Sevilen şarkıcı Can Bonomo, şiir kitaplarının ardından bu kez zengin olma hayalleri kuran bir moto-kuryenin hikayesini anlattığı absürd komedi tarzındaki ilk romanı ‘Ateşli Silahlar ve Bilardo’yla okur karşısında. Kitaptan tadımlık bölüm sunuyoruz.
Geniş kitlelerin şarkıcı olarak bildiği ve ‘Hikayem Bitmedi’, ‘Tastamam’, ‘Dem’, ‘Rüyamda Buluttum’, Eurovision’da Türkiye’yi temsil ettiği ‘Love Me Back’ gibi şarkılarıyla sevdiği Can Bonomo, küçük yaşlardan beri edebiyatla yakın temas halinde bir sanatçı.
Şiirle annesi sayesinde tanışan, lise yıllarında İkinci Yeni’ye ilgisi arttıkça kaleme kâğıda daha sık sarılan Bonomo, 2016’da Harvard X’in Amerikan şiiri eğitimini tamamladı. Ustası olarak gördüğü usta şair küçük İskender’in editörlüğünü yaptığı ‘Delirmek Belirmektir’ (2013), ‘Şu Sevdalar Tevatürü’ (2016) ve ‘Parya Koma (2018) adlı üç şiir kitabı bulunan Bonomo, 2017’de ‘Kara’ mahlasıyla katıldığı 9. Yunus Emre Şiir Yarışması’nda jüri özel ödülüne layık görüldü.
Kendi şarkı sözlerinin tamamının yanı sıra popüler müzisyenler için de şarkılar yazan Can Bonomo, bu kez zengin olma hayalleri kuran bir moto-kuryenin hikayesi anlattığı ilk romanı ‘Ateşli Silahlar ve Bilardo’ adlı romanıyla okur karşısında.
Mundi Kitap etiketiyle yayımlanan romanını, “Biricik eşim Öykü (Karayel) ve canım oğlum Roman için, canım annem Güneş ve değerli ustam İskender Derman Över’in (küçük İskender) anısına” adayan Can Bonomo, ‘Ateşli Silahlar ve Bilardo’da modern dünyanın başarı takıntısı, sınıf atlama çabası ve köşeyi dönme hayallerini ruh ve sinir hastalıklarıyla harmanlıyor:
“Bir moto-kuryenin Sultangazi’nin dar sokaklarından kripto para dünyasına uzanan yolculuğu, bir yandan maddi çıkmazlarla dolu hayatın gerçeklerini gözler önüne sererken diğer yandan varoluşsal kaygıların absürd komedisine dönüşüyor.
Gölgede kalan küçük kardeşler, egosantrik ebeveynler, pahalı saatler, inip çıkan dijital göstergeler, süper yatlar, single maltlar, damacana ve anksiyete… Modern Robin Hood’lara yer var mı bu hayatta?”
Can Bonomo’nun ‘Ateşli Silahlar ve Bilardo’ adlı romanından tadımlık bir bölüm sunuyoruz:
Necip Fazlı, anksiyete atağı geçirmeden üç saat 16 dakika önce, Sultangazi’de kirada oturduğu bir oda bir salon apartman dairesinin oturma odasında, tüm malvarlığını Bitcoin’e yatırmak üzere işaretparmağını cep telefonunun ekranında beliren “AL” tuşunun üzerine doğru yaklaştırdı.
Necip kolay yoldan zengin olmak istiyordu. Necip önemli biri olmak istiyordu. 26 senelik yaşamı boyunca yeteneğinin de hevesinin de olmadığı işlerde çalışmış, ancak kuş kadar para biriktirebilmişti. Oysa trilyonlarca para dönüyordu bu borsalarda.
“Trilyon!” diye geçirdi Necip içinden. Düşünce, zihninin içerisinden çelimsiz bir çocuğun rüzgârlı havada elinden kaçırdığı balon gibi yükselerek uzaklaştı. Bitcoin’in ivmelenen endeksine bakarken alım yapacağı TL tutarını düşündü Necip. Kuş kadardı bu meblağ. Ama Mithat’ın dediklerine göre Bitcoin yalnızca bu sene 10 kat artacaktı. Ekonominin yeni bir soluğa ihtiyacı vardı. İnsanlar artık banka kuyruklarında sıra beklemeyecek, işlerini Bitcoin’le halledeceklerdi. Mithat’ın çeşitli konularla ilgili bu tip terakkiperver söylemleriyle diğer insanlardan ayrışma çabası yadsınamaz boyuttaydı, fakat bu durum, söylediklerinin doğru olma ihtimalini yok etmiyordu. Necip, Mithat ona, “Verdiğin paranın on katını alacaksın,” dedikten sonrasını dinlememişti zaten. “İtibari para piyasası balon oldu artık, bu balon patlayacak…” diyordu Mithat. İtibari para piyasasının ne demek olduğunu bilmiyordu ama balondan korkardı Necip. Küçükken abisi Nihat’ın doğum günü pastasının mumuyla alev alan uçan balon, yanağını yakmıştı. Çocuk oyuncaklarının içerisine yanıcı madde zerk eden dünyanın bu risk iştahı, Necip’i zamanla ihtiyatlı bir insana dönüştürmüştü.
