Amerika’nın ünlü The New Yorker dergisi 100. yılını kutladı, şimdilerde de derginin 100 yıllık hikayesi bir Netflix belgeseliyle anlatılıyor. Dergi, hiçbir şeyi aceleye getirmemesiyle kendine göre bir üne sahip. Mesela yayınlanmak için 25 yıl bekleyen kapağı bile var. Ama esas efsane başka...
The New Yorker’da hiçbir şey aceleye gelmez. Çünkü o her şeyi kontrol eder sonra yeniden kontrol eder. Bugün 100 yaşını kutlayan dergi için bu yavaşlık bir zaaf değil, aslında bir stildir.
Haberin hızla akışına inat kuruluşundan bir asır sonra bile hala aynı editoryal hassasiyetini sürdürüyor. Öyle ki sadece yayınlanacak yazılar değil kapaklar bile yıllarca doğru zamanı bekleyebiliyor.
Bu geleneğin en çarpıcı örneğini Gürbüz Doğan Ekşioğlu’nun bana anlattığı bir hikâyeden biliyorum. Dergiye sekiz kez kapak yapan Gürbüz Hoca, yüzüncü yıl kutlaması için New York’a gittiğinde kapak editörü François Mouly’den duyduğu bir detaydan bahsetmişti:
Bir kapak çizimi, henüz zamanı gelmediği için tam 25 yıl boyunca yayımlanmak için beklemiş. Uzayla ilgili bu illüstrasyon ne reddedilmiş, ne unutulmuş ne de bir sonraki sayıda aceleyle basılmış. Sadece zamanı gelmemiş!

Bu kapak 25 yıl bekledi yayınlanmayı.
Bir kapak için yirmi beş yıl beklemek, bugünün kalabalık medya ortamında neredeyse kavranması güç bir fikir. Ama New Yorker’ın dünyasında zaman, haber döngüsüne değil estetik ve bağlam uyumuna göre ilerliyor.
Bu da bize şunu gösteriyor:
Onlar için doğruluk ve uygunluk, hızdan daha kıymetli.

Gürbüz Doğan Ekşioğlu’nun çizimleri New Yorker’e defalarca kapak oldu.
Geçen hafta The New Yorker’da Alev Ebüzziya’nın, Ayşegül Savaş’ın kaleme aldığı bir röportajı yayımlandı. Alev Hanım’ı The New Yorker’da görmek şahane bir sürpriz oldu. Birkaç gün sonra Galeri Nev’deki Nejad Devrim sergisinin açılışında, kalabalığın arasında Haldun Dostoğlu’yla bu röportajdan söz ederken bana ilginç bir ayrıntı anlattı. Röportaj basılmadan önce derginin fact-check editörü Alev Hanım’ı arayıp metni satır satır doğrulatmış. “Bu kadar ayrıntılı bir editörlük sistemleri olduğunu bilmiyordum,” dedi Haldun Bey. Alev Ebüzziya’yla yaptığım söyleşiden onun titizliğini bildiğim için bu sürecin ona yabancı gelmediğini düşündüm ama yine de The New Yorker’ın hâlâ böylesine sıkı bir doğrulama düzeni işletiyor olması bu çağda akıl almaz geliyor.
The New Yorker dergisi yüz yaşında.
Bir asırlık bir dergi için şaşırtıcı olan, prensiplerini zamanla gevşetmemiş olması değil tam tersine, dijital çağın hızına rağmen hâlâ “eski usul” editoryal denetimi savunması.
Bunu nereden biliyorum?
Netflix’in birkaç gün önce yayımladığı The New Yorker at 100 adlı belgeselden.
Belgesel, derginin kurulduğu 1925’ten bugüne uzanan editoryal kültürünü bize anlatırken, bir yayının neden yüz yıl boyunca değişmeyen kurallarla ayakta kalabildiğini de gösteriyor.
Dergi 1925’te “caz çağı” Manhattan’ında küfürbaz, sigara tiryakisi, lise terk Coloradolu Harold Ross, eşi Jane Grant ve bir grup arkadaşı tarafından kuruldu. Algonquin Oteli’nin eğlenceli gündüz yemekleri dergiye yön verdi. Ross’un ünlü önsözü, derginin sınırlarını daha ilk günden belirliyordu “Bu dergi Manhattan’daki sofistike insanlar içindir, Dubuque’taki yaşlı hanımlar için değil.”
