'Geyiğin Kan İzleri' adlı son şiir kitabı Klaros Yayınları'ndan çıkan Yaşar Akalın, "Çoğul bir zaman algısının peşindeymişim gibi geliyor. 'Mühürlenmiş', bir resme, bir şiire, bir sekansa saklanmış anların peşindeyim" diyor.
Başka yollar ve başka nehirlerden söz alan Yaşar Akalın, gidenlerden kalan boşlukla anılarını canlı tutuyor şiirlerinde. Geçmişin çok dilli, çok kültürlü zenginliğinden beslenen şiirlerinde Akalın, arada sinemaya gönderme yaparken arada tarihimizin köklerine inerek ses veriyor.
‘Geyiğin Kan İzleri’ adlı son kitabı Klaros Yayınları’ndan çıkan Yaşar Akalın ile şiirleri, yazma ve okuma serüveni yanı sıra kitapları ve hayatına dair söyleştik.
Şiirlerinizde gitmekle kalmak arasında bir çalkalanma izleği var. Gidenlerden kalan anılar birikiyor bir yerde. Kalanlar gittikçe çoraklaşan bir tarihin gölgesinde yer edinmekte zorlanıyor mu? Köklerine dönmek isteyen bir şiire mi yönlendirmek istiyorsunuz okuru?
Gitmek ve kalmak temaları benim için salt mekânların değişimi anlamına gelmiyor. İnsanın gurbeti de sılası da kendi içinde. ‘Çalkalanma’ çok doğru bir tarif. Bir gemide, fırtına içinde olma… Mekânların, zamanın, anların içinde, giderken kalmak kalırken gitmek…
“insanın kendi kıyılarından döndüğü
kaç yolculuğu var
zamanın hırkasına yapışan tozlar
kendi gurbetimize
kendi gurbetimizden çıkmadan
yollar gibi tozmadan”
Angelopoulos filmlerindeki gibi çoğul bir zaman algısının peşindeymişim gibi geliyor. Geçmiş, şimdiki zaman hatta gelecek iç içe tüm zamanları içeren bir şimdide yaşıyoruz sanki. Onun da sık tekrarladığı W.Faulkner’in “Geçmiş asla geçmiş değildir” sözündeki gibi.
Zaman kayganlaşıyor, anlar kayıp gidiyor elimizden. “hatırladıklarımız ölü kelebekler gibi dağılıyor”. Geçmiş bugünün dokunuşlarıyla hep yeni bir geçmişe dönüşüyor, bugün de bu nedenle diyalektik bir biçimde yeniden bambaşka bir bugüne dönüşüyor. O yüzden Tarkovski’nin o olağanüstü filmlerinde vurguladığı ‘mühürlenmiş’ ve zamandan kaçırılmış, bir resme, bir şiire, bir sekansa saklanmış anların peşindedir sanatçı ya da ben en azından böyle bir itkiyle yazıyorum.
Turgut Uyar, Can Yücel, Füruğ ve Akif Kurtuluş gibi şairlere göndermeler yapıyorsunuz şiirlerinizde. Hatta bazı dizeleriniz ve sözcüklerinizle selam verdiğiniz de oluyor. Bölüm başlıklarında yaptığınız alıntılarla da şiirinizin beslenme alanlarına dair ayrıntılara tanık oluyoruz. Bu toplam sizi nasıl bir senteze taşıyor ya da yazma serüveninizi nasıl etkiliyor?
“oysa herkes için
karşılaşmaktır hayat
eşlik etmektir kuşlara”
Başka hikâyeler ve başkalarının kelimelerinde bulduklarımız, kelimelerin ve öykülerin birbirine dokunuşları hayatın ritminin bir parçası. Her dokunuş yine yeni resimler, gölgeler, bağlar, yollar, yolculuklara kapı açıyor.
“rüzgârın tekrar dokunuşunu bekleyemezsin
başka yollar başka nehirler
unutulduğu yerden
başka bir bağcıkla tamamlanan
hikâyeler vardır”
Şair başkalarının kelimelerinden korkmaz, başka hikâyelere başka kelimelere dokunur, kelimeler ve hikâyelerin yeni anlar, yeni rüyalar, yeni yolculuklarda yeni bir kendilik yaratacağını bilir. Bu, dostlara, sevdiklerine dokunmak, onları selamlamak gibidir, bence.
“suyun geçtiği yollardan geçtim
bulmak için değil
sormak için suya ve sözcüklere inandım
hayatın büyük ırmağında insan
bir başkasının kazasıdır
ötekinin düşünde başlar asıl yolculuğumuz”
Doğa ve tarih belirgin bir izlek sizde. Çok kültürlü bir geçmişin izlerini sürüyorsunuz sürekli. Ayrıca mitolojik göndermeler de oldukça belirgin şiirlerinizde. Masal ve efsanelerin açtığı yazma alanlarını nasıl genişletiyorsunuz. Günümüzde yazılan şiirle ayrıştığınız ya da ortaklaştığınız izlekleri nasıl yorumlamak istersiniz?
Doğa, ‘insan’ olma sürecinin ilk büyük kopuşu; acıklı, büyük ayrılığımız. Yetiştiğim Karadeniz coğrafyası, mitolojik adıyla Pontos, çağıltılı suların, otların, kuşların, böceklerin, dağların, karanlık ormanların; kalbinizi, kelimelerinizi, muhayyilenizi kolaylıkla ele geçirebildiği bir âlem.
