Meclis’teki Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu üyesi beş siyasi parti raporlarını sundu. “Ekopolitik Vakfı” bu dört raporu teker teker aldı inceledi ve karşılaştırdı. Kim ne istiyor, çözüm için ne öneriyor? Partilerin önerilerinde neler benzeşiyor, nerelerde ayrılıyorlar?
Türkiye, ayrılıkçı terör örgütü PKK’nın tasfiyesini ve PKK’lıların siyasete katılmasını öngören bir “süreç” yürütüyor. İktidar sürece “Terörsüz Türkiye” ismini verirken muhalefet partileri farklı isimler kullanıyor.
Geçmişte aynı amaç için yürütülen süreçlerden farklı olarak bu kez Türkiye Büyük Millet meclisi Bünyesinde Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu adıyla bir çeşit “Araştırma Komisyonu” kuruldu. Bu komisyon önce uzun uzun sorunla ilgili bilgisi olduğunu düşündüğü kişileri ve sorunun tarafı kimi kesimleri dinledi. Komisyon tarafından görüşü alınan isimlerden biri de, PKK kurucusu olarak 1999’dan beri İmralı Cezaevinde müebbet hapis cezasını çekmekte olan Abdullah Öcalan oldu.
Bu görüşleri toplayan komisyona üye veren 4 ana siyasi parti, komisyonun nihai raporuna esas teşkil etmek üzere kendi raporlarını hazırladı ve Meclis’e sundu.
Ekopolitik Kültür, Eğitim Araştırma Vakfı, Yönetim Kurulunda Ramazan Arıtürk, Ahmet Tarık Çelenk, Uğur Özdemir’in yer aldığı bir düşünce kuruluşu. Bu vakıf, Ak Parti, MHP, CHP, DEM Parti ve Yeni Yol tarafından Meclis’e sunulan raporları aldı hem tek tek değerlendirdi hem de bu raporları birbirleriyle kıyasladı.
Bu oldukça uzun analizi aynen sunuyoruz:
***
Türkiye’de Kürt meselesi, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren farklı siyasal dönemlerde farklı kavramsal çerçeveler içinde ele alınmış; kimi zaman güvenlik eksenli bir “asayiş sorunu”, kimi zaman demokratikleşme bağlamında bir “hak ve özgürlükler meselesi”, kimi zaman ise etnik temelli bir siyasal sorun olarak tartışılmıştır. Bu çok katmanlı yapı, meseleyi yalnızca sosyolojik veya siyasal değil, aynı zamanda anayasal ve hukuksal bir sorun alanı hâline getirmiştir.
2024-2025 döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde kurulan Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, Kürt meselesinin ve PKK terörüyle bağlantılı sürecin yeniden ele alındığı yeni bir siyasal momenti temsil etmektedir. Komisyonun kuruluş biçimi, yetki sınırları ve hukuki statüsü kamuoyunda tartışmalara yol açmış; özellikle komisyonun kanunla değil TBMM Başkanlığı inisiyatifiyle kurulmuş olması, “meşruiyet” tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte, İYİ Parti haricinde TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin tamamının komisyona katılması ve kapsamlı raporlar sunması, bu süreci anayasal siyaset bakımından dikkate değer kılmaktadır.
Bu çalışmanın amacı, söz konusu komisyona sunulan parti raporlarını mukayeseli biçimde inceleyerek, her bir siyasi aktörün Kürt meselesini nasıl tanımladığını, sorunun kaynağını nerede gördüğünü, şiddet ve terör olgusuna nasıl yaklaştığını ve önerilen çözüm yollarının Türk anayasal düzeniyle ne ölçüde uyumlu olduğunu ortaya koymaktır. Çalışma, herhangi bir siyasi görüşü savunmayı değil; raporları kendi iç tutarlılıkları ve hukuki sonuçları bakımından analiz etmeyi hedeflemektedir.
Bu bağlamda çalışma şu sorulara yanıt aramaktadır:
(1) Siyasi partiler Kürt meselesini bir “terör sorunu”, “demokratikleşme sorunu” ya da “etnik-siyasal sorun” olarak mı tanımlamaktadır?
(2) Şiddet ve terör kavramları raporlarda nasıl konumlandırılmaktadır?
(3) Önerilen yasal ve anayasal düzenlemeler, mevcut Türk anayasal rejimiyle bağdaşmakta mıdır?
(4) TBMM’nin bu süreçteki rolü ve sorumluluğu nasıl çerçevelenmektedir?
Terör kavramı, modern hukuk sistemlerinde yalnızca bir şiddet biçimi değil; anayasal düzeni hedef alan, siyasal amaçlı ve örgütlü suç tipi olarak tanımlanmaktadır. Türk hukukunda terör, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda anayasal düzenin temel niteliklerine yönelen cebir ve şiddet eylemleri olarak düzenlenmiştir. Bu yönüyle terör, siyasal taleplerden bağımsız olarak, hukuken suç niteliği taşıyan bir fiildir.
Buna karşılık “siyasal sorun” kavramı, demokratik siyasal sistem içinde ifade, temsil ve müzakere yoluyla çözülmesi mümkün olan talepler alanını ifade eder. Etnik sorun ise, bir topluluğun kimlik, dil, kültür veya siyasal tanınma taleplerinin sistematik biçimde karşılanmaması durumunda ortaya çıkan yapısal bir soruna işaret eder. Bu üç kavram arasındaki ayrım, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde parti raporlarının analizinde belirleyici olacaktır.
Güvenlik devleti yaklaşımı, devletin varlığını ve bütünlüğünü önceleyen, temel hak ve özgürlükleri bu önceliğe tabi kılan bir yönetim anlayışını ifade eder. Hukuk devleti ise, güvenliğin dahi hukuki sınırlar içinde sağlanmasını, devletin tüm organlarının anayasa ve hukukla bağlı olmasını zorunlu kılar. Türkiye’de Kürt meselesine ilişkin tartışmalar, büyük ölçüde bu iki yaklaşım arasındaki gerilim üzerinden şekillenmiştir.