Yüz yıl boyunca bu çizgi değişmedi. New Yorker’ın kapağında hiçbir zaman bikinili bir kadın ya da günün popüler ünlüsünün fotoğrafı olmadı. Her sayının kapağı, çizgiyi, mizahı, ironi ve çizimi merkeze alan illustration kültürüyle şekillendi. Bu tercih sadece estetik değil, derginin kendi kendine koyduğu bir disiplinin göstergesiydi. Görsel bile hızlı tüketimin parçası olmayacak, kapak da tıpkı yazı gibi zamana direnerek konuşacaktı.

Derginin kurulduğu 1925’te ilk sayının kapağında yer alan Eustace Tilly monokllü, aristokratik, biraz alaycı bir karikatürden fazlasıydı. O figür, The New Yorker’ın kendini konumlandırdığı yerin özetiydi aslında.
Yüksek kültür, mesafeli ironi, elit bir metropol zekâsı ve yavaşlık. Yüz yıldır her yılın ilk sayısında Eustace Tilly’nin yeni bir versiyonunun kapakta olması boşuna değildi. Kendine has yazı ve sayı karakteri olan, bir fikrin peşinden telaşsız ve derinlemesine ilerleyen The New Yorker kendi zamanını kendi belirler.
Harold Ross’tan sonra derginin başına geçen William Shawn, New Yorker’a hem daha derin bir edebi ton hem de neredeyse takıntılı bir titizlik getirdi. Derginin bugün hâlâ tanınan yavaş, dikkatli ve içe dönük ritmi büyük ölçüde onun mirasıdır.
Bu dönemde genç Truman Capote, posta odasında “copy boy” olarak başlar ama dedikoducu olduğu için kovulacak ancak yıllar sonra yazılarıyla dergiye geri dönecekti. Capote’nin yazdığı In Cold Blood, Shawn için bir sınav olur. Capote’nin dramatik anlatım uğruna gerçeği çarpıttığını kabul eden Shawn, belgeselde de açıkça dile getirdiği gibi, bu yazıların yayınlanmasından ve gerçekliğin bu denli zorlanmasından pişmanlık duyar.
Bu kriz, New Yorker’ın doğruluk konusundaki reflekslerini sertleştiren bir dönemece dönüşür. Fact-checking bir prosedür değil, derginin varlık sebebine dönüşür. Bugün hala 15000 kelimelik metinlerin virgüllerinin günlerce tartışıldığı, yazının tonunun milimetrik ayarlandığı, her bilginin kaynağına kadar geri gidildiği editoryal kültür Shawn döneminde kurumsal bir kimliğe bürünür.
1980’lerde derginin yavaş ritmini hızlandıran ve modern The New Yorker’ın mimarlarından biri olan Tina Brown, uzun metinleri kısaltıp ritmi yükseltir, görsel kullanımı artırır ve dergiyi popüler kültüre yaklaştırır.
Sadık okurlara göre bu bir “ihanet”, medya tarihçilerine göre ise dergiyi çöküşten kurtaran hamleydi. Brown o dönemde patronuna televizyon ve radyo girişimleri kurmayı önerse de “evine git, örgünü ör” yanıtını alınca dergiden ayrılır ama bu ayrılık geri çekilme değil, daha büyük bir başlangıç olur. Brown, The New Yorker’dan sonra Talk dergisini kurar, ardından dijital medya alanında çığır açan The Daily Beast’i hayata geçirir. “Women in the World” zirvesini kurarak küresel ölçekte ses getiren bir platforma dönüştürür. Bugün New Yorker’ın hem elit hem erişilebilir olabilmesinin ardında, Brown’ın o dönemde yaptığı bu cesur ve sarsıcı müdahaleler de vardır.

Belgeselin merkezinde, dergiyi otuz yıldır yöneten efsanevi David Remnick var. Remnick, “The New Yorker bir mucizedir,” diyor. “Biz bilginin peşinden gideriz ve onu kolonoskopiye benzeyen bir süreçle teyit ederiz.” Belgeselde hem derginin iç akışından sahneler görüyoruz hem de Remnick’in Amerikan siyasetinin bugün geldiği noktaya dair yorumlarını.
“Otoriter rejimlerde liderin ilk hedefi toplumun direncini kırmaktır,” diyor Remnick. “İnsanlara bir yenilmişlik duygusu hâkim olur. Beni endişelendiren, onun ikinci kez kazanmasının bu duyguyu kalıcılaştırması. Halk buna teslim olmamalı, buna müsaade edilmemeli”
Ve ekliyor:
“Umutsuzluk affedilmez bir günahtır.”
