Deva Partisi milletvekili, insan hakları savunucusu Mustafa Yeneroğlu Sincan Cezaevine gitti, FETÖ hükümlüleri Cafer Tekin İpek ve annesi Melek İpek'i ziyaret etti, onların mahkum oldukları dosyaları yeniden gözden geçirdi.
Geçen hafta bir dostum “Cafer Tekin İpek’i tanıyor musun?” diye sordu. “Hayır” dedim. Adını dahi duymamıştım. “Onun darbe öncesinde de cemaat ile hiç alakası yoktu. Abisini yakalayamadıkları için kinlerini ondan çıkardılar.’ Lütfen dosyasını inceler misin” dedi.
“İpek” soyadını elbette sıkça duyuyordum. Ne de olsa aile kamuoyuna mal olmuş, Türkiye’nin sayılı ailelerinden biriydi. Ancak ben hiçbir aile ferdi ile tanışmamıştım. Ne Melek İpek’i ne de Türkiye’nin sayılı iş insanları arasında olan oğulları veya kızları ile… Melek Hanım’ın elinden hiç menemen yememiştim. Ne Ankara’daki çiftliklerinin müdavimiydim ne de İpek ailesine ait olan Türkiye’nin en pahalı otelinde -üstelik ücretsiz- kalmışlığım vardı!
Melek Hanım’ın oğlu bildiği başbakanlar, bakanlar, belediye başkanları ve milletvekillerinden biri değildim. Eşim de Melek Hanım’ın kızı saydığı, öz kızına kardeş bildiği devlet eşrafının eşleri arasında değildi. Ayrıca Cafer Tekin Akın’ın “arkadaşlarım” diye saydığı, “yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi” dediği, şu anda devleti ve Ak Parti’yi yönetenler arasında da bulunmuyordum.
Bu sebeplerle temkinli yaklaşıyor, Cafer Tekin İpek’in dosyasındaki hukuki tespitleri merak ediyordum. Dosyayı incelerken okuduklarıma şaşırdım mı, ona da emin değilim. Çünkü terör örgütü üyeliği hükmü verilen bunun gibi binlerce boş dosya okumuştum. Bazen şaşırdığıma da şaşırıyordum. Yapılan propagandanın tesiri olsa gerek. Ya da Fethullahçı yapıyla ilgili geçmişten duyduğum derin endişe sebebiyle. Cafer Bey silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 11 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmış. Gerekçe; İpek ailesine ait şirketlerde hem hâkim ortak hem yönetim kurulu üyesi olması ve şirketleri FETÖ/PDY örgütünün amaçlarını gerçekleştirmek için yöneten kişilerden biri olması. Bu minvalde medya şirketleri, vakıf ve üniversite kurması ve şirketin gelirleri ile himmet paraları aktarımı işlemlerine imza atması.
Elbette bu medya şirketlerinin alımı ile veya vakıf ve üniversite kurulması ile ilgili olsun dönemin başbakanı ve bakanları tarafından özellikle ve bizzat teşvik edildikleri;
Vakıf ve üniversitenin kurulması ve yer tahsis edilmesi, hatta yandaki arsanın dahi tahsisinin yine başbakan ve bakanların teşviki ile ancak gerçekleştirilebileceği;
Vakfın hükümet kararı ile kamu yararı statüsüne sahip olduğu;
Şirketlerinden bağış yaptıkları, yani “himmet verdikleri” derneklerin bakan ve milletvekillerinin görünmek için yarıştığı yerler olması; nedense hep göz ardı edilen hususlar olmuş.
Ve daha ötesi suçun oluşmasının olmazsa olmazı olan, “kişinin örgütün terör, cebir ve şiddetine bilerek ve isteyerek destek verdiğine” dair 540 sayfalık Ağır Ceza Mahkemesi kararında bir cümlelik izahat dahi olmadığı gerçeklerini yok sayarsak ancak kendisini “Vay terörist” diye yaftalayabiliriz.
