Şu an uzayda, yörüngede bir Türk var: İstikbal göklerdedir!
'10'ca bilim arasında'da bu hafta galaksileri, SpaceX'i, kuşları ve maymunları ağırlıyor, klitoris ve penisteki gizemli nöronları, Antik İskandinavların 1500 yıllık şifreli mesajlarını ve OpenAI'ın 'veri hırsızlığı' ile itham edilmesini ele alıyoruz. Yolculuğa hazır mısınız?
Hepimizin sıcak havalardan bunaldığı bu hafta sizi önce galaksiler arası bir yolculuğa çıkarmak istiyoruz. Sonrasında Samanyolu’na geri dönerek Mars’taki Ingenuity’nin durumuna şöyle bir göz atıp dünyadaki uzay roketi rekabetsizliğini ele alıyoruz. Haftalık uzay kotamızı doldursak da üzülmeyin, ayaklarımızı yere değdirmeden kuşların ‘evlilik hayat’larının bozulmasına kısaca bir göz atıyor, maymunlar üzerinde denenen ve gelecekte bizler için Alzheimer’ın tedavisinde umut olabilecek bir protein takviyesini inceliyoruz. Bunun üzerine cinsel organlardaki nöronların 160 yıllık sırrını çözüyor, İskandinavların 1500 yıllık şifreli mesajlarında takılı kalıyoruz. Bu haftayı ‘veri hırsızlığı’ tartışmasıyla sonlandırıyoruz.
Gökbilimciler bu ay James Webb Uzay Teleskobu’nun en büyük araştırmalarından birinin sonuçlarını açıkladı. JADES olarak bilinen bu çalışmada, evrenin Büyük Patlama sonucu oluşmasından sonraki ilk 650 milyon yılda oluşan şimdiye kadarki en eski galaksilerden bazıları tespit edildi. En sevdikleri altı galaksiyi seçen gökbilimcilerin tercihlerine göz atalım:
Bunlardan ilki köpek kemiği şeklindeki galaksi. Büyük patlamadan yaklaşık 400 yıl sonra ortaya çıktığı düşünülen bu galaksi, bu mesafeden birleşme sürecindeki iki küçük galaksi gibi görünüyor. Bu da Büyük Patlama’dan 400 milyon yıl sonra galaksiler halinde gruplaşan yıldızların çoktan meydana geldiğini gösteriyor.
İkinci galaksi ise Büyük Patlama’dan 430 milyon yıl sonra meydana geldiği düşünülen galaksi. İlk olarak Hubble tarafından tespit edilen GN-z11 adındaki bu galaksi, JWST’nin objektifinden epey kompakt ve parlak bir küre olarak görünüyor. Bu parlaklık, merkezinde yer alan aşırı ısınmış gaz ve tozun spiral çizdiği dev bir kara delikten kaynaklanıyor olabilir. Bu galaksinin bir diğer önemli özelliği ise evrenin ilk yıldızlarından bazılarını içerme ihtimali. Eğer bu doğruysa gökbilimciler ilk yıldızları görme hayalini gerçekleştirmiş olabilir.
Yandaki bulanık kırmızı leke pek bir şeye benzemiyor olabilir ancak evrenin bilinen en eski galaksi rekorunu elinde tutuyor. JADES, GS-z13-0 olarak bilinen bu galaksiyi geçen yılın sonlarında keşfetti. Büyük Patlama’dan sadece 320 milyon yıl sonra ortaya çıktığı düşünülüyor.
Aşağıdaki şişkin galaksi ise rekor sahibi GS-z13-0’dan yaklaşık 300 milyon yıl sonra ortaya çıkmış ancak heybetli görünüşü göz önüne alındığında bu 300 milyon yılın aksiyon dolu geçtiği söylenebilir.
Büyük Patlama’dan 700 milyon yıl sonraki haliyle görülen sağdaki küçük galaksinin dış kısımlarında, merkezinden daha fazla yıldız var. Bu kadar erken bir dönemde içten dışa büyümeyle ilk kez karşılaşan astrofizikçiler ise şaşkın. Teoride erken galaksilerin merkezlerine daha yakın yıldızlar oluşturması gerekiyor. Oysa bu galaksi, merkezinde yıldız biriktirme işine hemen başlamış ve ardından da bugün gördüğümüz haliyle dış kısmında yıldız oluşturmaya girişmiş.