Geçiş dönemi adaleti, silahlı çatışma veya otoriter rejim sonrası dönemlerde toplumsal barışın sağlanması amacıyla geliştirilen hukuki ve kurumsal mekanizmaları ifade eder. Bu çerçevede af, cezasızlık, hakikat komisyonları ve toplumsal entegrasyon politikaları gündeme gelmektedir. Ancak bu mekanizmaların her biri, anayasal düzen ve hukuk devleti ilkeleriyle uyumlu olmak zorundadır.
AK Parti ve MHP tarafından hazırlanan raporların, geniş kapsamlı bir çerçevede tarihsel süreçleri analiz eden, uluslararası deneyimleri dikkate alan ve mevcut anayasal düzen bağlamında çözüm önerileri geliştirmeyi amaçlayan bir yaklaşımla kurgulandığı değerlendirilmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tarafından TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na sunulan raporlar, Kürt meselesini esas itibarıyla bir terör ve güvenlik sorunu olarak tanımlamaktadır. Her iki raporda da, Türkiye’de yaşanan sosyal, ekonomik ve siyasal birçok problemin temelinde PKK terörünün bulunduğu varsayımı hâkimdir (AK Parti Raporu, 2025; MHP Raporu, 2025). Bu yaklaşımda “Kürt meselesi” başlığı, ya tamamen reddedilmekte (MHP) ya da ikincil bir konuma yerleştirilmektedir (AK Parti).
MHP raporu, açık biçimde Türkiye’de bir “Kürt sorunu” bulunduğu tezini reddetmekte; mevcut sorunların Kürt vatandaşlara özgü değil, terör kaynaklı ve tüm toplumu etkileyen bir güvenlik problemi olduğunu ileri sürmektedir. Bu yönüyle MHP raporu, etnik temelli bir sorun kabulünü, üniter devlet yapısı açısından sakıncalı görmektedir. AK Parti raporunda ise “Kürt sorunu” ibaresine sınırlı ve temkinli biçimde yer verilmektedir. Ancak bu kullanım, sorunun esasen demokratik reformlar yoluyla büyük ölçüde çözüldüğü, geriye kalan problemlerin ise terörün devamından kaynaklandığı varsayımına dayanmaktadır. Bu bağlamda AK Parti, terörün tamamen sona erdirilmesi hâlinde demokratikleşme alanında yeni gelişmelerin mümkün olabileceğini ifade etmektedir.
Bu iki raporun ortak paydası, neden-sonuç ilişkisinin tersine çevrilmesi noktasında ortaya çıkmaktadır: Terör, bu perspektifte, siyasal ve hukuki sorunların sonucu değil; aksine, mevcut sorunların başat nedeni olarak kurgulanmaktadır.
AK Parti ve MHP raporlarının dikkat çekici ortak noktalarından biri, PKK’nın fiili ve silahlı varlığının sona erdiğinin ilgili kamu otoriteleri tarafından tespit edilmesi hâlinde, örgüt mensuplarının hukuki durumuna ilişkin özel bir kanuni düzenleme yapılabileceği yönündeki yaklaşımdır. Her iki rapor da bu düzenlemenin genel ve otomatik bir af niteliği taşımaması gerektiğini vurgulamaktadır.
Raporlarda, örgüt mensuplarının akıbeti bakımından “örgüt üyeliği dışında somut suç işleyip işlememe” ölçütünün esas alınması gerektiği belirtilmektedir. Bu yaklaşım, ceza hukukunun bireysel sorumluluk ilkesine şeklen uygun görünmekle birlikte, uygulamada ciddi belirsizlikler barındırmaktadır. Zira Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde, örgüt üyeliği fiilinin bizzat suç olarak tanımlanmış olması, “sadece üyelik” ile “somut suç” ayrımını hukuken problemli hâle getirmektedir.
Her iki raporda da dikkat çeken bir diğer husus, örgüt yöneticileri bakımından nasıl bir hukuki yol izleneceğine ilişkin açık bir çerçevenin bulunmamasıdır. Bu suskunluk, özellikle hiyerarşik sorumluluk, emir-komuta ilişkisi ve ağır suçlar bağlamında önemli bir hukuki boşluk yaratmaktadır. Bu durum, önerilen düzenlemenin ceza adaleti ve eşitlik ilkeleri açısından ne ölçüde sürdürülebilir olduğu sorusunu gündeme getirmektedir.
MHP raporu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kodlarının ve üniter devlet yapısının tartışmaya açılmasını açık biçimde reddetmektedir. Raporda, Türk ulus-devlet inşasının tarihsel bir zorunluluk olduğu, anayasal düzende bu yapının demokratikleşmenin önünde bir engel teşkil etmediği savunulmaktadır. Bu çerçevede anadil, kimlik ve vatandaşlık tartışmaları, devletin bölünmez bütünlüğü ekseninde sıkı biçimde sınırlandırılmaktadır.
AK Parti raporu ise, kurucu kodlara daha esnek bir dil kullanmakla birlikte, anayasanın değiştirilemez hükümleri ve üniter yapı konusunda MHP ile aynı çizgide durmaktadır. Raporda, yeni bir anayasal düzen ihtiyacından ziyade, mevcut anayasal çerçeve içinde terörsüz bir ortamın demokratikleşmeyi güçlendireceği tezi öne çıkmaktadır.
Bu yaklaşım, anayasal değişim ihtiyacını sonraya erteleyen ve demokratikleşmeyi güvenlik koşuluna bağlayan bir perspektifi yansıtmaktadır.