Risk almayı sevmezdi Necip Fazlı. Daha doğrusu risk almazdı. Risk almayı sevip sevmeyeceğini öğrenecek kadar dahi risk almışlığı yoktu bu hayatta. Öyle ki, bu denli tekdüze bir hayata “yaşamak” demek abartılı kaçabileceğinden, Necip’in varoluşuyla ilgili “Necip, vardır,” demek daha makul bir yaklaşım olurdu. Ta ki 26 yaşında kirasını zar zor denkleştirdiği bugün, Mithat’ın tavsiyesine uyup Bitcoin almaya karar verene kadar…
Necip zengin olmak istiyordu. Necip ciddiye alınmak istiyordu. Necip hesabını kendi ödeyeceği uzun masalarda, masadan da uzun konuşup herkesin ağzına bakmasını istiyordu.
Sosyal medyada, sokakta, televizyonda gördüğü herkes, öyle ya da böyle, çok zengindi. “Nasıl oluyor?” diye düşünmedi. “Ben de olacağım,” diye düşündü. Parmağı “AL” tuşunun tam üzerinde endeksleri takip ederken Bitcoin’in bir arpa boyu arttığını gördü. “Geç kaldık!” dedi. Atı alan Üsküdar’ı geçmişti artık. Oysa Necip yarın sabah da saat altıda uyanacak, bütün gün İstanbul’da elektrikli motosikletiyle gezerek asansörsüz apartmanlara damacana taşıyacaktı.
Ekran bir anda kan kırmızı oldu. Bitcoin iki arpa boyu düşmüştü bu sefer. Battı insanlar işte. Geberdiler gittiler. Onca çaba, onca emek, kazandıkları para bir saniye içerisinde pul oldu, gitti. Ama gösterge tekrar iki arpa boyu artınca anladı ki, bu böyle bir şeydi işte; iniyor, çıkıyor, Necip’in aksine hiç durmuyordu.
6.400 TL parası vardı Necip’in. Tiko para. Kimseden saklayacak değildi bunu. Soran olsa söylerdi. Kirası geçen ekimde TEFE ve TÜFE’nin küçük ortalamasıyla artmış, 5.510 TL olmuştu. Şimdi bu Bitcoin sevdasından vazgeçecek olsa, cebindeki parasıyla kirayı efendi gibi ödeyebilirdi. Lakin çok ödenmişti o kira. Her seferinde efendi gibi ödenmişti.
Necip artık efendi gibi kira ödemek istemiyor, efendi gibi yaşamak istiyordu. Necip varlıklı olmak istiyordu. Necip bir restorana girdiği zaman menüye baktığında fiyatlara değil, direkt olarak yemeklere odaklanmak istiyordu. Necip, sevgilisi Nurcan’ın tabiriylein mekânlara gitmek istiyordu. Fransızca isimli tatlılar sipariş etmek istiyordu Necip. Bunun için de kiraya yatıracağı 5.510 TL’ye ihtiyacı vardı. Yalnızca kira için ayırdığı meblağ on katına çıktığı zaman, ev sahibi olan Abbas Bey, karşısında on efendi gücünde bir Necip bulacaktı. Bu durum ev sahibi Abbas Bey’in de çok hoşuna gidecek, kendisini kendisinden daha büyük bir şeyin parçası gibi hissettirecekti. Necip, Abbas Bey’i bu zevkten mahrum bırakamazdı.
Necip parasının kalan kısmıyla bir Doblo için krediye girecek, Halaskargazi’de eli yüzü düzgün bir deponun depozitosunu yatıracak ve damacana su operasyonunu kendi himayesi altında, daha büyük ölçekte sürdürecekti. Böyle böyle zengin oluyordu insanlar. Abisi de böyle zengin olmuştu. Ne kadar da zengindi abisi… 15 yaşındayken Sultangazi’de bir kuaföre çırak olarak girmiş, 30 yaşına gelmeden Türkiye’nin en büyük kuaför zincirinin sahibi yapmıştı kendisini. “Abimin on milyon doları var mıdır lan?” diye düşündü Necip. “Yok,” dedi, “anasının amı!” Kendi kuş kadar birikiminden rahatlıkla bin-iki bin kat daha fazla parası vardı ama abisinin. Ne kadar çok kuş… Ormanlarca kuş parası demekti bu. Kaldı ki abisinin senelerdir beraber olduğu kız arkadaşı Esma Erkoçlar, Türkiye’nin en zengin işinsanlarından biri olan Ali Rıza Erkoçlar’ın büyük kızıydı.