Bu arada itiraf edeyim: Şirket üzerine kayıtlı beş yüzün üzerinde telefondan birisinde veya ikisinde bylock programının çıkmış olmasını, bu telefonların her ne kadar Cafer Bey tarafından kullanılmadığı kesin olarak tespit edilmiş olsa dahi şirket ortağı ve yöneticisi olarak ona mal edilmiş olmasını, ayrıca şirket tarafından yüzlerce Zaman gazetesine ücret mukabilinde abone olunarak ücretsiz dağıtılmış olmasını da vahim terör eylemlerini gerçekleştirmede “süreklilik, yoğunluk ve yarattığı tehlikede kararlılık” içinde hareket etmiş olduğu saptamalarını ‘sümen altı’ etmiş oldum.
Anlayacağınız o ki hukukun nasıl katledildiği adına ibretlik bir karar. Daha doğrusu önceden verilmiş bir kararın trajikomik bir şekilde gerekçelendirme çabası. Tam bir düşman hukuku örneği!
Cafer Tekin İpek kararını okuduktan sonra kendisini ve annesi Melek İpek’i cezaevinde ziyaret etmek için Adalet Bakanlığından izin aldım. 29 Kasım 2024 Cuma sabahı, ilk önce Cafer Tekin İpek ile görüşmek istedim. Her haliyle saygı uyandıran bir beyefendi ile karşılaştım. Karşımda 9 yıla yakındır özgürlüğü gasp edilmiş bir insan vardı. Benim için ülkemin halini de özetleyen bu hazin tablo zaten başlı başına derin bir mahcubiyet konusuydu. Beni gördüğüne mutlu olmuştu. Tebessümü bile elinden bir şey gelmeyen beni eziyordu. Uzun uzun anlattı. Suçunun ne olduğunu soruyordu; ortada bir suçun olmadığını bilerek. Şu anda devleti yönetenler arasında isim isim saydığı birçok kişiyi “arkadaşlarım” diye ifade ederken, sıra gecelerinden bahsederken “Onlara lütfen sorun, birisi dahi bana terörist diyebilir mi acaba?” diye soruyordu!
“Paramız pulumuz, malımız, mülkümüz sizin olsun. An azından anama bu zulmü yapmasınlar” derken içim yanıyordu. Yıllar sonra annesine cezaevinde sarılıp hasret giderme anı gözümün önüne geldi o anlatırken. Cezaevindeyken eşi kendisinden boşanmıştı. O acıyı içine gömmüş gibiydi ama asıl onu ezen ve gözlerini yaşartan 9 yıldır oğlunu, gururla anlattığı gelinini, yüzü gülerek takdim ettiği kızını görememesiydi. Doğrusu o anlatırken ben de kendimi zor tutuyordum. Tüm yıkıma karşı direnen, evlatlarının başarıları ile yaşama tutunan, güzel bir babaydı karşımda oturan kişi. Kucaklaşarak ayrıldık. Ayrılırken o ne düşünüyordu bilmiyorum ama benim aklımda arkadaşlarının sessizliği vardı. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, sessizliklerine anlam veremediği o meşhur arkadaşları. Oysa imtiyaz, ayrıcalık beklemiyordu. Sadece adil şahitlik yapmamaları onu yıkıyordu.
Acaba bu durumda kim cezaevinde, kim tutsak diye düşündüm. Cafer Tekin İpek mi yoksa suçsuzluğunu bildikleri halde kâh başımıza bir şey gelmesin diyerek kâh makamlarını, mevkilerini ve menfaatlerini yitirmemek için, itibarlarından ve konforlarından taviz vermemek için susanlar mı? Bedenleri tutsak olanlar belliydi. Peki ya zihinleri tutsak olan dışardakiler? Onlar da aslında tutsak değil miydi?
Vakit öğlene yaklaşmıştı. Belliydi ki Cuma’yı kaçıracaktım. Ezanı duydum mu emin değilim. Zihnimde özgürlüğün ve adaletin teminatı olarak tasavvur ettiğim ezanı. O ezan ki; adalete şahitlik iddiasını canlı tutmak için günde beş vakit bir ikaz değil miydi? Fakat adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir beldede ezanlar ancak özünden yoksun bir ritüele davet sayılırdı.