Burası bu nedenle dönüş arzusunun en yoğun yaşandığı, hayatın ritminin bedeninizi, haleti ruhiyenizi kuşattığı, özellikle öfke ve neşenin aralıksız yer değiştirdiği yeşil, gri, puslu, eril sert bir iklim.
“ırmak boyunca çocuklar koşardı
böğürtlen dikenleri sisler sesler
yağmur sebepsizce dinerdi
keder öylece saçlarına damlıyor
kuşlar kanatlarını silkeliyor”
Doğa bana başta sorduğunuz ‘köklerimi’ anımsatıyor, nedensizce içimi acıtıyor, rüzgâr, yağmur, ”kar bir masala yağıyor, ağızları buğulu köpekler oradan oraya koşuyor”. Doğanın Tarkovski’de de çok rastladığımız, bizim cevabını bilmediğimiz mistik bir tarafı da var. Ölümlü, geçici varlığımızı, tüm çabalarımızın belki de boşunalığını anımsatan acıklı, hüzünlü bir olgu benim için.
“senin hikâyende rastlamak için sana karanlık ormanlarda saklandım
zehrin patikalarında puslu kelimeler
eskil bir masaldan kaçtım
üzerimde sonbahar
sırtımda ağır puhu kuşundan kanatlar”
Ulus devletler çağında homojenleşme adına adların, hikâyelerin, kahramanların iğreti ucuz hikâyeler ve figürlerle yer değiştirilmeye çalışıldığı, bazen melezleştirilip -ki bu kötü değil- bazen de acımasızca yozlaştırıldığı bir süreç yaşandı, yaşanıyor hala. Tarih kesilip biçiliyor, varlığıyla bütünleşmiş adlar değiştiriliyor olmazsa geçmişe ait derin izler karalanıyor vb. Beni hikâyeler ve görkemli ontolojisiyle var olagelmiş adlar çok ilgilendiriyor;
“ey benim denizim seni ben adınla çağırdım
adın sendin”
Sadece halkların geçmişi değil öyküler de mitler de yok ediliyor. Oysa ‘insan hikâye anlatan’ varlıktır; hatıraların, imgelerin, masalların devamlılığı gerekir. Masalını, mitosunu yitiren bir coğrafyanın kaybı telafi edilemez. Bazen kötülük de tam da burada başlıyor.
“asmaların altındasın
buğulu sırılsıklam leylakların kokusu
kayınların uğultusu
mor ortancalar arasında
biteviye akıyor çeşme
sen hikâyeni unutmuşsun
oysa annenin masalından kaçmıştın bu ormana”
Günümüzde yazılan şiirle ayrıştığım ya da ortaklaştığım izleklere gelince şiir için günümüz ya da geçmiş gibi bir zaman sınırım yok. Fuzûlî, Şeyh Galip, Nâzım, Külebi de benim şairim Rilke, Robert Frost ve Emily Dickinson da.
‘Pontos Şarkıları’, ‘Kelimeler Rüyalar’ ve ‘Geyiğin Kan İzleri’ kitaplarınızda değişen ve ırmağını genişletmeye çalışan bir poetika seziliyor. Gittikçe daha sadeleşen bir şiiriniz var. Yazması gittikçe kolaylaşan bir şiire doğru gitmeye çalıştığınızı da söyleyebiliriz ama bu kolaylık yanıltıcı. İmgeleriniz sadeceleştikçe şiirinizdeki sinematografi daha belirgin hale geliyor. Edebiyatın ve sanatın başka disiplinleri poetikanızı nasıl etkiyor?
Şiir; yalanı, yapaylığı, bayağılığı, süsü vb. kaldıramıyor. Ben şiirde insanın en yalın, en çıplak halini gördüğüm için bu soydan bir şiirin peşindeyim. Bulur muyum bilmiyorum. İnsanın en tehlikeli tarafı kendini sadece aynada görebilmesi. Bence iyi bir romanın, iyi bir filmin, öykünün, resmin, mimari eserin vb. yazılmamış ama hissedilen bir şiiri varsa büyük sanat eseri olabiliyor. Bu nedenle şiir yazmak çok acı verici ve Sisyphosvari bir uğraş şair için. “insan söyledikçe yalnızlaşıyor” diye düşünüyorum. Belirtiğiniz gibi şiirimde sinematografik atmosferler olduğunu ben de düşünüyorum. Tarkovski ve Angelopoulos sineması bana çok iyi geliyor. Benim hissiyatımda çok derin karşılıklarının olduğunun farkındayım.
Son ve geleneksel soru: Yazı masanızda neler var, nelere çalışıyorsunuz? Kimleri okuyor, neler yazıyorsunuz?
Öncelikle bana sorduğunuz, poetikamı çok derinlikli kavradığını düşündüğüm bu sorular için teşekkür etmek isterim. Şiir kapımı çaldığındaki bu çok nedensiz ve spontane oluyor çok büyük bir heyecanla kelimelerin rüyasına, yeni bir karşılaşmanın cezbesine kapılıyorum. En kötüsü bir şiiri yazmayı bitirdiğinizde ortaya çıkıveren derin boşluk, zehirli hüzün…
Şimdilerde, seçtiğim şair, ozan, yazar ve oyuncular hakkında kısa şahsi ve benim hissiyatımla görülmüş biyografilerden oluşacak bir çalışma içerisindeyim.