AK Parti ve MHP raporları, Kürt meselesini büyük ölçüde güvenlik paradigması içinde ele almakta; hukuki ve siyasal reformları, terörün tamamen sona erdirilmesi şartına bağlamaktadır. Bu yaklaşım, kısa vadede kamu düzeni açısından tutarlı görünse de uzun vadede demokratik hukuk devleti ilkesinin güvenlik gerekçesiyle askıya alınması ihtimalini içerisinde barındırmaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Komisyona sunduğu rapor, diğer partilerden belirgin biçimde ayrışmaktadır. CHP raporunda, Kürt sorunu doğrudan ve müstakil bir başlık olarak ele alınmamakta; bunun yerine Türkiye’de yaşanan sorunların temelinde hukuk devleti ilkesinin sistematik olarak ihlal edilmesi olduğu savunulmaktadır (CHP Raporu, 2025). Rapora göre, Türkiye’de AYM ve AİHM kararlarının uygulanmaması, yargı bağımsızlığının zedelenmesi ve yürütmenin yargı üzerindeki etkisi, yalnızca Kürt vatandaşları değil, tüm toplumu etkileyen yapısal bir kriz yaratmıştır. CHP, bu nedenle Kürt meselesinin çözümünün, özel ve etnik temelli düzenlemelerden ziyade, genel bir demokratikleşme ve hukuk devleti restorasyonu ile mümkün olabileceğini ileri sürmektedir.
CHP raporunun en özgün ve güçlü yönlerinden biri, Türkiye’de fiilen bir “ikili hukuk sistemi” oluştuğu yönündeki tespittir. Rapora göre, siyasal iktidara yakın veya “makbul” olarak kodlanan kesimler bakımından cezasızlık ve hukuki koruma mekanizmaları işletilirken; muhalif kesimler için temel hak ve özgürlüklerin sistematik biçimde sınırlandığı bir uygulama pratiği yerleşmiştir (CHP Raporu, 2025). Bu tespit, Kürt meselesini yalnızca etnik veya bölgesel bir sorun olmaktan çıkararak, Türkiye’deki genel anayasal kriz bağlamına yerleştirmektedir. CHP’ye göre, Kürt vatandaşların yaşadığı hak ihlalleri, daha geniş bir hukuk devleti erozyonunun parçasıdır ve bu nedenle çözüm, istisnai veya etnik temelli düzenlemelerden ziyade, anayasanın fiilen uygulanmasına dayanmalıdır.
Raporda, Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının sistematik biçimde uygulanmaması, Türkiye’de hukukun üstünlüğünün ortadan kalktığının temel göstergesi olarak sunulmaktadır. CHP, bu durumu “anayasasızlaştırma pratiği” olarak nitelendirmekte ve bu pratiğin Kürt meselesi dâhil olmak üzere tüm siyasal sorunları derinleştirdiğini ileri sürmektedir. Bu bağlamda CHP, yeni anayasa tartışmalarının, mevcut anayasanın dahi uygulanmadığı bir ortamda meşruiyet zemini bulamayacağını savunmaktadır. Bu yaklaşım, anayasal reformu önceleyen değil, anayasal sadakati önceleyen bir perspektifi temsil etmektedir.
CHP raporu, Kürt meselesini doğrudan tanımlamaktan kaçınmakla eleştirilebilirse de sorunu daha geniş bir hukuk devleti krizinin parçası olarak ele alması bakımından analitik bir tutarlılık sergilemektedir. Bununla birlikte, raporun etnik kimlik, dil ve kültürel haklar konusunda açık ve somut öneriler sunmaması, Kürt ya da terör meselesinin özgün boyutlarını görünmez kılma riskini de beraberinde getirmektedir.
DEM Parti tarafından sunulan rapor, diğer tüm raporlardan radikal biçimde ayrışmaktadır. Raporda, Türkiye’de yaşanan meselenin esasen ve münhasıran bir “Kürt sorunu” olduğu ileri sürülmekte; bu sorun, tarihsel, siyasal ve toplumsal bir baskı rejiminin sonucu olarak tanımlanmaktadır (DEM Parti Raporu, 2025). Bu yaklaşımda, terör olgusuna ya hiç yer verilmemekte ya da bilinçli biçimde dışlanmaktadır. PKK’nın silahlı faaliyetleri, raporda “terör” kavramı içinde değerlendirilmemekte; bunun yerine, Kürt sorununun demokratik yollarla çözülememesi nedeniyle ortaya çıkan bir başkaldırı süreci olarak çerçevelendirilmektedir.
DEM Parti raporunun en tartışmalı yönü, şiddet olgusuna yüklenen normatif anlamdır. Raporda, “Kürt Özgürlük Hareketi” olarak tanımlanan silahlı mücadelenin, belirli bir tarihsel dönemde “şiddete hukuk kurucu bir misyon yüklendiği” ileri sürülmektedir. Bu yaklaşım, modern anayasa hukuku ve ceza hukuku açısından ciddi sorunlar barındırmaktadır. Hukuk kurucu iktidar (pouvoir constituant), klasik anayasa teorisinde toplumsal mutabakata dayalı ve şiddet dışı bir siyasal irade olarak kabul edilmektedir. Şiddetin hukuk kurucu bir araç olarak meşrulaştırılması, anayasal düzenin temellerini sarsan ve hukuk devleti ilkesini ortadan kaldıran bir yaklaşım niteliği taşımaktadır.
Raporda, Abdullah Öcalan, “Kürt halkının varlık ve haysiyet kazanma tarihinin baş aktörü” olarak tanımlanmaktadır. Bu ifade, yalnızca siyasal değil, aynı zamanda hukuki sonuçlar doğurabilecek niteliktedir. Zira rapor, hakkında kesinleşmiş ağır ceza mahkûmiyeti bulunan bir kişiyi, demokratik bir çözüm sürecinin asli öznesi olarak konumlandırmaktadır. Bu yaklaşım, suç-fail ayrımını bulanıklaştırmakta ve bireysel cezai sorumluluk ilkesini zedelemektedir. Ayrıca, terör suçları bakımından mağdur haklarını tamamen dışlayan bir perspektif ortaya koymaktadır.