Oldukça tozlu, bir o kadar kırmızı galaksilerin güle benzer bir görüntü oluşturması da astrofizikçilerin gözünden kaçmadı. Yine de bu kozmik gülü oluşturan galaksilerin birbiriyle fiziksel bir bağlantısı olduğu düşünülmüyor. Çünkü hepsi birbirine farklı uzaklıklarda bulunuyor.
Yıl 1906. Gökbilimci ve iş insanı Pervical Lowell, Güneş Sistemi içinde, Neptün’ün ötesinde döndüğü varsayılan ‘Gezegen X’ için araştırma başlattı. Lowell, Neptün ve Uranüs’ün yörüngelerinde gözlemlenen bazı düzensizliklere dayanarak X Gezegeni’nin var olduğuna ikna olmuştu. Onun bu inancı sayesinde 1930’da Plüton keşfedilmişse de bu cüce gezegenin Neptün’ün yörüngesi üzerinde yerçekimsel bir etkiye sahip olamayacak kadar küçük olduğunu fark etti.
Gel zaman git zaman X Gezegeni hipotezi genel olarak gözden düşse de gökbilimciler Güneş Sistemi’nin uzak köşelerinde gezegen arayışından vazgeçmedi. Yeni bir araştırma, Lowell’in düşüncesinin o kadar da yanlış olmadığını gösterebilir. Gökbilimciler çalışmada Güneş Sistemi’nin ilk zamanlarının değişken gök mekanizmasını simüle etti. Güneş Sistemi’nin ilk dönemlerinde yerçekimi, hızla soğuyan protogezegensel toz bulutundan gelen enkazı bilardo topu gibi oradan oraya savuruyordu. Hesaplamalara göre bu sırada gezegen kadar büyük enkaz parçaları bile Güneş’in çekiminden kaçacak kadar uzağa savrulabiliyordu. İşte buna kurban giden gezegenlerden biri de bizim Gezegen X’imiz olabilir. NASA’ya göre bir ya da birkaç gezegen büyüklüğündeki bu cismin, Güneş’ten birkaç yüz milyar ila birkaç trilyon mil uzaktaki Oort nebulasında saklanıyor olabilir. Bilim insanları yine de bu ihtimale yüzde 7 şans veriyor.
İki aydan uzun bir süredir haber alınamayan Ingenuity’den sonunda ses geldi. NASA, 26 Nisan’da Mars’taki 52’nci uçuşuna başlayan Ingenuity helikopteriyle yeniden irtibata geçildiğini doğruladı. Mars yüzeyine inerken iletişimin kesildiği bu uzay aracı ile 28 Haziran’a kadar 63 gün boyunca iletişim kurulamadı. Bununla birlikte NASA’nın Jet İtki Laboratuvarı’ndaki ekip, temasın kesilmesinin sebebinin aradaki engebeli arazi olduğunu düşünüyordu. Sonıı. olarak helikopter sağlıklıymış ve bir sonraki görevine hazırlanıyormuş. Bilim insanlarının sıradaki işi, iletişimin kesildiği o iki ayda toplanan verileri gözden geçirmek. Biz küçük dostumuzun iyi olmasına sevindik.
Hem uydu şirketleri hem de uzayda faaliyet gösteren devlet kurumları sadece bir şirkete bağımlı hale geliyor: SpaceX. Son zamanlarda Twitter ve Tesla’dan yüzü gülmeyen Elon Musk’ın özel uzay şirketi SpaceX, rakiplerinin yetişemediği bir hızda ve nispeten daha düşük fiyatlarıyla roket fırlatma pazarının büyük bölümünü ele geçirdi. Uzay faaliyetlerini gözlemleyen astrofizikçi Jonathan McDowell tarafından derlenen fırlatma verilerine göre, şirketin roketleri 2022 yılında ABD’deki fırlatma sahalarından yapılan müşteri uçuşlarının yüzde 66’sını gerçekleştirirken, bu sene ilk altı ayda oran yüzde 88 oldu.
