Ortadoğu’nun fay hatlarında bazı sorular vardır ki, bir kez soruldu mu peşini yıllarca bırakmaz. “Türkiye Irak ve Suriye’de Türkmenleri ihmal etti mi?” işte bu türden bir sorudur. Yanıtı kolay görünse de aslında siyah ile beyaz arasında geniş bir sis perdesi var. Çünkü Türkmen meselesi bir kimlik tartışması değil, tarihsel hafızanın, duygusal beklentinin ve uluslararası siyasetin iç içe geçtiği karmaşık bir dosya.
Türkmenler, kuşkusuz Türkiye’nin kültürel derinliğinin doğal uzantısıdır. Buna rağmen son 30 yılda bölgedeki dönüşümlerde “Türkiye neden daha fazla sahip çıkmadı?” sorusu hep gündemde kaldı. Bu kuşkunun kökleri 1990’larla 2005 arasındaki kırılgan döneme dayanıyor bence.
Bu sorunun cevabını ararken önce bir gerçeği kabul etmek gerekiyor: Ortadoğu’da “Türk” kelimesinin tarihsel çağrışımı başka coğrafyalara benzemez. Arap milliyetçiliği, İran’ın mezhep merkezli güvenlik doktrini ve Kürt ulusal hareketinin belleği Osmanlı sonrası dönemde Türk kimliğini çoğu zaman bir hegemonya sembolü olarak kodladı.
Bu nedenle Irak, Suriye ve İran’da Türk kimliği çoğu zaman ihtiyat duygusu uyandırdı. Ankara da bu algıyı kırmak için uzun yıllar bölgede kimliği etnik değil, daha çok Sünni mezhep ekseninde okuyan politikalar izledi. Bu yaklaşım özellikle Şii ve Alevi Türkmenlerin görünmez kalmasına yol açtı. Türkmenlerin iç kimlik çeşitliliği doğru okunamadığı için Ankara bütüncül bir strateji üretmekte gecikti.
Irak ve Suriye Türkmenlerini anlamadan bölgeyi anlamak mümkün değil. Bugün Irak’ta yaşayan Türkmen nüfusunun 2,5 ila 3 milyon arasında olduğu, yani ülke nüfusunun yaklaşık %7–9’unu oluşturduğu tahmin ediliyor. En yoğun yaşadıkları Türkmeneli hattı Telafer’den başlayıp Musul, Altunköprü, Kerkük, Tazehurmatu, Tuzhurmatu, Karatepe ve Mendeli’ye kadar uzanıyor.
Suriye’de ise Türkmen nüfusu 1,2 ila 1,5 milyon arasında kabul edilir; Halep çevresi, Bayırbucak, Humus, Tartus ve Golan bölgeleri tarihsel yerleşim merkezleri.
Hem Irak hem Suriye Türkmenleri Oğuz kökenli olup Selçuklu’dan Osmanlı’ya uzanan bir tarihi miras taşıyor. Irak’ta yıllarca Irak Türkmen Cephesi öncü kurumsal yapı olurken, Erşad Salihi, Hasan Turan ve tarihte Dr. Necdet Koçak gibi figürler siyasi liderlik üstlendi.
Suriye’de ise Türkmen hareketi aşiret ve yerel komutanlıklar etrafında daha dağınık bir yapı sundu.
Bu gerçeklik, Türkmenlerin bölgede güçlü ve kalıcı bir topluluk olduğunu; ancak örgütsel kırılganlık nedeniyle dış etkiler karşısında daha savunmasız kaldığını gösteriyor.
1990’ların sonu ve 2000’lerin başı Anasol koalisyon hükümeti dönemi Irak Türkmenleri için tarihsel bir eşikti. Barzani zayıftı, Talabani kırılgandı. Türkmenler Musul–Kerkük hattında güçlü bir sosyolojik ağırlığa sahipti. Uluslararası toplum da Türkmen bölgesine karşı değildi; aksine, pek çok aktör bunu Kürt yükselişine karşı dengeleyici bir unsur olarak görüyordu.
Ankara’nın elinde güçlü bir kart vardı. Fakat iç politik kaygılar, diplomatik çekingenlik ve “Irak’ın parçalandığı görüntüsünden kaçınma” refleksi bu fırsatın kullanılmasını ne yazık ki engelledi. Türkmenlerin bölgesel bir statü elde etme şansı, devlet kapasitesi ile uluslararası konjonktür arasındaki uyumsuzlukta kayboldu.
2003 işgali ve sonrasında Barzani güçlerinin Kerkük’e girişi, Türkmen tarihinde derin bir kırılmadır. Bir hafta içinde yüz binlerce Kürt aile bölgeye taşındı; kent çevresinde hızla yeni mahalleler kuruldu. Ardından nüfus kayıtları ortadan kaldırıldı, tapu arşivleri yok edildi. Yüzyıllık mülkiyet hafızası birkaç gün içinde silindi.
Türkiye o dönemde ABD işgaline mesafeli olduğu için sahada etkin olamadı; içeride siyasi geçiş yaşanıyor, dış politika öncelikleri dağılmış durumdaydı. Türkmenlerin yalnızlaşması bir tercih değil; Türkiye’nin o anki kapasitesi ile uluslararası baskının kesiştiği noktada ortaya çıkan bir sonuçtu.