DEM Parti raporu, Kürt sorununun çözümü için kapsamlı bir “barış yasası/demokratik entegrasyon yasası” çıkarılmasını önermektedir. Ancak bu yasa tasavvurunda, terör kavramına yer verilmemekte; suçlu-suçsuz ayrımı yapılmaksızın, binlerce insanın ölümünden sorumlu olanlar dâhil olmak üzere tüm PKK mensuplarının “onurlu” biçimde toplumsal ve siyasal hayata katılmaları öngörülmektedir. Raporda ayrıca, yurt dışında bulunan ve haklarında soruşturma, kovuşturma veya mahkûmiyet kararı olan kişiler “sürgündeki Kürtler” olarak tanımlanmakta; bu kişilerin sosyal güvenlik haklarından dahi yararlandırılması talep edilmektedir. Bu önerilerin, cezasızlık, eşitlik ve adalet ilkeleriyle açık bir çatışma içinde olduğu düşünülmelidir.
DEM Parti raporunda, Kürt kimliğinin anayasal düzlemde tanınması, anadilinde ve çok dilli eğitimin tüm eğitim kademelerinde kamusal ve parasız olarak güvence altına alınması, belediyelerin Kürtçe hizmet vermesinin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve Türkiye’nin çok dilli, çok kültürlü, çok kimlikli yeni bir anayasal düzene kavuşturulması gerektiği savunulmaktadır. Bu talepler, mevcut anayasanın: Resmî dil (m. 3), üniter devlet yapısı, eşit yurttaşlık anlayışı ile doğrudan çatışma potansiyeli taşımaktadır.
DEM Parti raporu, Kürt meselesini sistematik ve kapsamlı biçimde ele almakla birlikte, şiddeti meşrulaştıran dili, terör kavramını bilinçli biçimde dışlaması ve anayasal düzeni kökten dönüştürmeyi hedefleyen yaklaşımı nedeniyle, demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan ciddi sorunlar barındırdığı görülmektedir.
Yeni Yol Grubu tarafından Komisyona sunulan rapor, içerik ve yaklaşım bakımından AK Parti-MHP çizgisi ile DEM Parti çizgisi arasında ara bir model geliştirme çabası olarak değerlendirilebilir. Raporda, Kürt meselesinin yalnızca güvenlik perspektifiyle ele alınamayacağı kabul edilmekle birlikte, şiddetin ve silahlı mücadelenin meşruiyetine kesin biçimde karşı çıkılmaktadır (Yeni Yol Raporu, 2025).
Raporda öne çıkan temel kavram, geçiş dönemi adaleti ve buna bağlı olarak silahsızlanma-tasfiye-toplumsal entegrasyon (Disarmanent-Demobilization-Reintegration DDR) sürecidir. Yeni Yol Grubu, terörün sona erdirilmesi ile demokratikleşmenin birbirini dışlayan değil, eş zamanlı ilerlemesi gereken süreçler olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda rapor: Toplu ve koşulsuz bir af anlayışını reddetmekte, mağdur haklarının korunmasını vurgulamakta, hukuki süreçlerin şeffaf ve denetlenebilir olmasını talep etmektedir.
Yeni Yol yaklaşımı, DEM Parti’nin şiddeti normatifleştiren dilini reddederken; AK Parti-MHP çizgisinin reformları güvenlik şartına bağlayan yaklaşımını da yetersiz bulmaktadır. Ancak rapor, anayasal değişiklikler ve etnik kimlik talepleri konusunda bilinçli bir belirsizlik sergilemektedir.
TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na sunulan siyasi parti raporları, Kürt meselesini ele alış biçimleri bakımından belirgin farklılıklar içermektedir. Bu farklılıklar, özellikle sorunun tanımlanışı, şiddet ve terör kavramına yüklenen anlam ve anayasal rejimle kurulan ilişki eksenlerinde yoğunlaşmaktadır. Aşağıda bu üç temel başlık altında raporlar karşılaştırmalı olarak değerlendirilmektedir.
Siyasi parti raporları arasındaki en temel ayrışma, Kürt meselesinin ne tür bir sorun olarak tanımlandığı noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu tanım, önerilen çözüm yollarının sınırlarını da doğrudan belirlemektedir. AK Parti ve MHP raporları, Kürt meselesini esas itibarıyla bir terör ve güvenlik sorunu olarak ele almaktadır. Bu yaklaşımda, Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasal sorunların temel nedeni PKK terörüdür; dolayısıyla çözüm, öncelikle silahlı tehdidin tamamen ortadan kaldırılmasına bağlanmaktadır. Kürt vatandaşlara yönelik hak ve özgürlük alanında yaşanan sorunlar ise ya ikincil görülmekte ya da terör ortamının bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. CHP raporu, Kürt meselesini müstakil ve etnik temelli bir sorun olarak tanımlamaktan özellikle kaçınmaktadır. CHP’ye göre temel sorun, Türkiye’de hukuk devleti ilkesinin zayıflaması ve anayasal normların fiilen uygulanmamasıdır. Bu bağlamda Kürt meselesi, daha geniş bir demokratik gerileme ve hukuk devleti krizi çerçevesinde ele alınmakta; çözüm, istisnai düzenlemelerden ziyade genel demokratikleşme ve hukukun üstünlüğünün yeniden tesisinde aranmaktadır. DEM Parti raporu ise Kürt meselesini salt ve asli bir etnik-siyasal sorun olarak tanımlamaktadır. Raporda, sorunun kaynağı olarak tarihsel inkâr, dışlama ve baskı politikaları gösterilmekte; meselenin terör veya güvenlik boyutu bilinçli biçimde dışlanmaktadır. Bu yaklaşım, Kürt meselesini anayasal düzeyde yeni bir kurucu düzen ihtiyacıyla ilişkilendirmektedir. Yeni Yol Partisi raporu, bu yaklaşımlar arasında ara bir konum almaktadır. Raporda Kürt meselesinin yalnızca güvenlik perspektifiyle ele alınamayacağı kabul edilmekle birlikte, sorunun etnik temelli kurucu bir iddiaya dönüştürülmesine de mesafeli durulmaktadır. Yeni Yol, meseleyi hukuk devleti, demokratikleşme ve geçiş dönemi adaleti kavramları çerçevesinde ele almaktadır.