Hutbeyi bugün dinleyemeyecektim. Hani sonunda hep o meşhur “Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” ayetini dinlediğimiz hutbeyi. Zaten bu adaletsizliklere göz yuman insanlar gerçekten duyuyorlar mı diye hep merak ettiğim o ayeti. Veya o vakit milyonlarca insanın kıldığı o namazın neden Şuayb Peygambere emrettiğini emretmediğini… Açıkçası bu topraklardaki büyük adaletsizliği yaratan ve sürdüren yönetici sınıfın, uygarlığın en yüksek değeri olan adaleti sağlamak üzere rahatlarından vazgeçmeye hazır olma iddiasından çoktan yüz çevirdiğini biliyordum. Adaleti gözetmekle mükellef olduğunu çoktan unutmuştu bu topluluk.
Elbette Melek Hanım ile görüşmeden cezaevinden ayrılamazdım. Sincan Cezaevi kompleksinde birkaç blok ötedeki Kadın Kapalı Cezaevine geçtim. Görevli infaz memurları nezaketle karşılayıp bir açık görüş odasına götürdüler. Odada beklediğim 10 dakika boyunca ülkemde yaşanan onca kötülük ve zulmü düşündüm. Elimizden bir şey gelmemesini, sözün değersizliğini, vicdanların nasıl bu kadar körelebildiğini, kin, nefret ve düşmanlığın zihinleri nasıl bu kadar işgal ve iğfal edebildiğini… Bu kadar kötülüğün nasıl da adalet zannı ile işlenebildiğini, “yüzde 99’u Müslüman olan ülkede” diye başlayan cümlenin meşruiyetini değer yargılarında değil de sayıda arama zavallılığını…
Ben acizliğime yığılmışken yakınlaşan sesler yükselmeye başladı. İki görevlinin ittirdiği tekerlekli sandalyesinde 79 yaşındaki Melek İpek Hanım kapıdan göründü. Ayağa kalktım, yanıma yaklaştığında bana tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı. Yardımcı olmaya çalıştım, boynuma sarıldı. “Oğlum hoş geldin” derken içim burkuldu, çünkü siyaset sahnesine adım attığımdan beri canhıraş söndürmeye çalıştığım yangınların birçoğuna yetişemediğim gibi buraya da geç kalmıştım. Elden bir şey gelmezken insanlara ümit verir miyim diye hep endişe ederim. Bugün de öyleydim. Ama Melek Hanım beni o kadar sıcak karşıladı ki sanki bekliyor gibiydi, geciktiğimi de…
Karşımda duran, annemden biraz daha yaşlı bir hanımefendinin o anda elini öpmemiş olmanın da ayıbı üzerimdeydi doğrusu. Karmaşık duygular içindeydim. Eskiden Melek Anne diye eline sarılanların bugün köşe bucak kaçtığı bu kişinin kim olduğunu düşünüyordum. Etrafına huzur veren bir aura hemen hissediliyordu.
Melek Hanım ile görüşmeye gelmeden önce tutuklandığı günlerde dava dosyasını incelemiştim. Aslında bu bile gereksizdi. Özellikle FETÖ yargılamalarında ciddi hukuksuzluklar vardı; mahkemeler kişinin kastını ispat etme, suçun manevi unsurunun varlığını yıllarca cezaevine mahkûm ettikleri insanlarda ortaya koyma gereği duymuyorlardı. Zaten yıllardır ceza kanunları sadece garibanlara ve öteki olarak fişlenenlere işliyordu. Egemenlerin yargısı adaletsizliği sisteme dönüştürmüştü. Yıllardır okuduğum dosyalar, dindirmeye çalıştığım adaletsizlikler ve hukuk ihlallerinde kendimce tek motivasyonum şuydu: ‘Acaba hukukun üstünlüğü konusunda toplumsal farkındalığı biraz da olsa artırabilir miyim? Acaba üç beş siyasetçi, kanaat önderi ve yazar bu korkunçlukları durdurmak için benden cesaret bulur mu?’ Karşımda devasa bir hukuksuzluk mekanizması dururken, böyle ortamda mahkeme kararlarını incelemek bile trajikomik bir durumdu.