Bugün Kerkük’te yaşanan her gerilim, hâlâ o dönemde atılamayan adımların gölgesidir.
Türkmenlerin yalnız kalmasında içsel faktörlerin de etkisi vardı. Irak ve Suriye’de Türkmen hareketi uzun yıllar boyunca parçalı, liderlik çekişmeleriyle yıpranmış ve kurumsal kapasitesi sınırlı bir yapıya sahipti. Uluslararası muhatap bulmakta zorlanıyor, kendi içinde stratejik uyum sağlayamıyordu.
Türkiye destek verdi ancak bu destek çoğu zaman yapısal bir dönüşüme dönüşmedi. Türkiye aynı dönemde PKK’nın güçlenmesi, FETÖ’nün devlet içindeki yapılanması, AB müzakereleri, ekonomik kırılganlık ve Suriye kaynaklı devasa göç dalgasıyla mücadele ediyordu. Türkmen meselesi, ulusal güvenliğin çok cepheli baskısı içinde zaman zaman geri sıralara itildi.
Irak ve Suriye’de Kürt aktörlerin yükselişi tesadüf değildi. Arkasında küresel bir mimari vardı. ABD, Suriye’de YPG’yi kara gücü ilan etti. İran, Irak’ta Kürtlerle taktik işbirliği yürüttü. Rusya, Suriye’de Kürt kartını Türkiye’ye karşı bir denge olarak kullandı. Avrupa, diaspora üzerinden Kürt hareketine güçlü bir iletişim alanı açtı. İsrail ise bölgesel yeniden yapılanma projelerinde Kürtleri potansiyel ortak olarak gördü.
Türkmenlerin ise arkasında bu ölçekte bir güç bulunmuyordu. Türkiye vardı; fakat Türkiye tek başına yürümek zorundaydı.
Bu nedenle “Türkiye Türkmenleri sattı mı?” sorusu doğru soru değildir. Türkiye satmadı; ancak uluslararası güç asimetrisinin en yoğun yaşandığı dönemde kapasitesinin sınırlarıyla karşılaştı.
Bölge yeniden şekillenirken Türkiye’nin Türkmen politikasını da yeniden tanımlaması gerekiyor. Bugüne kadar Ankara’nın yaklaşımı çoğu kez reaksiyoner oldu; gündemi belirleyen değil, gündeme cevap veren bir çizgi hâkimdi. Oysa şimdi ihtiyaç olan, adını koyduğu, ilkelerini tanımladığı, kurumsallaştırılmış bir Türkmen doktrini.
Türkiye’nin gelecekteki Türkmen politikasının iki temel sütunu olmalıdır: Türkmenleri kendi ülkelerinin eşit, onurlu ve güçlü vatandaşları hâline getirmek; aynı anda Türkiye’nin bölgesel vizyonunu bu topluluklarla birlikte geliştirmek.
Bu yaklaşım Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü hedef almaz; tam tersine bu ülkelerin daha kapsayıcı, daha dengeli ve daha sürdürülebilir bir düzen kurmasına katkı sağlar.
Suriye’de Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerde Türkmenleri yerel yönetim, ekonomi ve güvenlik planlamasının kurucu unsuru hâline getirmek; Irak’ta Bağdat ve Erbil ile ilişkilerde Türkmen dosyasını her müzakerenin doğal başlığına dönüştürmek; eğitimden medyaya uzanan geniş bir yelpazede yeni bir görünürlük politikası oluşturmak bu doktrinin temel taşları olacaktır.
Türkmenlerin geçmişte yalnızlaşması ihanetle açıklanamaz; ancak stratejik zafiyetlerin, kapasite baskısının ve uluslararası güç dengesizliğinin sonucudur. Bugün hâlâ vakit varken asıl mesele geçmişi tartışmak değil, geleceği tasarlamaktır.
Türkiye’nin Türkmenlerle ilgili yeni yaklaşımı artık duygusallığın değil, aklın; günübirlik reflekslerin değil, uzun vadeli devlet aklının eseri olmalıdır. Çünkü Türkmenlerin kaderi yeniden başkalarının kaleminde yazılırsa, bunun bedelini yalnızca onlar değil Türkiye de öder.
Bu sadece bir tarih borcu değil; Türkiye’nin geleceğini güvence altına alacak stratejik bir zorunluluktur. Sınır ötesi Kürt sorununda, İran’dan Libya’ya kadar uzanan coğrafyada etkinlik kurmada da Türkmenler önemli bir oyuncu olabilir.
Hâlâ.
10 Aralık 2025 - Irak ve Suriye’de Türkmenlere Yönelik Yeni Doktrin Gereği
8 Aralık 2025 - Kösedere’nin “Köy Kokusu” ve “Mavi Boncuk”u: Bir Gastronomi Köyünün Doğuşu
7 Aralık 2025 - Dünya, İlk Adımı Atmaktan Korkan Yalnız İnsanlarla Dolu
6 Aralık 2025 - Türkiye’nin Marangozluk Ruhu: Abdülhamid’ten Cem Boyner’e ve Yetiş Ünlü’ye