| Parti | Sorunun Tanımı |
| AK Parti | Terör Sorunu |
| MHP | Terör Sorunu (Kürt Sorunu Yok) |
| CHP | Hukuk devleti krizi |
| DEM Parti | Salt Kürt Sorunu |
| Yeni Yol Grubu | Güvenlik + Demokratikleşme |
Raporlar arasındaki en keskin ayrışmalardan biri, şiddet ve terör olgusunun nasıl kavramsallaştırıldığı noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu farklılık, aynı zamanda raporların hukuki ve anayasal meşruiyet anlayışlarını da yansıtmaktadır. AK Parti ve MHP raporlarında, şiddet ve terör mutlak biçimde gayrimeşru kabul edilmektedir. PKK’nın silahlı faaliyetleri, hiçbir tarihsel, siyasal veya toplumsal gerekçeyle mazur görülemeyecek suç fiilleri olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşımda, şiddetle siyaset arasında kesin bir ayrım yapılmakta ve silahlı mücadelenin demokratik sistem içinde herhangi bir meşruiyeti bulunmadığı vurgulanmaktadır. CHP raporu, şiddeti meşru görmemekle birlikte, şiddet olgusunu hukuk devletinin zayıflamasının ve demokratik kanalların tıkanmasının bir sonucu olarak değerlendirmektedir. CHP’ye göre, şiddet çözüm değildir; ancak hukuk devletinin işlemediği bir ortamda şiddetin ortaya çıkması, yapısal bir siyasal sorunun göstergesidir. Bu yaklaşım, şiddeti reddederken nedenlerini anlamaya çalışan daha sosyo-hukuki bir çerçeve sunmaktadır. DEM Parti raporu ise şiddete yönelik en radikal ve tartışmalı yaklaşımı sergilemektedir. Raporda, silahlı mücadelenin belirli bir tarihsel dönemde “hukuk kurucu” bir misyon üstlendiği ileri sürülmektedir. Bu yaklaşım, şiddeti yalnızca bir sonuç olarak değil, siyasal ve hukuksal dönüşümü mümkün kılan bir araç olarak konumlandırmaktadır. Bu perspektif, demokratik hukuk devleti anlayışıyla açık bir çatışma içindedir. Yeni Yol Partisi raporu, şiddeti ve silahlı mücadeleyi kesin biçimde reddetmekte; ancak silahsızlanma sonrasında toplumsal barışın sağlanabilmesi için geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının işletilmesini önermektedir. Bu yaklaşımda, şiddet meşru görülmemekte; ancak şiddetin sona erdirilmesinden sonra hukuki ve toplumsal entegrasyonun nasıl sağlanacağı sorusu merkezî bir önem taşımaktadır.
Raporlar arasındaki bir diğer temel karşılaştırma alanı, önerilen çözüm yollarının mevcut anayasal rejimle kurduğu ilişkidir. Bu noktada belirgin bir ayrım göze çarpmaktadır. DEM Parti dışındaki tüm raporlar, farklı ton ve gerekçelerle de olsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter devlet yapısı, anayasal bütünlüğü ve kurucu ilkeleri konusunda ortak bir zeminde buluşmaktadır. AK Parti, MHP ve CHP raporları, mevcut anayasal düzenin korunması gerektiğini açık veya örtük biçimde kabul etmektedir. Yeni Yol Partisi de anayasal düzeni aşan bir kurucu iddiadan özellikle kaçınmaktadır. Buna karşılık DEM Parti raporu, mevcut anayasal düzeni yetersiz ve meşruiyetini yitirmiş bir yapı olarak değerlendirmekte; çok dilli, çok kimlikli ve etnik temsile dayalı yeni bir anayasal düzen talep etmektedir. Bu yönüyle DEM Parti raporu, anayasa içinde reform arayışından ziyade, kurucu iktidar iddiası taşıyan tek rapor niteliğindedir.
Mukayeseli analiz, siyasi parti raporlarının Kürt meselesine ilişkin yalnızca farklı çözüm önerileri değil, aynı zamanda farklı devlet, hukuk ve demokrasi tasavvurları sunduğunu göstermektedir. Bu durum, meselenin teknik bir politika sorunu olmaktan ziyade, Türkiye’nin anayasal kimliği ve siyasal geleceğiyle doğrudan bağlantılı bir mesele olduğunu ortaya koymaktadır.
TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na sunulan siyasi parti raporlarının değerlendirilmesi, salt siyasal tercihlerin veya ideolojik konumlanışların karşılaştırılmasıyla sınırlı tutulamaz. Bu raporlar, önerdikleri çözüm yolları itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni, tarafı olduğu uluslararası insan hakları rejimi ve yerleşik anayasa yargısı içtihadı bakımından ciddi normatif sonuçlar doğurmaktadır. Bu nedenle değerlendirme, yalnızca ulusal anayasa hükümleriyle değil; aynı zamanda AİHS, AİHM içtihadı ve uluslararası hukukun bağlayıcı ilkeleri ışığında yapılmalıdır. Bu çerçevede inceleme, öncelikle Anayasa’nın devletin şekli ve nitelikleri (m.1-3), resmî dil (m.3), eşitlik ilkesi (m.10) ve hukuk devleti (m.2) hükümleri temelinde; ardından AYM ve AİHM içtihadının ortaya koyduğu standartlar ışığında gerçekleştirilmelidir.