Sultangazi’den çıkma babasının okulları, oto galerileri ve rezidansları olduğu gibi, kızın da kendi ismiyle anılan bir moda imparatorluğu vardı. Para babadan ayrı akıyor, kızından ayrı akıyordu. Çift yanak. Nihat hayatı boyunca hep böyle dört ayak üstüne düşmüştü işte. Ama Necip Bitcoin zengini olduğu zaman, annesinin biricik oğluymuş gibi özenle büyütüp laf söyletmediği abisini karşısına alacak ve ona iki çift laf söyleyecekti. “Yıllarca beni yok saydın. Bala göte zengin oldun. Gördün mü bak? Ben de zenginim şimdi!” diyecekti mesela. Zaten henüz ne diyeceğine karar vermek zorunda değildi. Süreç içerisinde aklına mutlaka daha vurucu şeyler gelirdi. Sonra annesini alacaktı karşısına. “Hayatın boyunca statü peşinde, para peşinde koştun. Babamın başını yaktın, adamı hapislerde süründürdün. Bir anneliği bana çok gördün. Şimdi sana soruyorum… Kaç Bitcoin lan bir annelik?!” diyecekti. Annesi diyecekti ki dört. “Al sana 11 Bitcoin! Al, anneliğini de başına çal!” Vurup kapıyı gidecekti sonra. Herhalde siyah, mat kaplama bir arabaya binip giderdi. Zamanla hepsini oturturdu bunların.
Bu tip düşünceler içerisinde yaklaşık 20 dakikadır elinde tuttuğu ter içindeki telefon gelen aramayla titremeye başlayınca avuçlarından kayarak yere düştü. Arayan sevgilisi Nurcan’dı.
“Efendim?” diye sordu sevgilisine.
“Annen geldi kuaföre. Abinle Esma evleniyormuş. Git çarşıdan çeyrek altın al…”
Zarafetten ne kadar da yoksundu sevgilisinin muhabbeti. Necip’i hakir görüyordu resmen. Hakir görmüyordu aslında. Necip’le, Necip’in tam tamına 6.400 lira parası varmış gibi konuşuyordu. Ne yapsındı kız? Kızı geç, Necip ne yapsındı? Bitcoin alacaktı elbette. Her şey bir yana, abisi evleniyordu. Sirkülasyona daha fazla para girmesini gerektiren bir temel sebep daha.
“Abim? Nihat Abim mi?” diye sordu Necip büyük bir ciddiyetle. Ayrıcalıklı bir ebeveyn hizmeti görmüş olan abisi, bir şeyi daha ondan önce başarmış gözüküyordu.
“Öz abin. Nihat Fazlı…” diye karşılık verdi Nurcan büyük bir kibir ve kinayeyle. Başlamadan bitmesi gereken bir ilişkide tembellikten top çeviriyorlardı. “Çok büyük düğün yapacaklarmış. Annen kuaföre geldi, ‘Sizi de aramızda görmek isteriz Nurcan,’ dedi,” diye ekledi.
“Beni söylemedi mi?”
“Sizi dedi işte. İkimizi yani,” dedi Nurcan’ın telefondan gelen sabırsız sesi.
Ayrılsalar derhal ayrılırlardı fakat ayrılmak mesai isteyen bir işti. Necip aksiyon almak için konforuna fazla düşkün bir insandı; Nurcan’ın da kuvvetle muhtemel babasıyla ilgili aşamadığı altyapısal sorunlar vardı.
“Sen ne kalktın sabahın köründe?” diye sordu Necip sevgilisine. Erkek arkadaş rolünün hakkını vermeye çalışıyordu.
“Eskişehir’e gidiyorum demiştim ya? Teyzemlere…”
“Eskişehir’e amma gittin ya… Benim beyaz gömleğim nerede?”
“Nerede çıkardıysan orada Necip, otogara girdim şimdi.”
“Ay sonu mu düğün?”
“Sen bugün kirayı ver kirayı. Düğün daha ayın sonunda. Abbas Bey kaç sefer aramış, açmamışsın. Beni aradı, ‘Bugün gelsin bakkala bıraksın,’ dedi. Haydi, kapatıyorum ben şimdi.”
