’nda Yunan pavyonunun ateşe verilişini gözlerimle görmüştüm.
İkinci kattan aşağı fırlatılan bir kuyruklu piyano 6-7 Eylül utancının hala gözlerimin önünde olan görüntüsüdür.
Ben bunu anlatırken Lucien Arkas beni şaşırtan bir şey söylüyor.
“O gece ben de oradaydım…”
O da aynı sahneyi seyretmiş.
Sonra annesi “Senin ne işin var orada” diye alıp götürmüş.
Yıl 1955 ve o 10, ben 8 yaşında iki İzmirli çocuk aynı feci travmayı yaşamışız.
“O gece çok korktuk. Gidip konsoloslukta kaldık” diyor.
Bunun nedeni babasının taşıdığı pasaport.
Babası Lucien Gabriel Arkas 1902’de “Osmanlı vatandaşı” olarak doğmuş.
Ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra “Artık Osmanlı vatandaşlığı yok, kendine yeni bir vatandaşlık alman lazım”demişler.
O sırada İtalya ilişkileri nedeniyle aile Korfu vatandaşlığı almış.
Ancak vatandaşlığı aldıktan sonra Korfu Yunanistan’a geçince o da Yunan vatandaşı sayılmış.
Oysa Yunanca ne yazabiliyor ne de konuşabiliyormuş.
Hayatı 1964 yılında bir gün Saint Joseph lisesinde müdür kendisini çağırıp “Hemen İzmir’e gitmen lazım” dediği an değişiyor.
Babasının Korfu vatandaşlığı 1964 yılında ailenin hayatına bomba gibi düşmüştür.
Kıbrıs olayları patlayınca babasının bütün mal varlığına elkonmuş.
İş yerinde halıları, mobilyaları bile icradan alınmak istenmiş.
Türk komşuları gelip “Bunlar kendi malı, işyerinin değil” diye tanıklık yapmış, kurtarmak istemişler.
Babası Yunanistan’a gitmek zorunda kalmış ve Saint Joseph’e son bir defa dönüp bakalorya imtihanını verdikten sonra 19 yaşında işin başına geçmek zorunda kalmış.
Tabii bu da üniversite eğitimine elveda anlamını taşıyordu.
İşte bugün Türkiye adına bütün bu uluslararası başarıya imza atan bir levanten TC vatandaşının hikayesi böyle hüzünlü anlardan geçerek bugüne geldi.
O insanlar bugün hala ceplerinde TC kimliği ile geziyor, çalışıyor, yaşıyor.
Oradan başlayan bu yolculuk bugün 50 konteyner gemisine yaklaşan bir filoyla 29 ülkede açılmış ofislere ulaştı.
Lucien Arkas hep İzmirli olarak kaldı.
Başka bazı aileler şirketlerinin merkezini İstanbul’a taşırken o İzmir’de bıraktı.
Bugün dört günü İzmir, üç günü Urla’da yaşıyor.
Urla’daki evi Toscanalı mimarlar tarafından yapılmış bir estetik vahasıdır.
İçindeki sanat eserleri ve iki müzesi ile aynı zamanda Urla’yı gastronomiden sonra bir kültür merkezi haline getiriyor.
O şimdi 2025 ve 2026’da Paris’teki George Pompidou Merkezi’den çok önemli eserleri İzmir’de sergileyeceği bir projeye hazırlanıyor.
Söyleyin kim Pompidou Merkezi restorasyona girdiği için kapandığı yıllarda böyle bir projeyi akıl edip o eserleri İzmir’e getirmeyi düşünür…
Tabii ki konteyner devrimini anlayabilecek vizyona sahip bir insan…
Lucien Arkas İzmirli olduğu için kendini şanslı sayan son levantenlerimizden biri…
Ama İzmir de onun gibi bir hemşehriye sahip olduğu için çok şanslı.
Hoş artık ta 1700’lerde İzmir’e yerleşmiş insanlara levanten demek de doğru mu bilmiyorum.
Dediğim gibi çoğumuzdan daha eski İzmirli onlar.
Güzel bir geceydi…
Lucien geceyi mutlu bir Galatasaraylı olarak tamamladı…
Bense mutsuz bir Fenerbahçeli alarak kaldığım Swissotel’e döndüm…
Orada Fenerbahçe düşkırıklığımı hafifleten bir sürpriz beni bekliyordu.
Bana tanıdık bir oda verilmişti…
Henüz Büyük Efes Oteliyken, 24 Ekim 1970’te, Tansu’yla evlendiğimiz gece orada hem de galiba aynı katta aynı odalardan birinde kalmıştık.
Sabah uyandığımda balkonda kahvemi içerken bu şehirde doğup büyüdüğüm için kendimi şanslı hissediyordum….
Roberto Alagna’nın son albümündeki Sonnora’yı iki üç defa dinledim…
Bir de benim güzel hemşehrim, İzmir kahramanım Sezen Aksu’yu…
Çünkü Ege’ye gelince asla onsuz olmaz…
12 Kasım 2024 - İmam hatipli Ahmet Hakan’ın 10 Kasım’da bulduğu huzuru Ankara kaçıracak mı?
10 Kasım 2024 - Toscana’nın en büyük ‘vino nobile’ arazisini Urlalı bir iş insanı aldı
9 Kasım 2024 - Türkiye alfabesine X ve Q’yu eklerken Çöl Davosu’ndan gelen Arapça istihbarat
7 Kasım 2024 - Başkan seçiminin en kritik anında o salonda Külliye’den biri vardı