Siyasetçileri geçtim, çokça adaletten, haktan, hukuktan bahseden kanaat önderlerinin, yazarların da ekseriyeti soyut adalet cümlelerine aşıktı. Bu sloganların tekrarı onlar için yeterliydi, konforu bozmuyordu. Ne de olsa onlar münevver, aydın ve entelektüeldi! Her yeri yangına çevirmiş somut adaletsizliklere karşı çıkmak ancak basit aktivistlerin işiydi. Dolayısıyla ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri ama korkunç adaletsizliğe karşı sustukları Melek Hanım’ın davası da böyle bir davaydı.
Yargının şüpheye yer bırakmaksızın kişinin suçunu ispat etmesi gerekirken, kararı zaten önceden verilmiş kişiler bir imkânsızı başarmaya, masumiyetlerini ispat etmeye çalışıyorlardı. Melek Hanım’ın davası da tam olarak böyleydi, öksüzdü. Hükmü belli adaletsizliğe karşı insanın kendisini savunmaya çalışması ne kadar onur kırıcıydı.
Kendisine terör örgütü üyeliğinden 7 yıl 6 ay ceza verilmişti. Gerekçe; İpek ailesine ait şirketlerde hem hâkim ortak hem yönetim kurulu üyesi olmasıydı. Şirketlerin FETÖ/PDY örgütünün amaçlarını gerçekleştirmek için işlev gördüğü, Melek Hanım’ın da bu şirketleri yöneten kişilerden olduğu ifade ediliyordu. Karar gerekçesinde “….örgütün kuruluşundan itibaren kendisine hedef koyduğu amacını (devleti ele geçirme) gerçekleştirmek için yaptığı faaliyetlerini finanse eden, bu amaçla faaliyetler yürüten, sahibi olduğu şirketleri, vakfı ve üniversiteyi örgütün amaçlarına özgüleyen…..” (Ankara 24. Ağır Ceza Mahkemesi Kararı, S. 494) kişi olarak tanımlanıyordu Melek İpek.
Peki, madem örgütün kuruluşundan beri güttüğü hedef buydu ve Melek İpek örgütün amacını gerçekleştirmek için yaptığı faaliyetleri finanse edip desteklediği için terörist oluyordu, o zaman bu ‘adaletin’ herkese eşit uygulanması gerekmez miydi? Veya en azından adaletsizlikte eşit davranılması lazım değil miydi? Zamanında bu örgütü finanse edip; devlet içinde, orduda, yargıda, emniyette, her türlü devlet kademesinde, iş hayatında, eğitim hayatında, sosyal hayatın her alanında destekleyen ve şu anda devleti yöneten birçok kişinin de içerde olması gerekmez miydi?
Melek Hanım’ı dinledim.
“Maraşlıyım. Maraş’ı işgal eden Fransızlar bile kadınlara ve çocuklara dokunmuyordu. İnsanların Allah’a, Müslümanlara inancı kalmadı. Bundan daha büyük acı olabilir mi? Birçok insan artık evinde Yasin okutmuyor ki fişlenmesin şucu bucu diye.
Her şeye rağmen bir şeyler yapmak lazım, kötülüğü iyilikle def etmek lazım.
Beni buraya getirdilerse Türkiye’de herkesi buraya getirebilirler. Ben o kadar ilkokul, cami ve hayır kurumu yaptırdım. Emine Erdoğan ve Sümeyye beni bilmezler mi? Ak Parti kurulduğunda benim evimde birlikte dua ettik, ilk duası benim evimde okundu. Tayyip Bey’i de çok sevdim. Emine Hanım’ı da çok sevdim. Bilal’in düğününe katıldım. Her şeye rağmen ayaklarına taş değmesin diye dua ettim. Çok mu yaptım?
İnanın daha da düşünüyorum, gerçekten Tayyip Erdoğan’ın bize yapılan bu zulümlerden haberi var mı?
Biz neden Tayyip Erdoğan’ı sevdik biliyor musunuz? Karşısında korkan birisine Peygamber Efendimiz nasıl diyordu: ‘Korkma, ben kuru ekmek yiyen kadının oğluyum.’ Biz öyle olsun istedik. Neden bu zulmü yapıyor. Ben onları Keçiören’deki evlerinde tanıdım.