Genel nezaketsizliğine uygun olarak, Nurcan cümlesini bitirir bitirmez telefonu da kapatmıştı. Bir sene olmuştu Necip Nurcan’la eve çıkalı. Nurcan, abisinin kuaför salonunda manikürcüydü. Bitcoin tüyosunu veren Mithat da abisinin salonlarından birinde kuaförlük yapıyordu. Necip, abisinin hayatındaki onulmaz etkisini bir kez daha omuzlarında hissetti. Demek evleniyordu Nihat… Esma Erkoçlar’la hem de. Nurcan’la filan evlenmiyordu yani; gidiyordu, daha da zengin olmak üzere, Türkiye’nin en zengin adamının kızıyla evleniyordu.
Şaşılacak hayatlardı işte bunlar. Necip aile evinden ayrılıp kendi başına yaşamaya başladığından beri annesi ve abisiyle olan diyaloğunu asgariye indirmişti. Gerçi hangisinin daha önce gerçekleştiğini saptamak pek mümkün değildi, fakat gelinen son noktada, öz abisinin düğününe bile kuaföründe çalışan manikürcü tarafından davet ediliyordu işte. Gücendi Necip. Derin bir nefes almak istedi; aldığı nefes yetmedi. Ne neye yetiyordu ki bu zamanda? Abisi Nihat anneli babalı, geleneksel bir eve doğmuş, evin gözbebeği olarak büyütülmüşken, babaları Necip henüz iki aylıkken hapse girmiş, sekiz sene çıkmamıştı. İki ay baba deneyimi yaşamak el kadar bebeğe yetiyor muydu? İkinci çocuğun dev bir hata olduğunu düşünen anne, yalnız başına iki çocuğuna birden yetiyor muydu peki? O da yok…
Nihat bütün bu olan bitene rağmen kendi götünü kurtarmış, dört dörtlük hayat yapmıştı kendisine. Çünkü bencildi. Düğününde Necip’in ona takacağı çeyreği de kuvvetle muhtemel Etiler’de yaşadığı güvenlikli villasının bir odasına fırlatacak ve zavallı altıncağız onca ışıltı ve görkemin arasında kaybolup gidecekti. Nihat’ın sadece tesbih koleksiyonu Necip’in malvarlığının yüz katı değerinde olmalıydı. İşte bunlar kaliteli adamlardı. Bu adamların sevgilileri aradığı zaman, “Onu yap, bunu yap,” demeye çekinirlerdi. “Beyim,” derlerdi onlara. Necip, birinin “bey”i olmak istiyordu. Babası Peyami Bey de “bey” statüsünde bir adam sayılmazdı mesela. İşlemediği bir suçtan dolayı sadece gururu yüzünden sekiz sene hapis yatmış bir adam kimin “bey”i olabilirdi ki. “Bey” dediğin dışarıda olurdu bir kere. Özgür bir kısrak gibi, tunç bilekli bir efe gibi hayatın içerisinde, her güzel şeyin köşesinde olurdu.
Necip hâlâ telefonunun ekranına bakıyor ama ekranı görmüyordu. Kalbi çok hızlı çarpıyordu nedense. “Havadan…” diye düşündü. Mevsim sürekli değişiyordu. Üç ay, mevsimler için çok kısa bir süreydi. İşte kimseye şikâyet edemeyeceği bir problem daha. Yatağında doğruldu. “Keşke geri yatabilsem,” diye düşündü. O da paraylaydı.
Necip istediği zaman yatıp kalkabilmek, istediği yerde yatıp kalkabilmek, Necip kendi kendisinin efendisi olmak istiyordu. Yazın başka, kışın başka parfüm sıkmak, sıra sıra gömleklerin dizili olduğu bir gardroba sahip olmak, “Necip Bey” olmak istiyordu…
Necip sabah rutinini her zamankinden daha uzun sürede tamamlamıştı. Dalgındı bugün. Normal. Mevsimsel. Ayın sonu gelmişti ve kirayı ödemesi gerekiyordu. Bitcoin de almamıştı zaten. Ne kadar dandik başlamıştı bugün. Tıpkı diğer günler gibi. Bu acıklı düşünceyi zihninde oluşturduğu devasa bir halının altına süpürdü. Düşünce halıda potluk yaptı.
Necip ellerinin üşüdüğünü hissetti birden. Bitcoin alacak adam mıydı ya Necip Fazlı? Nereden çıkıyordu bu aptal saptal fikirler? Necip Fazlı, koca koca su damacanalarını mavi damacana tutma aparatıyla hayatı boyunca sahip olamayacağı evlere çıkarıp, insanların su ihtiyacını gideren adam olabilirdi en fazla. Necip Fazlı gözü kara bir adam değildi. Necip Fazlı kuryeydi ve işe geç kalmak üzereydi. Hayatındaki en büyük başkaldırısı geçen sene abisinin dükkânından istifa ederek kendi evine taşınmak olmuştu. Düşüncesi bile imkânsız geliyordu şimdi. Bir cesaretle yapmıştı demek ki.