DEM Parti raporu, anayasal düzen içinde reform arayan bir yaklaşım sergilememekte; aksine mevcut anayasal çerçeveyi aşmayı hedefleyen kurucu nitelikte bir siyasal tasavvur ortaya koymaktadır. Raporda savunulan çok dilli anayasal yapı, anadilinde kamusal ve zorunlu eğitim, etnik kimliklerin anayasal düzlemde kolektif özne olarak tanınması ve terör suçlarına ilişkin suçlu-suçsuz ayrımı yapılmaksızın toplumsal ve siyasal entegrasyon sağlanması yönündeki talepler, Türk Anayasası’nın temel normlarıyla doğrudan çatışma hâlindedir. Anayasa’nın 3. maddesinde yer alan “Devletin dili Türkçedir” hükmü, AYM içtihadında da vurgulandığı üzere, yalnızca sembolik bir düzenleme olmayıp devletin üniter yapısının ve kamusal yetkinin kullanılmasının asli unsurudur (AYM, E.2008/16, K.2009/147). Bu bağlamda, çok dilli kamusal düzen ve zorunlu eğitimde farklı dillerin eğitim dili hâline getirilmesi yönündeki talepler, Anayasa’nın 4. maddesiyle güvence altına alınmış değiştirilemezlik rejimiyle bağdaşmamaktadır. DEM Parti raporunda sıkça atıf yapılan uluslararası hukuk ve insan hakları belgeleri de bu sonucu değiştirmemektedir. Zira AİHM, anadilde eğitim hakkını Sözleşme kapsamında mutlak bir hak olarak tanımamış, aksine devletlerin eğitim dili konusunda geniş bir takdir marjına sahip olduğunu açıkça belirtmiştir (bkz. Belgian Linguistic Case v. Belgium, 1968; Catan and Others v. Moldova and Russia, 2012). AİHM içtihadında, dilsel çoğulculuk bir kültürel hak alanı olarak değerlendirilmekte; ancak bu hak, devletin anayasal kimliğini ve üniter yapısını aşan bir zorunluluk doğurmamaktadır. Buna ek olarak, DEM Parti raporunda öngörülen ve terör suçlarına karışmış kişilerin herhangi bir ayrım yapılmaksızın “onurlu” biçimde toplumsal hayata katılmasını öngören barış yasası önerisi, hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarıyla bağdaşmamaktadır. AYM ve AİHM içtihadında da açıkça vurgulandığı üzere, devletin barış ve toplumsal uzlaşı amacıyla bazı ceza politikaları geliştirmesi mümkündür; ancak bu yetki, cezasızlık, mağdur haklarının yok sayılması ve bireysel cezai sorumluluğun ortadan kaldırılması sonucunu doğuramaz (AİHM, Marguš v. Croatia, 2014). Bu yönüyle DEM Parti raporu, hem ulusal anayasal düzenle hem de AİHS sistemiyle uyumlu bir reform metni olmaktan ziyade, anayasal düzeni aşan ve kurucu iktidar iddiası taşıyan bir siyasal kopuş belgesi niteliği taşımaktadır.
AK Parti ve MHP raporları, üniter devlet yapısı, resmî dil, anayasanın değiştirilemez hükümleri ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkeleri bakımından açık bir anayasal sadakat sergilemektedir. Bu yönüyle her iki rapor da anayasal rejimle çatışmamaktadır. Ancak bu raporların ortak anayasal sorunu, demokratikleşme ve temel haklar alanındaki ilerlemeleri terörün tamamen sona erdirilmesi şartına bağlayan koşullu bir yaklaşımı benimsemeleridir. Oysa AYM ve AİHM içtihadında, temel hak ve özgürlüklerin korunması, olağanüstü güvenlik koşullarına bağlı bir lütuf değil; anayasal ve sözleşmesel bir yükümlülük olarak tanımlanmaktadır (AYM, Bireysel Başvuru Kararları; AİHM, Handyside v. UK, 1976). Bu bağlamda, güvenlik gerekçesiyle demokratikleşmenin ertelenmesi, AİHS’nin 15. maddesi çerçevesinde dahi istisnai ve sıkı koşullara bağlıdır. Süreklilik arz eden bir “güvenlik şartı”, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla AK Parti ve MHP raporları anayasal sınırlar içinde kalmakla birlikte, hak merkezli anayasa anlayışını ikincilleştiren bir yaklaşımı yansıttığı söylenebilir.
CHP raporu, anayasa hukuku ve uluslararası insan hakları hukuku bakımından kendi içinde tutarlı normatif zemini sunmaktadır. Raporda, Kürt meselesine ilişkin istisnai veya etnik temelli anayasal düzenlemelerden ziyade, mevcut anayasanın ve AİHS yükümlülüklerinin fiilen uygulanmamasının temel sorun olduğu vurgulanmaktadır. Özellikle AYM ve AİHM kararlarının bağlayıcılığına yapılan vurgu, Anayasa’nın 153. maddesi ve AİHS’nin 46. Maddesiyle uyum içinde olduğu söylenebilir. CHP yaklaşımı, siyasal sorunların çözümünü anayasal normların askıya alınmasında değil, hukuki bağlayıcılığın yeniden tesis edilmesinde aramaktadır. Bununla birlikte, CHP raporunun zayıf yönü, Kürt meselesinin kimlik, dil ve kültürel haklar boyutuna ilişkin pozitif ve somut politika önerileri geliştirmemesidir. Bu durum, raporun hukuken güçlü olduğu düşünülse bile asıl amaç olan siyasal çözüm üretme kapasitesi bakımından sınırlı veya yeterli çözüm sunmadığı izlenimi vermediği görülmektedir.
Yeni Yol Partisi raporu, anayasal değerlendirme bakımından ara bir model sunmaktadır. Raporda, şiddetin ve silahlı mücadelenin meşruiyeti kesin biçimde reddedilmekte; buna karşılık, silahsızlanma sonrası dönemde geçiş dönemi adaleti mekanizmalarına dayalı, mağdur haklarını önceleyen ve cezasızlığa kapı aralamayan bir süreç önerilmektedir. Bu yaklaşım, AİHM’in geçiş dönemi adaletine ilişkin içtihadı ve Birleşmiş Milletler’in cezasızlıkla mücadele ilkeleriyle büyük ölçüde uyumludur. Ancak Yeni Yol Partisi de anayasal reformlar, dil ve kimlik talepleri konusunda bilinçli bir normatif belirsizlik taşımaktadır. Bu belirsizlik, anayasal çatışmayı önlemekle birlikte, uzun vadeli anayasal yönelim bakımından sınırlayıcıdır.