SpaceX’in bu hakimiyetine devam etmemesi için önünde bir engel yok. Rusya’nın Ukrayna işgali sebebiyle Rus Soyuz roketinin üstü çizilmeye başladı. Karanlık madde ve karanlık enerjinin sırları konusunda bizi aydınlatacağına inandığımız Euclid teleskobundan örnek verelim. Soyuz ile yolculuğuna çıkacakken son dakika SpaceX roketi Falcon 9 ile fırlatıldı. Sonra Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un şirketi Blue Origin var. Artemis’in ilerleyen görevlerinde kendini göstereceği düşünülüyor ama önce Artemis’in ikinci ve üçüncü aşamasının gerçekleşmesi gerekiyor ki bunların da ne zaman olacağı henüz belli değil. Fransız fırlatma şirketi Arianespace ve United Launch Alliance deseniz, var olan roketlerini bırakarak kademeli olarak yenilerine geçmeyi planlıyor.
Şu manzarada SpaceX ile rekabet edecek bir şirket yok gibi görünüyor. Durum öyle bir hale geldi ki bazı uydu-internet şirketleri, SpaceX’in kendi uydu-geniş bant internet hizmeti Starlink ile rekabet etmeyi istedikleri cihazları bile SpaceX roketleriyle alçak yörüngeye fırlatıyor. Musk, nisan ayındaki Starship uçuş testi öncesinde Twitter’daki bir canlı yayında, “Rekabeti hiç düşünmüyoruz” demişti. Aynı sözleri bugün diğer şirketi Twitter için söyleyebilir mi muamma.
Bizlere boşanmak insanlara mahsus bir şeymiş gibi gelir. Halbuki kuşlar da bu konuda bizden çok farklı sayılmaz. Gerçi kuşların boşanması bizimkinden biraz farklı. Kuş türlerinin yaklaşık yüzde 90’ının tek eşli kaldığı ve bir üreme dönemi boyunca tek eşe sahip olduğu düşünülüyor. Bununla birlikte bazı kuşlar, asıl eşleri hayatta olsa bile bir sonraki üreme dönemleri için başka eş arayışına girişiyor. Kuşların ‘boşanma’ olarak adlandırılan bu davranışının neden ortaya çıktığı pek tabii bilim insanlarının dikkatini çekmiş. Daha önceki araştırmacılar bu konuya açıklamayı ‘yaşam boyu üreme başarısını en üst seviyede tutma hedefi’i ile ilişkilendirerek getirmeye çalışmıştı. Şimdiyse Çin ve Almanya’dan bir araştırma ekibi, kuş türlerinde boşanmaya sebep olan iki temel unsurun ‘erkeklerin rastgele cinsel ilişkiye girmesi’ ve ‘uzun mesafeli göçler’ olduğunu söylüyor.
Proceedings of the Royal Society’de yayımlanan çalışmaya göre yağmurcunlar, kırlangıçlar, sarıasma kuşları ve karatavuklar gibi bazı kuş türlerinde hem yüksek boşanma oranları hem de erkeklerin rastgele cinsel ilişkiye girmesi görülürken, küçük kuşlarda, albatroslarda, kazlar ve kuğularda yine rastgele cinsel ilişki ama düşük boşanma oranları görülmüş. Araştırmacılara göre erkeğin ilgisini ve kaynaklarını birden fazla dişiye paylaştırması, bağlılığının da azalmasına yol açıyor ve sonraki üreme sezonlarında dişiler için daha az çekici görünmesine sebep oluyor. Ayrıca göç mesafesi daha uzun olan kuşların da üreme yerlerine eşzamanlı ulaşamamaları sonucunda erken gelen kuşların farklı kuşlarla çiftleşmesinden kaynaklı boşanmaların arttığı görülmüş.