Evimizden kapı dışarı ettiler. Toprağımızdan kovdular. Utanmadan 60 yıllık çiftliği, kocamın hatırasını bilmem şunun için yaptırdılar diye iftira attılar. Yatak odalarımıza kadar fotoğraflar yayınladılar. Bir insan bunu nasıl yapar? Kardeşim kamyonun arkasında sabahladı, bize bu şekilde eziyet ettiler. Soğuk hava deposu yaptırmıştım, yoksullara et dağıtıyorduk. Elektriği, suyu kestiler.
Bizim durumumuzdaki aileyi zaman zaman erzaksız, parasız bıraktılar. Ama inanın hiç umurumda değil. Evlatlarıma üzülüyorum. Burada cezaevinde çocukları ile birlikte yatan o kadar masum insan var ki, onlara üzülüyorum.
Tekin neden 8 yıldır hapiste? Neden arkadaşları sesini çıkarmıyor? Evime girip çıkan, soframa oturan, elimle yaptığım menemeni yiyenler, oğlum bildiklerim, kızım bildiklerim, evlatlarımın kardeşleri zannettiklerim neden tanıklık yapmıyorlar?”
Korkunç bir adaletsizliğe mahkûm edilmiş 79 yaşındaki bir kadının yaralı kalbinden dökülen bu cümlelerden sonra bir şey söylemek gelmiyor içimden.
Belinde ciddi ağrıları olan, bir ayağını nerdeyse hareket ettiremeyen, lavaboya gitmekte zorlanan bir insana neden bu zulmü reva görürler?
Melek Hanım vaktiyle dost bildiklerinden o kadar çok isim saydı ki; çoğunu bizzat tanıyorum. Bugün hem iktidardalar hem de muhalefetteler. Doğrusu onlar adına da utandım. Hakkı ifade etmekten, haksızlık karşısında durmaktan, bizzat tanıdıkları ve terörist olmak şöyle dursun bir hukuksuzluk dahi yapmadıklarına emin oldukları insanların haklarını savunmak adına tek bir söz dahi söylemiyorlar.
İtibarları zarar görür diye mi korkuyorlar? FETÖ’cü ilan ediliriz diye mi çekiniyorlar, yoksa biz ancak kendimizi, malımızı, çoluk çocuğumuzu koruyabildik, kredimiz tükendi, başkasının hakkına sahip çıkamayız diye mi tereddüt ediyorlar? Sıradan bir insan için mazur görülebilecek bu düşünceler ülkeyi yöneten ya da yönetmeye aday olan siyasetçiler için mazeret olarak görülebilir mi? Hukuku savunmak konusunda bu kadar korkak ve vefasız olanların; adalet uğruna mücadele etmekten imtina edenlerin küçük de olsa ülkeye verebilecekleri hayırlı bir iş olabilir mi?
Melek Hanım dingin ama güçlü sesiyle anlatırken tüm bunlar geçiyordu aklımdan. Ve elbette Melek İpek Hanım gibi hakları ve özgürlükleri gasp edilmiş olan on binlerce masum insan için hiçbir şey yapamıyor olmanın verdiği acziyet ve utanç duygusu…
Görüşme sona erdi.
Yüreğimi derinden yaralayan bir görüşmeydi. Görüşmenin başındaki gibi yine karmaşık duygular içindeydim fakat bu kez farklı duyguların karmaşası vardı içimde. Karşımızda, bir zamanlar yakinen tanıdığı insanlara yönelik adaletsizliğe bile ses çıkaramayan bir hukuksuzluk mekanizması vardı. Bu mekanizma, dişlileri arasında bir zamanlar ‘dost’ bildiklerini bile böyle eziyorsa, ezelden ‘düşman’ diye yaftaladığı ötekilere nefes alma hakkı bile tanımazdı. Tanımıyordu da zaten.
Ayrılırken elini öptüm, o sıkıca tutundu, acıyla doğruldu ve boynuma sarıldı.
Not: Deva Parti milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nun bu yazısı ilk olarak Serbestiyet’te yayınlandı.