Belgesel boyunca anlatılan şey tam da bu cümlenin etrafında dönen bir gazetecilik anlayışı aslında, hakikatin hız karşısında pes etmediği, titizliğin bir lüks değil bir zorunluluk olduğu, editoryal disiplini bir tür demokratik direnç olarak gören bir geleneğin yüzüncü yılı.
Belgesel, derginin 1925’teki kuruluşundan bugüne uzanan editoryal kültürünü anlatırken, bir yayının neden hâlâ bu kadar etkili olduğunu gösteriyor. Doğrulama, hızdan daha değerli kabul ediliyor. Öyle ki bir dönem editörlerin olduğu odanın duvarında, “yetişmesin ama mükemmel olsun” yazıyormuş.
Belgeselde fact-checking masalarının arka planını da görüyorsunuz.
New Yorker’da bugün 49 fact-checker editörü var, dergide yayınlanacak yazıların doğruluğunu kontrol eden bu editörler birer arkeolog titizliğinde çalışıyor.
Fact-checker kaynak kişiyi arıyor, kronolojiyi adım adım kontrol ediyor, bir cümlenin peşine düşüp sorguluyor, gerekirse yazarın yıllar önce yazdığı bir mektuba kadar geri gidiyor. Editörler “Bizde bir cümle, iki defa değil on iki defa okunur. Bir virgül için saatlerce tartışılır” diyor.
Bugün haberin ömrü birkaç saat.
Bir yanlış bilgi milyonlara ulaşabiliyor; düzeltme ise çoğu zaman kimsenin umurunda olmuyor. Gerçek, artık doğrulukla değil yaygınlıkla ölçülüyor.
İşte bu ortamda The New Yorker’ın yüz yıllık ısrarı neredeyse anakronik bir davranış gibi görünüyor. Yalan haberin sıradanlaştığı, hızın hakikatin önüne geçtiği, algoritmaların yazıdan daha güçlü olduğu, “yaklaşık doğru”nun “yeterince doğru” sayıldığı bir dünyada, The New Yorker hâlâ bir ayrıntının peşinden saatlerce koşuyor.
Bu, sadece editoryal bir tercih değil hakikatin nasıl korunacağına dair kültürel bir tez aslında.
David Remnick derginin 200-300 yıl daha ayakta kalacağını iddia ediyor. Bir dergi yüz yıl boyunca ayakta kalabiliyorsa, nedeni şudur:
Hakikatin yükünü hafife almaz.
Her ayrıntıyı tartar.
Her cümleyi test eder.
Her kapağı zamanını bekler.
Post-truth çağında bu tavır bir nostalji değil gazeteciliğin hâlâ mümkün olduğuna dair bir ispat.
Elbette The New Yorker yıllar içinde eleştirilerden de nasibini alıyor. Yakın geçmişte Gazze konusunda “soğuk ve mesafeli” durmakla suçlandı; kimilerine göre ahlaki tutumu değil, editoryal kaygısı ağır basıyordu.
Bu, derginin yüz yıllık “mesafe” geleneğinin bir başka yüzü.
Aynı şekilde hep elitist bulundu, orta sınıfa yukarıdan bakan bir üslup, New York merkezli bir dünya görüşü. Her şeyi tekrar tekrar kontrol etmesi, sıfatlarla mücadelesi bazen dalga konusu oldu.
Kimi için büyüleyici, kimi için dışlayıcı ama hakkında kitaplar yazılan filmlere konu olan, her yazarın hayalini kuruduğu ikonik bir zirve ancak bütün bu çelişkilerin içinde değişmeyen tek şey var, eğlenceye kurban edilmemiş bir merak!
13 Aralık 2025 - ‘Post-truth’ çağına direnen bir kahraman: The New Yorker dergisi
23 Kasım 2025 - Ahmet Doğu İpek’in Çekmecelerinde Ne Var?
9 Kasım 2025 - Tomris Uyar, Ajda Pekkan ve Komet Mudo reklamında nasıl buluştu?
6 Kasım 2025 - Kral Yeni Belediye Başkanını Hapse Atar mı?
26 Ekim 2025 - Jeff Koons’un İlham Perisi Porno Yıldızı Karısı Mıydı?