Yeni bir araştırma, memelilerde yaşla birlikte azalan doğal protein klotho takviyesinin yaşlanan maymunların bilişsel işlevlerini iyileştirebileceğini gösterdi. Adını üç kader tanrıçasından biri olan Klotho’dan alan protein, primatlardan önce farelerde denenmiş ve gayet umut verici sonuçlar alınmıştı. ABD’li bilim insanlarının bu hafta Nature dergisinde yayımlanan yeni çalışması da güçlendirici klotho tedavisinin, yaşlanan insanlarda da benzer bilişsel sonuçlar doğurabileceği umudunu verdi. Bilim insanları klotho tedavisini 22 yaşındaki yaşlı rhesus makaklarında test etti. Hem genetik hem de fizyolojik açıdan insanla paralellik gösteren bu canlıların 22 yaşı, insanın 65 yaşına tekabül ediyor.
Proteinin ne kadar etkili olduğunu görmek isteyen bilim insanları, maymunları görece basit bir uzamsal hafıza deneyine tabi tutmuş. Deneyin basitliği, bir insandan arabasını nereye park ettiğini hatırlamasını istemek kadar basitmiş. Buna göre bir atıştırmalığı, birden çok kuyunun bulunduğu test alanında bir kuyuya saklamışlar, ardından da primatlardan atıştırmalığın nerede olduğunu hatırlamasını istemişler. Başta makakların yaklaşık yüzde 45’i atıştırmalıkların nereye saklandığını doğru tahmin ederken, klotho tedavisinden sonra bu oran yüzde 60’a çıkmış. Üstelik bu gelişme tedaviden sadece iki hafta sonra meydana gelmiş.
Testin ilginç noktası ise primatların düşük dozlara yüksek dozlardan daha açık olması. Önceki fare deneylerinde tam tersi söz konusuymuş. Tabii ufak bir parantez açmakta fayda var. Bu birleşimin neden etkili olduğu hâlâ belirsiz. Dolayısıyla bu tedavinin ardındaki mekanizmanın nasıl çalıştığının izini sürmek için daha fazla çalışma yapılması gerekiyor. Öte yandan araştırmacılar proteinin yakında insanlar üzerinde denenmesine izin verileceğini umuyor. Bir diğer umutları ise klotho tedavisinin bir gün Alzheimer gibi bilişsel hastalıkların tedavisinde rol oynaması.
1860 yılında Alman anatomist Wilhelm Krause, klitoris ve peniste Krause yuvarları denilen sinir uçları tespit etti. Ancak bunların ne işe yaradığı bilinmiyordu ve sonraki süreçte de unutuldular. Lijun Wui ve Harvard Üniversitesi’nden meslektaşları eski kaynakları karıştırırken Krause yuvarlarına rastlamışlar ve bunun işlevini öğrenmek için modern teknolojiden faydalanmışlar. İlk olarak erkek ve dişi farelerdeki Krause yuvarlarını incelemek için boyama tekniklerini kullanan araştırmacılar, bu boyaların klitoriste yoğun bir şekilde toplanırken peniste daha seyrek yayıldığını gördüler. Daha sonra erkek ve dişi farelerin cinsel organlarına çeşitli uyaranlar veren bilim insanları, titreşime en çok tepki verenin Krause yuvarlarının içindeki nöronlar olduğunu gözlemledi. Krause yuvarlarından yoksun olan dişi farelerin, erkeklerin cinsel girişimlerine daha isteksiz olduğunu ve Krause yuvarlı dişilere göre cinsel ilişkiyi daha erken sonlandırdıkları görülürken, benzer durumdaki erkek farelerin de cinsel ilişkiye başlamasının daha uzun sürdüğü ve daha erken geri çekildiği tespit edilmiş. Uzun lafın kısası, cinsel ilişki yaşayan canlıların bu işten zevk almasında Krause yuvarlarının rolü yadsınamaz.
