“Dünya konuşuyor, ama kimse duymuyor”

5 Aralık 2025

Bu metaforun akla getirdiği Simone Weil (1909–1943), modern düşüncenin en sıra-dışı, en kırılgan ve en içten kişilerinden biri. 

Alsace’lı entelektüel bir yahudi ailenin kızı olarak Paris’te doğmuş.

Babası Bernard Weil bir tıp doktoru. Dini kökeni o, ama kendisi bir agnostik. Ağabeyi André, ünlü bir matematikçi. 

Simone lüksten ve dinsel kimlikten uzak, seküler bir ortamda büyümüş.  

Beş yaşında, 1. Dünya Savaşı sırasında cephedeki Fransız askerlerine hiç şeker verilmemesi nedeniyle şeker yemeyi reddetmiş ve altı yaşındayken Fransız şair Racine’den (1639-99) alıntılar yapıyormuş.

Genç yaşta olağanüstü bir akademik başarı göstermiş. 

Henri Bergson’un “dâhi” dediği öğrencilerden biriymiş. 

1931’den 1938’e kadar çeşitli kız okullarında felsefe dersleri vermiş ve protesto gösterileri düzenlemeyi, yardım alanlardan daha fazlasını yemeyi reddetmeyi ve solcu dergilere yazılar yazmayı içeren toplumsal aktivizminin bir sonucu olarak sık sık okul yönetimleriyle çatışmış.

Ölümünden sonra yayımlanan kitaplarıyla, Albert Camus dahil, birçok bilinen yazarı etkilemiş biri.

Ama onun asıl ilgimi çeken yanı  acıya duyduğu hassasiyetiyle’ ilgili yazılmış olanlar.

Weil, “attention” (dikkat / özen / içten farkındalık) kavramını hem ahlâki hem ruhani bir temel olarak görüyor.

Ona göre; kişinin bir ötekinin — ya da gerçeğin — karşısında, kendini ego’sundan boşaltarak, tüm dikkatiyle (benliğiyle) başka birinde olması/kalabilmesi, gerçek fark edişin, gerçek iletişimin ve hakikâte temasın ön koşulu.

Bu “dikkat hâli” için Weil, “benliği bir kenara bırakmak”, “art-niyetsiz, karşılık beklentisiz bir açık olma” ve “karşıdakini olduğu gibi kabul etme” gibi tutumlara vurgu yapıyor — ki bu, klasik “konuşmak/ifade etmek” anlayışının ötesinde, daha ruhani ve etik bir “dinleme ve var olma” biçimi. 

Weil, düşüncenin masa başında değil, hayatın içinde oluştuğuna inanıyor. 

Bu yüzden öğretmenlik yaptığı yıllarda işçi sınıfını anlamak için fabrikalarda çalışmış, bedeninin öyle şeylere dayanamayacağını bile bile. 

İspanya İç Savaşı’nda faşizme karşı gönüllü olmak istemiş, ama sakar biri oluşu yüzünden cepheye alınmamış.

Tehlikeden ömrü boyunca kaçmadığı yazılı: Böyle bir insana kayıtsız kalmak güç olmalı.

Nerede bir haksızlık, nerede bir acı varsa, ‘Weil’in düşüncesi’ oraya eğilirmiş.

Onu benzersiz kılan, zekâsından çok bu merhamet.

Felsefesi, soyut kavramlardan değil, ruhun açıklığıyla, en çok da “dikkat” kavramıyla anılıyor.

Simone Weil’e göre, “dikkat” birinin sözünü duymak değildir; “varlığını duymaktır”.

Bu yüzden şöyle demiş:

“Mutsuz insanların ihtiyacı olan tek şey, onlara dikkatini verebilen bir insandır.”

Dikkat’in (‘özen/gerçek ilgi’ olarak da okunsa olur), şu tanım da ona ait:

“Dikkat, en yüksek derecede alındığında duanın kendisidir.”

Onun için dikkat, cömertliğin en saf biçimi. 

Çünkü dikkat, benliği geri çekmeyi, “karşıdakinin acısına yer açmayı” gerektiriyordu.

Müthiş bir tanım bu.

Ruh, ötekini olduğu gibi alabilmek için kendini boşaltır” derken, iletişimin temelini de “ahlâki bir eylem” olarak tarif ediyor.

Bugünün dünyasında, gürültünün, vaatlerin, gösterinin ortasında, Weil’in sesi daha da berrak; ama artık “öyle şeyleri kimin düşünmeye vakti var”, bilmiyorum. 

Oysa gerçek iletişimin meselesi hâlâ aynı: O yalnızca dikkatin olduğu yerde mümkün.

Simone Weil, genç yaşta, 34’ünde hayatını kaybetmiş.

Zayıf bedenine rağmen ağır deneyimleri sırtlaması, savaş yıllarındaki yoksulluk ve kendi isteğiyle paylaştığı kısıtlı beslenme onun ‘kırılgan beden – güçlü etik’ dengesinin trajik sembolüydü” deniyor.

Ardında, ‘modern dünyanın en sert gürültüsüne karşı fısıltıyla direnebilen bir düşünce bıraktığı için’, huzur içinde uyumasını diliyorum. 

İnsana gerçekten dokunabilen şey, 

söz değil; saf dikkat.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.