Etnik, dilsel ve siyasal talepler içeren yapısal sorunlar, modern anayasal devletlerin önemli bir kısmında ortaya çıkmış ve farklı anayasal modeller çerçevesinde ele alınmıştır. İspanya, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya örnekleri, bu tür taleplerin anayasal düzenle nasıl ilişkilendirildiğine dair zengin bir karşılaştırmalı literatür sunmaktadır. Kürt meselesinin çözümüne ilişkin hukukî tartışmalar da ancak bu deneyimlerin ortaya koyduğu anayasal imkânlar ve sınırlılıklar ışığında sağlıklı biçimde değerlendirilebilir (Ginsburg & Dixon, 2011). Karşılaştırmalı anayasa hukuku, şiddet içeren fiiller ile barışçıl siyasal ve kültürel taleplerin normatif olarak ayrıştırılmasının anayasal istikrar açısından belirleyici olduğunu göstermektedir. Almanya’da Federal Anayasa Mahkemesi, şiddet içeren faaliyetleri “özgürlükçü demokratik temel düzeni” hedef alan fiiller olarak değerlendirmekte; buna karşılık ifade özgürlüğü ve siyasal örgütlenme alanını anayasal koruma altında tutmaktadır (Kommers & Miller, 2012). Benzer bir yaklaşım Birleşik Krallık’ta Kuzey İrlanda sürecinde görülmüş; silahlı eylemler ceza hukuku çerçevesinde ele alınırken, kimlik, dil ve siyasal temsil talepleri anayasal ve siyasal müzakere alanına bırakılmıştır (McGarry & O’Leary, 2006). Bu karşılaştırmalı deneyim, şiddet ile barışçıl taleplerin aynı normatif kategoriye indirgenmesinin anayasal belirsizlik ve meşruiyet krizi ürettiğini göstermektedir.
Karşılaştırmalı anayasal sistemlerde ortak kabul gören ilke, şiddetin hiçbir koşulda anayasal meşruiyet kaynağı oluşturamayacağıdır. İspanya Anayasa Mahkemesi’nin ETA’ya ilişkin içtihadı, siyasal hedeflerin meşruiyetinin kullanılan araçlardan bağımsız değerlendirilemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur (İspanya Anayasa Mahkemesi, STC 48/2003). Bununla birlikte, karşılaştırmalı anayasa hukuku literatürü, şiddetin mutlak gayrimeşruluğunun temel hakların sistematik biçimde sınırlandırılması için genel bir gerekçe hâline getirilmesinin anayasal düzeni zayıflattığını da ortaya koymaktadır (Dyzenhaus, 2006). Anayasal denge, şiddete karşı kararlılık ile bireysel cezai sorumluluk ilkesinin korunması arasında kurulmalıdır. Fransa ve İspanya gibi ülkelerde terörle mücadele kapsamında getirilen olağanüstü yetkilerin kalıcı hâle gelmesi, karşılaştırmalı anayasa hukukunda “istisnanın normalleşmesi” sorunu olarak tartışılmaktadır (Agamben, 2005). Bu durum, anayasal hakların fiilen askıya alınmasına ve anayasanın normatif üstünlüğünün aşınmasına yol açmaktadır. Karşılaştırmalı perspektiften bakıldığında, demokratik istikrarın güvenlikçi anayasal yorumlarla değil, olağan dönemde temel hakların güçlü biçimde korunmasıyla sağlandığı görülmektedir (Stone Sweet, 2012). Bu tespit, Türkiye bakımından da anayasal bir uyarı niteliğindedir.
Karşılaştırmalı anayasa hukuku, üniter devlet yapısı ile kültürel ve dilsel çoğulculuğun zorunlu olarak çatışmadığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Fransa’da resmî dil anlayışı katı olmakla birlikte, bölgesel dillerin kültürel alanda kullanımına mutlak bir yasak getirilmemektedir (Fransa Anayasa Konseyi n° 99-412 DC). İtalya’da ise anayasal üniter yapı korunurken, yerel düzeyde dilsel ve kültürel hizmetlerin geliştirilmesine olanak tanınmaktadır (Palermo & Woelk, 2012). Bu örnekler, Türkiye’de dilsel ve kültürel hakların anayasal sınırlar içinde geliştirilmesinin mümkün olduğunu göstermektedir. Karşılaştırmalı anayasal sistemlerde parlamentolar, toplumsal çatışmaların çözümünde önemli bir müzakere zemini olmakla birlikte, kurucu iktidar yetkisini fiilen üstlenmemektedir. İspanya ve Birleşik Krallık örnekleri, parlamenter süreçlerin anayasal çerçeve içinde kaldığı sürece meşru ve etkili olduğunu göstermektedir (Elster, 1995). Bu bağlamda, Türkiye’de TBMM’ye atfedilen anayasal düzeni yeniden kurma rolü, karşılaştırmalı anayasa hukuku bakımından istisnai ve sorunlu bir yaklaşımdır.
Avrupa anayasal demokrasilerinde AİHS ve AİHM içtihadı, anayasal düzenin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul edilmektedir. Almanya ve İtalya örnekleri, AİHM kararlarının iç hukukta sistematik biçimde uygulanmasının anayasal sadakatin bir gereği olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır (Keller & Sweet, 2008). Bu karşılaştırmalı çerçeve, AİHM kararlarının uygulanmasının siyasal takdire bırakılmasının anayasal bir sorun yarattığını açıkça göstermektedir. Latin Amerika ve Balkan deneyimleri, geçiş dönemi adaletinin cezasızlık rejimine dönüşmesi hâlinde anayasal meşruiyetin ciddi biçimde zedelendiğini ortaya koymuştur (Teitel, 2000). Hakikat komisyonları, ancak yargısal süreçleri tamamlayıcı nitelikte olduklarında anayasal düzenle uyumlu kabul edilmektedir. Bu nedenle geçiş dönemi adaleti, anayasal yargının ve bireysel cezai sorumluluğun alternatifi olarak değil, tamamlayıcısı olarak tasarlanmalıdır. Karşılaştırmalı anayasa hukuku, etnik temelli kolektif egemenlik taleplerinin anayasal sistemlerde sınırlı kabul gördüğünü göstermektedir. Almanya, Fransa ve İtalya örneklerinde anayasal düzenin temel referansı kolektif kimlikler değil, eşit yurttaşlıktır (Habermas, 1996). Bu yaklaşım, bireysel hakların etkin korunmasını esas almakta ve anayasal birlik ilkesini güçlendirmektedir.