Runik yazı sisteminde her bir runik harf, hem bir sesi hem de bir kelimeyi temsil ediyor. Ufak bir örnek verecek olursak S harfine karşılık gelen harf, aynı zamanda ‘güneş’ anlamına da geliyor. Runik yazıları modern dile çevirmek genelde mümkün olsa da Viking döneminde (aşağı yukarı MS 800’lü yıllardan itibaren) bu yazıların şifrelendiği biliniyor. Dolayısıyla metinleri deşifre etmek pek mümkün değil. Lorraine Üniversitesi’nden tarihçi Sebastian Zimmermann ise şifreli yazı uygulamalarının çok daha erken dönemde başladığını iddia ediyor. Zimmermann birinci yüzyıl ila yedinci yüzyıl arasındaki dönemden kalma yazılı kanıtlar üzerinde araştırma yaptı. Almanya’da düzenlenen HistoCrypt 2023 konferansında bulgularını paylaşan Zimmermann, dördüncü ya da beşinci yüzyıla ait olduğu düşünülen Hogganvik taşının tercüme edilen kısımları olsa da bazı yerlerinde ‘aaasrpkf aarpaa’ gibi anlamsız ifadelerin yer aldığını söylüyor. Zimmermann’a taşın şifreli olduğunu düşündüren şey, harflerin doğal olmayan tekrarı ve nadiren kullanılan ‘p’ harfinin kullanılışı. Zimmermann’a göre MS 600 yılına ait Noleby ile MS 500 ila 700 yılları arasındaki Ellestad taşında da şifreli mesajlar var. Bu da İskandinavların şifreli mesaj kullanma tekniğinin bilinen en eski örneğini yaklaşık 200 yıl geriye götürüyor.
Bu hafta Twitter, verileri çıkararak kendi yapay zeka sistemlerini beslemeye çalışan teknoloji şirketlerine savaş ilan etti. Muhtemelen uzun vadede kendi başını da yakacak bir karar alarak tweet görüntülemeyi kısıtladı. Twitter’ın yapay zeka şirketlerine karşı aldığı tek önlem bu da sayılmaz üstelik. Artık uygulamadaki içerikleri bilgisayar üzerinden görüntülemek istediğinizde önce hesabınızda oturum açmanız isteniyor. Twitter’ın sahibi Elon Musk’ın bu kararı eleştiriyle karşılansa da bu hafta veri madenciliğiyle ilgili OpenAI’ya bir dava açıldı. Davanın konusu ise hırsızlık.
OpenAI, her soruya öyle ya da böyle bir cevap üreten ve her yeni güncellemeyle biraz daha güçlenen yapay zeka sohbet robotu ChatGPT’yi besleyip bugünlere getirebilmek için internetin köşe bucağından inanılmaz miktarda veri topladı. Şeffaf bir çalışma tarzı benimsemeyen OpenAI’ın yapay zekasını beslediği veri kümeleri arasında Wikipedia makaleleri, ünlü romanlar, sosyal medya gönderileri ve hatta oldukça erotik içerikler bile var. OpenAI bunların hiçbiri için kullanıcılardan izin istemedi.
Kaliforniya’da OpenAI’ya açılan bu toplu davanın dilekçesinde, “Kişisel bilgilerin satın alınması ve kullanılmasına yönelik mevcut protokollere rağmen OpenAI farklı bir yöntem benimsedi, o da hırsızlık. İnternetten sistematik olarak 300 milyar kelime çektiler, üstelik bunu kişilerin rızası olmadan şahsi bilgilerini alarak yaptılar” denildi. OpenAI gerçekten de internet ortamındaki herkese açık verileri, kullansa da kullanmasa da veri tabanına aktardı.
Peki dava dilekçesi kabul görüp mahkemeye taşınır mı? Bunu zaman gösterecek. Platformun genelde kendi kullanıcı koşulları ve anlaşmaları oluyor ve içeriğin sahibi siz olsanız bile çoğu zaman platformlarda paylaştığınız şeyler teknik olarak platforma ait sayılıyor. Washington Post’a konuşan fikri mülkiyet avukatı Katherine Gardner, “Bir sosyal medya sitesine ya da herhangi bir siteye içerik koyduğunuzda, siteye içeriğinizi istediği gibi kullanması için çok geniş çaplı bir izin vermiş oluyorsunuz. Dolayısıyla sıradan bir kullanıcının açık verilerinin kullanılması karşılığında herhangi bir para ya da tazminat hakkına sahip olduğunu iddia etmesi çok zor olacaktır” diyor. Bu durumda normal bir kullanıcı yerine sosyal medya patronları yapay zeka şirketlerine dava açarsa bir sonuç alınabilir mi yoksa kendileri de yapay zeka macerasına atılan bu şirketler böyle bir işle uğraşır mı onu ileride göreceğiz.