Bu çalışma, TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na sunulan siyasi parti raporlarının, Türkiye’de Kürt meselesine ilişkin ortak ve bütüncül bir anayasal çözüm vizyonu üretmekten ziyade, farklı hukuk anlayışlarını, anayasa tasavvurlarını ve siyasal meşruiyet yaklaşımlarını yansıtan derin bir paradigma ayrışmasını ortaya koyduğunu göstermektedir. Söz konusu ayrışma, yalnızca yöntemsel veya politik tercihlere değil; doğrudan doğruya devletin niteliği, hukukun rolü ve demokratik meşruiyetin kaynağına ilişkin temel kabullere dayanmaktadır.
Birinci uçta yer alan güvenlikçi paradigma, Kürt meselesini esas itibarıyla terör ve kamu düzeni bağlamında ele almakta; demokratikleşme, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve hukuki reformları, güvenliğin tesis edilmesine ve silahlı tehdidin tamamen ortadan kaldırılmasına bağlı bir süreç olarak kurgulamaktadır. Bu yaklaşım, devletin varlığını ve anayasal bütünlüğünü koruma refleksi açısından anlaşılır olmakla birlikte, hukuk devleti ilkesinin hak merkezli karakterini zayıflatma ve temel hakları siyasal takdir alanına itme riskini beraberinde getirmektedir. Demokratik hukuk devletinde güvenlik, hak ve özgürlüklerin ön koşulu değil; bilakis onların anayasal güvenceler içinde korunmasının bir sonucu olarak görülmelidir.
Diğer uçta yer alan etnik-kurucu paradigma ise, Kürt meselesini tarihsel bir inkâr ve baskı sürecinin sonucu olarak tanımlamakta; bu bağlamda şiddeti, belirli bir dönemde siyasal ve hukuksal dönüşümü tetikleyen meşru bir araç olarak sunmaktadır. Bu yaklaşım, mevcut anayasal düzeni aşmayı ve yeni bir kurucu irade inşasını hedeflemektedir. Ancak şiddeti kurucu bir unsur olarak meşrulaştıran bu perspektif, demokratik hukuk devleti ilkesini ve insan hakları rejiminin temel varsayımlarını temelden sarsmaktadır. Zira modern anayasal düzenlerde meşruiyet, cebir ve zor kullanımından değil, demokratik temsil, hukuki bağlayıcılık ve evrensel insan hakları ilkelerinden türemektedir.
Bu iki uç arasında yer alan yaklaşımlar ise, hukuk devleti, anayasal sadakat ve geçiş dönemi adaleti kavramları etrafında şekillenmektedir. Bu perspektifler, hem güvenlikçi yaklaşımın hak ve özgürlükleri erteleyen yönünü hem de etnik-kurucu paradigmanın anayasal düzeni aşan iddialarını sınırlamaya çalışmaktadır. AYM ve AİHM içtihadına daha yakın duran bu yaklaşımlar, şiddetin mutlak biçimde reddedilmesini, bireysel cezai sorumluluk ilkesinin korunmasını ve mağdur haklarının merkezde tutulmasını esas almaktadır. Bununla birlikte, bu ara yaklaşımların da, Kürt meselesinin uzun vadeli anayasal ve siyasal boyutlarına ilişkin daha açık ve tutarlı normatif öneriler geliştirmesi gerekmektedir.
Bu tablo karşısında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anayasal sorumluluğu, herhangi bir siyasal paradigmayı mutlaklaştırmak ya da kısa vadeli politik kazanımlar uğruna anayasal ilkeleri esnetmek değildir. TBMM’nin temel yükümlülüğü, anayasal düzeni, hukuk devleti ilkesini ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları rejimini birlikte gözeten bir çözüm çerçevesi üretmektir. Bu çerçeve; şiddeti ve silahlı mücadeleyi mutlak biçimde reddeden, cezasızlığa ve keyfî af mekanizmalarına izin vermeyen, bireysel sorumluluk ve eşitlik ilkelerini koruyan ve demokratik katılım kanallarını güçlendiren bir yapıya dayanmalıdır.
Aksi hâlde, “barış” söylemi altında anayasal düzenin aşındırılması ya da “güvenlik” gerekçesiyle demokratikleşmenin sürekli ertelenmesi, Türkiye’yi yalnızca iç hukuk bakımından değil, uluslararası insan hakları hukuku bakımından da kalıcı bir meşruiyet krizine sürükleyebilir. Böyle bir kriz, devletin demokratik niteliğini zayıflatacağı gibi, toplumsal barışı ve siyasal istikrarı da uzun vadede daha kırılgan hâle getirecektir.
Sonuç olarak, Kürt meselesine ilişkin kalıcı ve meşru bir çözüm, ne güvenliği hakların önüne koyan indirgemeci yaklaşımlarla ne de şiddeti kurucu bir araç olarak gören anayasa dışı projelerle mümkün olabilir. Çözüm, ancak anayasal sınırlar içinde, insan haklarına dayalı, demokratik hukuk devleti ilkesini güçlendiren ve toplumsal çoğulculuğu hukukun evrensel ilkeleriyle uzlaştıran bir siyasal ve hukuksal perspektifle mümkün olacaktır.